25 Mart 2016 Cuma

BU SEFER BARSELONA, İSPANYA’YA...

BARSELONA

Akdeniz havasını ülkemizde değil de, yabancı diyarlarda solumak isterseniz eğer en iyi seçimlerden biri Barselona olacaktır sanırım. Plaj mı istersiniz, yemek mi, gece hayatı mı, sıcakkanlı dostlar mı, mimari mi, artık ne ilginizi çekerse... Barselonalılar hayatı sokakta yaşıyor, gece-gündüz haftasonu-haftaiçi sıcak-soğuk fark etmeden sokaklar her daim kalabalık. Bu durumda turistlerin katkısı da yadsınamaz şüphesiz.

Park Güell'den görünen Barselona...



Ekim aylarının başında gittik biz Barselona’ya. Ozi de bizimleydi ve bu sebeple bir değişiklik yaptık. İlk defa otel yerine bir daire kiralayıp orada kaldık. İyi de ettik. Ozi’yi bizimle beraber paella yemeye zorlayamayacağımızı düşünürsek, onun için yemek hazırlamamız gerekliydi.

Havalimanından ayrılmak için en hızlı seçenek olarak "Aerobus"u seçtik. Bu otobüs şehir merkezine kadar gidiyor. Biz Üniversite Meydanı durağında inip metroya aktarma yaptık. Metronun Monumental durağında da yeraltından ayrılıp, en sonunda Sardunya sokağındaki dairemize geldik. Eğer bebek arabanız ya da büyük/ağır bavullarınız varsa dikkat! Bazı metro duraklarında asansör var ve çalışıyor (mükemmel), bazılarında yürüyen merdiven var (kabul edilebilir ve nispeten konforlu), bazılarındaysa ikisi de yok! Sadece normal merdiven var (hayal kırıklığı ve kan-ter-gözyaşı). Şimdiden hazırlıklı olun.

Daire bizim için yeterliydi. Ozi için portatif bir bebek yatağı istemiştik. Ayrıca mama sandalyesi. Hepsi temin edildi. Herhalde tek eksisi, aşırı derecede küçük olan asansördü. Bina eski olduğundan normalde asansör yokmuş tahminimizce. Merdiven boşluğuna bir asansör konduruvermişler. Daireye eşyalarımızı bıraktıktan sonra yakındaki bir markete gidip, birkaç parça alışveriş yaptık. Marketler gerçekten siesta yapıyor. Öğlenleri 3-4 saatlik bir boşlukları var. Keşke bizde de olsa. Daireye yerleşme, market alışverişi falan derken kendimizi iyiden iyiye bir yerel gibi hissetmeye başlamıştık. =) İşler bittikten sonra vurduk kendimizi sokaklara.

Süt, su, creme catalan, peynir, yoğurt, vb.

Plaça de Catalunya’da denk geldiğimiz köpüklü balon yapıp uçuran gençler, tüm çocukların ilgisini çekmişti. Tabi ki Ozi’nin de. Orada biraz takıldık, balonların peşinden koştuk, yakalamaya çalıştık, patlattık. Ozi arabasında oturmaktan iyice sıkılmış gibiydi. Biraz da meydandaki kuşları kovaladık. Henüz yürümede acemiydi ama o heyecanı yok mu!

Plaça de Catalunya
Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Meşhur “La Rambla” caddesinin başındaydık. Bu uzun cadde aslında Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimli birkaç caddenin birleşimiyle oluşmuş. Epey genişçe olan cadde üzerinde bol bol da ağaç mevcut. Takdir edersiniz İstanbul’da pek görmediğimiz şeyler. Ayrıca hediyelik eşya dükkanları, mağazalar, dondurmacılar, lokantalar, kafeler, vs. ne ararsanız var. Kalabalığı anlatmaya gerek yok sanırım.

La Rambla
Cadde üstündeki Carrer de Colom isimli sokağa girdiğimizde karşımıza capcanlı bir meydan çıkıverdi. Plaça Reial – yani Kraliyet Meydanı’nda oturup biraz Tapas yemek istedik. Ama gözümüze kestirip oturduğumuz yer yiyecek açısından pek de iyi çıkmadı. Ortam güzeldi neyse ki. Sıkılan Ozi nedeniyle, Tal’la nöbetleşe olarak beklentimizin altında kalan tapaslarımıza yumulduk. (Sırf açlıktan.) Ozi’yle meydandaki takı/oyuncak/bere standlarını gezdik, Gaudi’nin tasarımı sokak lambalarının etrafında döndük. Hafifçe doyurduğumuz karnımız ve dönen başımızla metroya doğru yol aldık.

Kraliyet Meydanı ve Gaudi tasarımı sokak lambası

Daireye dönerken, bir daha gece gözüyle görmek için belki fırsatımız olmaz diye düşünüp, metroda inmemiz gereken durağı atladık ve “La Sagrada Familia” ya gittik. İyi ki de yapmışız. Işıklandırmasını çok iyi yapmışlar bu meşhur bazilikanın. Tal’la ikimizde çok farklı hissiyatlar uyandırdı. Benim için korkutucu bir manzarayken, Tal için çok heybetliydi. Bu arada Ozi ile gezmenin bizim için sayısız faydası var. Bunlardan bir tanesi de biz sormadan makinemizle fotoğrafımızı çekmeyi teklif eden yabancılar. “Pardon, bir resmimizi çekebilir misiniz acaba?” dememize gerek kalmıyor. Ki bu bazilikanın önünde de gerçekleşti. Yardımsever bir turist fotoğrafımızı çekiverdi, sağolsun. Tekrar aynı metroya binip gerisin geri dairemize döndük. 

Gece gece Kutsal Aile
Gece Ozi uyuduktan sonra Tal’la mutfağa daldık, köfte yoğurduk, patatesli tavuk, muhallebi pişirdik. Hiç böyle şeyler yapar mıydık biz eskiden? =)

Ertesi gün, bir de gündüz gözüyle La Sagrada Familia’yı görme zamanı gelmişti. ilk gün resepsiyonist, eve yakın bir fırında kullanmak üzere bir hediye kuponu vermişti. Hemen faydalandık. Lezzetli sandviçler ve hamurişlerini alıp, bazilikanın dibindeki parka doğru yola koyulduk. Yolda bir minik kafede çeşit çeşit “churros” görünce dayanamadık. Bir de onlardan aldık. Karamelli ve çikolatalı. Churros dediğimiz de bizim tulumba tatlısının uzunu. Parkta güzel bir banka kurulduk. Bir yandan kuşlara, bir yandan köpeklere bakarken ve kuş cıvıltıları içinde açıkhavada kahvaltımızı ettik.

Sabahın körü olmasına rağmen bazilikanın önündeki kuyruğu görünce, iyi ki gelmeden internet üzerinden bilet almışız diye sevindik. Üstelik bebek arabamız olduğu için yine ayrıcalıklıydık. =) Normal giriş yerine yandaki başka bir girişe yönlendirildik. Mimar Antoni Gaudi’nin en ünlü eseri olan Kutsal Aile Bazilikası’nın yapımı 1882’den beri devam etmekteymiş. Halen daha bitirilememiş olan bazilikanın yerellik, tutku ve zafer olarak adlandırılan üç cephesi, her üç cephenin inanç, umut, yardım isimli üçer girişi ve İsa’nın havarilerini temsil eden dörder çan kulesi var. 



Bazilika bir gün tamamlanabilirse, toplamda onsekiz kulesi olacakmış. Gotik mimari ürünü olan bazilikanın (bence) dışı ne kadar iç karartıcıysa, içi de tam tersi bir o kadar iç açıcı. Rengarenk vitraylar sayesinde ışıl ışıl bir ortam oluşmuş. 


Beyaz duvarlar ve yüksek bir tavan ile birleşince sanki içerisi yaşayan/canlı bir ortama dönüşmüş. Zaten Gaudi ağaç dallarından esinlenmiş burayı yaparken. Ne var ki, tasarımlarının tamamını hayata geçiremeden (rivayete göre sürekli aklında bu yapıyı düşündüğünden dalgınlıkla yürürken) bir tramvayın altında kalmış ve bu dünyadan göçüp gitmiş. Mezarı da bu bazilikada, biz şöyle bir göz ucuyla baktık.

Bazilikanın çıkışında gözünden uyku akan Ozi’yi arabasında bir ileri bir geri sallayarak uyuttuk. Hazır uyuyorken öğle yemeğini aradan çıkaralım diye düşünüp Passeig de Gracia’ya doğru yürümeye başladık. Epey de yol varmış. Nereden baksanız bir saat kadar yürüdük “Avinguda Diagonal” üzerinde. Bu geniş ve ağaçlıklı cadde şehri yatay olarak kesiyor. İlginç mimari yapıları seyrede seyrede yürümek keyif verici. Sadece bu caddede değil tüm şehirde evlerin köşeleri de diyagonal şekilde. Bu arada şunu da belirtmek lazım. Hemen hemen evlerin yarısında Katalan bayrakları asılı. Barselona’nın da içinde bulunduğu İspanya’nın Katalonya bölgesi ülkeden ayrılmak ve bağımsızlık kazanmak istiyor. Bunu elde edecekler mi zaman gösterecek. Sokak tabelalarında öncelik Katalanca’da, sonra İspanyolca’da, en son İngilizce’de.

" Katalonya İspanya değil! "

Böyle böyle derken Barselona’nın Nişantaşı’sı Passeig de Gracia’ya vardık. Ucu Plaça Catalunya’ya varan bu caddede birçok ünlü markanın dükkanı var. Ancak bizi ilgilendiren kısımlarsa cadde üzerindeki Casa Mila ve Casa Batllo idi. Ki onlara geleceğim ama önce yemek!

Passeig de Gracia'nın ortasında
Tapas’dan ümidimizi kesmemiştik. Tam da bu caddede “Txapela” isimli bir tapasçı zincirinin lokantası olduğunu fark edince hemen aradık bulduk ve oturduk masamıza. Güzel güzel tapaslarımızı seçtik. Masada duran kağıttan istediğinizi seçebilirsiniz. Canlı canlı görmek isterseniz de zaten hemen orada tezgahta duruyorlar. Sürekli de tazeleniyorlar. Tapas yanına Tal bir de sangria söyledi kendine. Öğle vakti içilen buz gibi sangria bünyeyi tatlı ve mayhoş bir havaya sokuyor. =) Tam tapaslarımızı ağzımıza atacakken Ozi uyanıverdi. Biz bu arada tapasları bir bir mideye indirmeye başladık. Beklentilerimiz karşılanmıştı bu sefer. Çok leziz çeşit çeşit tapas yedik. Genellikle deniz ürünlü olanlardan. Tavsiye edilir.

Ağzımıza layık tapas!

Tipik bir tapasçı
Gaudi’nin önemli mimari eserlerinden olan iki ev, Casa Mila ve Casa Batllo için de önceden bilet almıştık internet üzerinden. İyi ki de öyle yapmışız. Bu ikisinde de bebek arabasıyla dolaşmak olanaksız bu arada. Girişte emniyetli bir şekilde bırakabiliyorsunuz. Eğer slingde taşınmayı sevmeyen bir bebeğiniz varsa, kollarınıza kuvvet artık. =)

Casa Mila'nın egzantrik çatısı

Casa Mila’nın bir diğer adı La Pedrera. Evi gezmeye meşhur çatısından başlanıyor. Asansörle çıktık. Darth Vader’ı anımsatan bacaların ve havalandırma deliklerinin arasında bir sağa bir sola yürüdük. Burası gerçekten de eşsiz özellikleri nedeniyle UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak listeye alınmış. Gaudi burayı 1906-1912 yılları arasında yapmış. Dışarıdan bir taş ocağını anımsatan yapı aslında her katında ayrı daireleri olan bir apartman. Aşağı katlara inmeden önce Ozi’nin karnını doyurduk. Yine açıkhavada bu seferde bir çatıda Tal’ın kucağında manzaraya nazır köftelerini hüpletti. Sonrasında dairelerden birini gezerken zamanda yolculuk yaptık. Başka bir bölümde de Gaudi’nin tasarladığı mobilyalar, eşyalar sergileniyordu.

Akşam yemeği ?
Bir sonraki durak Gaudi’nin tasarladığı diğer bir ev olan Casa Batllo idi. Burası da yine Passeig de Gracia üzerinde. Yapıldığı dönem için, ki bu 20. Yüzyılın başı, gayet fantastik bir bina olduğunu söyleyebilirim. Bu kadar renkli ve farklı malzeme kullanılarak yapılmış ve yapısal olarak doğadan ilham almış pek fazla binanın varolmadığını düşünüyorum o dönemlerde. Bu binanın bence en çok ön cephesi albenili. İçindeyse, günışığını LED ışık sanmamızı sağlayan mimari duvar tasarımı. 

Casa Batllo
En üst kattaki çiçek şeklindeki miniminnacık balkona çıkıp fotoğrafınızı çektirebilirsiniz bir de. Hem üstelik sadece baskısına değil, dijital ortamda da sahip oluyorsunuz. Burası da yine bir apartman. İlginç daire kapıları var. Yer döşemelerinden, tavan lambalarına kadar her şey ilginç aslında. Arka taraftaki avludan evin arka cephesine de göz atmak mümkün ama hayal kırıklığı olmasın. Burası ön taraf kadar albenili değil.

Sadece gün ışığı!
Catedral de Barcelona’ya gitmeden evvel, gizli saklı bir parkta biraz mola verdik. Gizli saklı diyorum çünkü kare şeklindeki bu park apartmanların ortasında ve üstü kapalı bir geçitten geçerek ulaşılıyor. Salıncak, kaydırak falan yoktu ama Ozi biraz yürüdü, diğer çocuklarla iletişime geçti. =) 

Barselona’nın eski şehri –Ciutat Vella – 4 bölgeye ayrılmış. El raval, El Gotic, El Born ve La Barceloneta. Barselona Katedrali El Gotic bölgesinde. 14. yüzyıldan kalma bu katedral dünyanın en büyük Gotik kilisesi olarak kabul ediliyor. Katedralde İnebahtı Deniz Savaşı’na ithafen bir de şapel yapılmış. İnanılışa göre, Hz. İsa heykeli mucizevi bir şekilde üzerine doğru gelen bir toptan korunmak için hareket etmiş.

Barselona Katedrali'nin önünde müzisyen dolu

Katedralden çıktıktan sonra, El Gotic bölgesinde dolanmaya başladık. Dar dar sokakları, sokak sanatçıları, çeşit çeşit dükkanlarıyla derinlemesine gezilesi bir bölge. Hiç ummadığınız bir yerde, aralarda derelerde karşınıza çok şık restoranlar da çıkıveriyor. Biz Ozi’yle Plaça del Rei’de bir sokak gösterisini izlerken, Tal da hediyelik alışverişi yapıyordu. 


Plaça Del Rei
Hava hafiften kararmaya başladıkça ortalık iyice mistik bir hal aldı. Bölgenin popüler pizzacılarından birinden “Pizzeria Focacceria Toscana”dan pizza alıp, deniz kenarına gittik. La Rambla’nın sonundaki Christoph Colomb’un heykelini de gördük böylelikle. Ancak pizzalarımız biraz boğazımıza dizildi çünkü artık Ozi yorulmuş ve huysuzlanmaya başlamıştı. Daireye dönme vakti de gelmişti.

Üçüncü günümüzü genelde dışarıda geçecek şekilde ayarladık. İlk olarak şehrin en ağaçlıklı ve yüksek bölgesi vardı rotamızda, Montjuic. Metrodan Montjuic füniküleri durağında ayrıldık. Oradan teleferiğe bindik. Bu arada Ozi yine uykuya dalmıştı. Teleferik yolculuğumuzu göremedi ne yazık ki. Uyanık olsa çok ilgisini çekerdi eminim. 

Teleferikten Barselona...


Teleferikle Montjuic Kalesi’ne kadar çıkılıyor. Biz kalenin içine girip gezmedik. Onu yerine biraz kuşbakışı şehir manzarası izleyip sonrasında tabana kuvvet dedik. Ağaçlıklı yollardan bu defa yokuş aşağı yürüdük durduk. Yol kıvrıla kıvrıla yokuş aşağı gidiyordu. Hedefimiz Poble Espanyol’du. Yol üzerinde Barselona Olimpiyat Stadı’nı ve MNAC – Katalonya Milli Sanatlar MÜzesi’ni gördük.

Olimpiyat Stadı
Yürümekten yorulduğumuzu itiraf etmem lazım. Bir de arada sırada merdiven inip çıkmak durumunda kalınca bebek arabasıyla… =) Sonunda Poble Espanyol’a vardık. Şaşırtıcı şekilde Ozi’de buraya varana kadar uyudu. Bu kadar yürümenize değdi mi derseniz, aslında değmedi. İspanya’nın farklı bölgelerinin mimarilerini yansıtan bu yapay köy ve açık hava müzesi karışımı yer, pek de o kadar bize hitap etmedi. İçeride evlerin dışında cafeler, lokantalar ve butikler de var. Sokaklarda gezmeden evvel önce bir cafede karnımızı doyurduk. Sonra kah Katalonya’daydık, kah Endülüs’te, kah Galiçya’da. Bir dükkandan çok lezzetli sıcak çikolata alıp içtik, bir dükkandan hediyelik sangrialar. Bir dükkan sahibiyse siesta zamanı deyip kapatıp gitti dükkanı. Böyle turistik bir yerde bile sieastalarına sadık kalmaları bizi şaşırttı. =)

Bu köşe bir Barselona köşesi
Buradan çıktıktan sonra otobüs ve taksi kombinasyonunu kullanıp kendimizi Eminönü’nde bulduk desem yeridir. Çünkü Kolomb Heykeli’nin önü resmen seyyar satıcı cennetine dönmüştü. Tişört, gözlük ve çanta satan satıcılar yerde tezgahlarını kurmuş, müşteri bekliyordu. =)

Eminönü ?!

Aslında taksiciden bizi Montjuic’e çıkan diğer teleferiğe götürmesini istemiştik. Ama maalesef ya anlaşamadık, ya da (bize çat pat söylediklerinden) tahminimize göre Ozi kucağımızda diye polislerin çevirip ceza yazmasından korktu. Sonuçta taksiden indi(rildi)ğimizde kendimizi teleferikten bayağı uzakta bir yerde bulduk. Her işte bir hayır vardır. Bu sayede  biraz deniz havası soluduk. Hem Barselona plajlarına da bir gidelim istiyorduk. Başladık yavaş yavaş yürümeye. Marinayı dolaştık. AVM gezmek isteyenler için, Maremagnum alışveriş merkezi de marinada. Hava da epey sıcaktı. En sonunda teleferiğin dibine vardık. Ama ne öğrendik?! Teleferik arıza sebebiyle tek yönlü çalışıyormuş. Yani sahilden Montjuic’e çıkıyorsunuz ama geri dönüş teleferikle olmuyor, yine yürüye yürüye ya da füniküler-metro ikilisini kullanmak gerekli. Bizim gözümüz tekrar o kadar yolu gitmeyi yemedi. Hem bir de restoran rezervasyonumuz vardı. Merak edenlere, bu ikinci teleferiğin özelliği deniz üzerinden Montjuic’e varacak olmasıydı. Şehrin deniz kıyısını kuşbakışı seyredecektik ama kısmet değilmiş. Bir dahaki sefere belki.. =)

Rotamıza kaldığımız yerden devam ettik ve ver elini Barselona plajları. Açıkçası hiç o kadar kalabalık olacağını düşünmemiştik. Denize giren çok kimse yoktu ama millet almış havlusunu, şezlongunu gelmiş denize karşı muhabbet ediyor, bir yandan da bir şeyler yiyip içiyor. Herkesin keyfi yerinde gözüküyordu. Hemen elinde örtülerle bir seyyar satıcı amca yaklaşıp örtü isteyip istemediğimizi soruverdi. Yok dedik zaten çok durmayacağız. Ama kumlara ayaklarımızı basıp, Akdeniz’i de bir yoklamadan olmazdı. Paçaları sıvadık, denize doğru bir yollandık. Tabi biraz serinceydi su, Ekim ayı ne de olsa! Ozi ayaklarıyla kumlarla oynadı durdu, herhalde hoşuna gitti. Şükür ki, yazdan kalma alışkanlıkla ağzına götürmedi kumları! =)



Ayaklarımızı kurulayıp plaj boyunca yürümeye devam ettik ama kumların üzerinden değil, yürüyüş yolundan bu defa. Cıvıl cıvıl bir ortam, spor yapanlar, bisiklete binenler, yine kumlarda oturmaya devam edenler. Hatta Tal’la aynı şeyi düşünmüşüz. Barceloneta’ya girdiğimizden beri, sanki büyük bir şehirde değil de bir tatil kasabasındaydık. Evler bile değişmişti, daha bir sadeydi sanki her şey. Tam tatil kasabası hafifliği. 


Sahil maceramız sona erdikten sonra, ara sokaklardan yürüye yürüye, Tal’ın rezervasyon yaptırdığı “7 Portes” isimli restorana vardık. 1836 yılında açılmış olan bu tarihi restoranda deniz ürünlü paella yemeyeni dövüyorlarmış. Biz de beyaz şaraptan yapılma sangria eşliğinde yedik pilavımızı

Beyaz şaraptan sangria eşliğinde paella
Gayet lezzetliydi. Evde yap deseniz uğraşılmaz o kadar gerçi. Ozi oturmak istemediğinden biz bir türlü karşılıklı yemek yiyemedik Tal’la. Ama bu sayede, Ozi’yi gezdirirken, restoranın üst katındaki özel yemek odalarını görmüş olduk. En fazla iki-belki dört kişilik bu odalar herhalde romantik yemekler için.

Biraz romantizm için
Garsonlar eskilerden kalma gibi tonton beyler. Masalarda beyaz örtüler, duvarlarda tablolar, bir piyanist melodileriyle yemeğimize eşlik ediyor. Restoranın atmosferi de gayet hoştu anlayacağınız. Gece daireye dönünce üçümüz minik balkona çıktık, sessizliği dinledik, üstümüzden geçen uçakları seyredip, hayaller kurduk, sonrada uykunun tatlı kollarına teslim olduk.

Gündüz gözüyle balkon manzaramızın bir bölümü...
Gaudi olmasa Barcelona eksik kalırdı sanki. Şehrin her köşesinde onun imzası var. Park Güell’de imzasını attığı ama yine yarım kalan yerlerden biri. Sondan bir önceki günümüzde sabahın erken saatinde parkın kapısındaydık. Yine önceden bilet almıştık internetten. 

Kertenkelenin başı kalabalık!
Burası aslında sonlandırılamamış bir site projesiymiş. Eusebi Güell isimli zengin bir amca, şehrin dışında ve sadece zenginlerin yaşayacağı bir site kurmak istemiş.  Gaudi’yi mimar olarak projesinin başına getirmiş. Ancak Gaudi’nin ani ölümü nedeniyle sadece iki ev inşa edilebilmiş. Bu evlerden birinde kendisi de yaşamış ve şu anda bir müze. Evlerin dışında ayrıca sitenin mesire yeri olarak tanımlanabilecek bazı kısımları da tamamlanmış. Meşhur kertenkele heykelinin önünde boşluk bulup fotoğraf çektirmek zor gerçekten. Ayrıca dünyanın en uzun bankına oturup biraz şehir manzarası seyretmek de mümkün.



Biletli girilen bu bölümden çıkınca herkese açık olan park/orman kısmında yürüyüş yaptık biraz. Ozi’nin uyku saatiydi. Zaten hiç uzatmadı, baktık gözler kapanmış çoktan. Burası epey yüksekte olduğundan Tibidabo’yu bile gördük uzaktan. 


Tibidabo şehrin en yüksek noktasıymış. Buraya da gitmeyi düşünmüştük ama maalesef zaman ayıramadık. Tibidabo’da Sagrat Cor kilisesi, TV kulesi (Torre de Collserola) ve 100 yıllık bir lunapark varmış. Bu arada parkın içi hediyelik eşya satan (özellikle magnet) seyyar satıcı cenneti. Biz de tam magnet bakarken, bir duyum almış olmalılar ki, hepsi birden el çabukluğu marifet yerdeki bezden tezgahlarını hoopp kaldırıverdiler. Hiçbir şey olmamış gibi dururlarken de motorsikletli bir zabıta geçiverdi. Her şey tiyatrodan ibaret sanki. Zabıta da her şeyin farkında muhtemelen. 

Ozi’nin uyuyor olması demek bizim için de yemek vakti demekti. Plaça de Catalunya’daki Hard Rock Café’ye gittik. Biz hamburgerleri mideye indirdikten sonra Ozi gözlerini açıverdi. Hava o gün yazdan kalma gibiydi. Amorino isimli bir İtalyan dondurmacısı görünce kendimizi tutmadık. Dondurmaları çiçek şeklinde sunuyorlardı. Ozi’ye de boş bir külah aldık. Memlekette boş külahtan hiç para aldıklarını görmemiştim. Burada bir Euro isteyiverdiler! Ozi çatır çutur yedi de külahı, neyse boşa gitmedi bari verdiğimiz para. =)



La Rambla'da merak ettiğimiz bir yer daha vardı. La Boqueira ya da uzun adıyla Mercat de St. Josep. Burası tarihi neredeyse 13. Yüzyıla dayanan capcanlı bir pazar. Meyve, sebze, et ve deniz ürünleri, hamur işleri, peynirler, ne ararsanız mevcut. Bazı tezgahlar da aslında birer minik lokanta. Buraya aç girilir, tok çıkılır. İçinde türlü türlü tropik meyve çeşidi bulunan kokteyllerinden bir–iki paket aldık, hep beraber yedik. Ozi çilekleri hüpletiverdi. 

La Boqueira cıvıl cıvıl
Üstüste o kadar çok şey yeyip mideyi karıştırmıştık ki bizi ancak uzuuunca bir yürüyüş paklardı. İstikamet “El Born” semtiydi. Barceloneta’ya yakın olmasından mıdır bilinmez, burada da bir tatil kasabası havası hakimdi. Havasında hafiflik ve bohemlik asılı bir semt. Turistik değil ama butik oyuncakçılar, kitapçılar, takıcılar ve lokantaların arasında kaybolduk. Hava karardıkça sokaklar gitgide kalabalıklaştı, renkler ve ışıklar arttı. 


El Born Kültür Merkezi


Ertesi gün Barselona’daki son günümüz olduğunu tekrar hatırlayınca bir hüzün çöktü üzerimize. Akdeniz’in bu sıcak köşesini sevmiştik çünkü. Genelde şehirlerden döndükten sonra orada geçen filmleri izleriz. Bu defalık bir istisna yapıp, gitmeden evvel “Vicky Cristina Barcelona”yı seyretmiştik. Ama döndükten sonra, “Keşke biraz sabredip dönünce izleseydik!” diye bir öz eleştiride bulunmadan edemedik.


Hiç yorum yok: