BARSELONA
Akdeniz havasını ülkemizde değil de, yabancı diyarlarda
solumak isterseniz eğer en iyi seçimlerden biri Barselona olacaktır sanırım.
Plaj mı istersiniz, yemek mi, gece hayatı mı, sıcakkanlı dostlar mı, mimari mi,
artık ne ilginizi çekerse... Barselonalılar hayatı sokakta yaşıyor, gece-gündüz
haftasonu-haftaiçi sıcak-soğuk fark etmeden sokaklar her daim kalabalık. Bu
durumda turistlerin katkısı da yadsınamaz şüphesiz.
Park Güell'den görünen Barselona... |
Ekim aylarının başında gittik biz Barselona’ya. Ozi de
bizimleydi ve bu sebeple bir değişiklik yaptık. İlk defa otel yerine bir daire
kiralayıp orada kaldık. İyi de ettik. Ozi’yi bizimle beraber paella yemeye
zorlayamayacağımızı düşünürsek, onun için yemek hazırlamamız gerekliydi.
Havalimanından ayrılmak için en hızlı seçenek olarak "Aerobus"u seçtik. Bu otobüs şehir merkezine kadar gidiyor. Biz Üniversite Meydanı durağında inip metroya aktarma yaptık. Metronun Monumental durağında da yeraltından ayrılıp, en sonunda Sardunya sokağındaki dairemize geldik. Eğer
bebek arabanız ya da büyük/ağır bavullarınız varsa dikkat! Bazı metro duraklarında
asansör var ve çalışıyor (mükemmel), bazılarında yürüyen merdiven var (kabul
edilebilir ve nispeten konforlu), bazılarındaysa ikisi de yok! Sadece normal
merdiven var (hayal kırıklığı ve kan-ter-gözyaşı). Şimdiden hazırlıklı olun.
Daire bizim için yeterliydi. Ozi için portatif bir bebek
yatağı istemiştik. Ayrıca mama sandalyesi. Hepsi temin edildi. Herhalde tek
eksisi, aşırı derecede küçük olan asansördü. Bina eski olduğundan normalde
asansör yokmuş tahminimizce. Merdiven boşluğuna bir asansör konduruvermişler.
Daireye eşyalarımızı bıraktıktan sonra yakındaki bir markete gidip, birkaç
parça alışveriş yaptık. Marketler gerçekten siesta yapıyor. Öğlenleri 3-4
saatlik bir boşlukları var. Keşke bizde de olsa. Daireye yerleşme, market
alışverişi falan derken kendimizi iyiden iyiye bir yerel gibi hissetmeye başlamıştık. =) İşler bittikten sonra vurduk kendimizi sokaklara.
Süt, su, creme catalan, peynir, yoğurt, vb. |
Plaça de Catalunya’da denk geldiğimiz köpüklü balon yapıp
uçuran gençler, tüm çocukların ilgisini çekmişti. Tabi ki Ozi’nin de. Orada
biraz takıldık, balonların peşinden koştuk, yakalamaya çalıştık, patlattık. Ozi
arabasında oturmaktan iyice sıkılmış gibiydi. Biraz da meydandaki kuşları
kovaladık. Henüz yürümede acemiydi ama o heyecanı yok mu!
Plaça de Catalunya |
Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Meşhur “La Rambla”
caddesinin başındaydık. Bu uzun cadde aslında Rambla de Canaletes, Rambla dels
Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica
isimli birkaç caddenin birleşimiyle oluşmuş. Epey genişçe olan cadde üzerinde bol
bol da ağaç mevcut. Takdir edersiniz İstanbul’da pek görmediğimiz şeyler.
Ayrıca hediyelik eşya dükkanları, mağazalar, dondurmacılar, lokantalar,
kafeler, vs. ne ararsanız var. Kalabalığı anlatmaya gerek yok sanırım.
La Rambla |
Cadde üstündeki Carrer de Colom isimli sokağa
girdiğimizde karşımıza capcanlı bir meydan çıkıverdi. Plaça Reial – yani
Kraliyet Meydanı’nda oturup biraz Tapas yemek istedik. Ama gözümüze kestirip
oturduğumuz yer yiyecek açısından pek de iyi çıkmadı. Ortam güzeldi neyse ki.
Sıkılan Ozi nedeniyle, Tal’la nöbetleşe olarak beklentimizin altında kalan
tapaslarımıza yumulduk. (Sırf açlıktan.) Ozi’yle meydandaki takı/oyuncak/bere
standlarını gezdik, Gaudi’nin tasarımı sokak lambalarının etrafında döndük.
Hafifçe doyurduğumuz karnımız ve dönen başımızla metroya doğru yol aldık.
Kraliyet Meydanı ve Gaudi tasarımı sokak lambası |
Daireye dönerken, bir daha gece gözüyle görmek için belki
fırsatımız olmaz diye düşünüp, metroda inmemiz gereken durağı atladık ve “La
Sagrada Familia” ya gittik. İyi ki de yapmışız. Işıklandırmasını çok iyi
yapmışlar bu meşhur bazilikanın. Tal’la ikimizde çok farklı hissiyatlar
uyandırdı. Benim için korkutucu bir manzarayken, Tal için çok heybetliydi. Bu
arada Ozi ile gezmenin bizim için sayısız faydası var. Bunlardan bir tanesi de
biz sormadan makinemizle fotoğrafımızı çekmeyi teklif eden yabancılar. “Pardon,
bir resmimizi çekebilir misiniz acaba?” dememize gerek kalmıyor. Ki bu bazilikanın
önünde de gerçekleşti. Yardımsever bir turist fotoğrafımızı çekiverdi,
sağolsun. Tekrar aynı metroya binip gerisin geri dairemize döndük.
Gece gece Kutsal Aile |
Gece Ozi
uyuduktan sonra Tal’la mutfağa daldık, köfte yoğurduk, patatesli tavuk,
muhallebi pişirdik. Hiç böyle şeyler yapar mıydık biz eskiden? =)
Ertesi gün, bir de gündüz gözüyle La Sagrada Familia’yı
görme zamanı gelmişti. ilk gün resepsiyonist, eve yakın bir fırında kullanmak üzere
bir hediye kuponu vermişti. Hemen faydalandık. Lezzetli sandviçler ve
hamurişlerini alıp, bazilikanın dibindeki parka doğru yola koyulduk. Yolda bir
minik kafede çeşit çeşit “churros” görünce dayanamadık. Bir de onlardan aldık.
Karamelli ve çikolatalı. Churros dediğimiz de bizim tulumba tatlısının uzunu. Parkta
güzel bir banka kurulduk. Bir yandan kuşlara, bir yandan köpeklere bakarken ve
kuş cıvıltıları içinde açıkhavada kahvaltımızı ettik.
Sabahın körü olmasına rağmen bazilikanın önündeki kuyruğu
görünce, iyi ki gelmeden internet üzerinden bilet almışız diye sevindik.
Üstelik bebek arabamız olduğu için yine ayrıcalıklıydık. =) Normal giriş yerine
yandaki başka bir girişe yönlendirildik. Mimar Antoni Gaudi’nin en ünlü eseri
olan Kutsal Aile Bazilikası’nın yapımı 1882’den beri devam etmekteymiş. Halen
daha bitirilememiş olan bazilikanın yerellik, tutku ve zafer olarak
adlandırılan üç cephesi, her üç cephenin inanç, umut, yardım isimli üçer girişi
ve İsa’nın havarilerini temsil eden dörder çan kulesi var.
Bazilika bir gün
tamamlanabilirse, toplamda onsekiz kulesi olacakmış. Gotik mimari ürünü olan
bazilikanın (bence) dışı ne kadar iç karartıcıysa, içi de tam tersi bir o kadar
iç açıcı. Rengarenk vitraylar sayesinde ışıl ışıl bir ortam oluşmuş.
Beyaz
duvarlar ve yüksek bir tavan ile birleşince sanki içerisi yaşayan/canlı bir ortama
dönüşmüş. Zaten Gaudi ağaç dallarından esinlenmiş burayı yaparken. Ne var ki,
tasarımlarının tamamını hayata geçiremeden (rivayete göre sürekli aklında bu
yapıyı düşündüğünden dalgınlıkla yürürken) bir tramvayın altında kalmış ve bu
dünyadan göçüp gitmiş. Mezarı da bu bazilikada, biz şöyle bir göz ucuyla
baktık.
Bazilikanın çıkışında gözünden uyku akan Ozi’yi
arabasında bir ileri bir geri sallayarak uyuttuk. Hazır uyuyorken öğle yemeğini
aradan çıkaralım diye düşünüp Passeig de Gracia’ya doğru yürümeye başladık.
Epey de yol varmış. Nereden baksanız bir saat kadar yürüdük “Avinguda Diagonal”
üzerinde. Bu geniş ve ağaçlıklı cadde şehri yatay olarak kesiyor. İlginç mimari
yapıları seyrede seyrede yürümek keyif verici. Sadece bu caddede değil tüm
şehirde evlerin köşeleri de diyagonal şekilde. Bu arada şunu da belirtmek
lazım. Hemen hemen evlerin yarısında Katalan bayrakları asılı. Barselona’nın da içinde bulunduğu İspanya’nın Katalonya bölgesi ülkeden
ayrılmak ve bağımsızlık kazanmak istiyor. Bunu elde edecekler mi zaman
gösterecek. Sokak tabelalarında öncelik Katalanca’da, sonra İspanyolca’da, en
son İngilizce’de.
" Katalonya İspanya değil! " |
Böyle böyle derken Barselona’nın Nişantaşı’sı Passeig de
Gracia’ya vardık. Ucu Plaça Catalunya’ya varan bu caddede birçok ünlü markanın
dükkanı var. Ancak bizi ilgilendiren kısımlarsa cadde üzerindeki Casa
Mila ve Casa Batllo idi. Ki onlara geleceğim ama önce yemek!
Passeig de Gracia'nın ortasında |
Tapas’dan ümidimizi kesmemiştik. Tam da bu caddede
“Txapela” isimli bir tapasçı zincirinin lokantası olduğunu fark edince hemen
aradık bulduk ve oturduk masamıza. Güzel güzel tapaslarımızı seçtik. Masada
duran kağıttan istediğinizi seçebilirsiniz. Canlı canlı görmek isterseniz de
zaten hemen orada tezgahta duruyorlar. Sürekli de tazeleniyorlar. Tapas yanına
Tal bir de sangria söyledi kendine. Öğle vakti içilen buz gibi sangria bünyeyi
tatlı ve mayhoş bir havaya sokuyor. =) Tam tapaslarımızı ağzımıza atacakken Ozi
uyanıverdi. Biz bu arada tapasları bir bir mideye indirmeye başladık.
Beklentilerimiz karşılanmıştı bu sefer. Çok leziz çeşit çeşit tapas yedik.
Genellikle deniz ürünlü olanlardan. Tavsiye edilir.
Ağzımıza layık tapas! |
Tipik bir tapasçı |
Gaudi’nin önemli mimari eserlerinden olan iki ev, Casa
Mila ve Casa Batllo için de önceden bilet almıştık internet üzerinden. İyi ki de
öyle yapmışız. Bu ikisinde de bebek arabasıyla dolaşmak olanaksız bu arada.
Girişte emniyetli bir şekilde bırakabiliyorsunuz. Eğer slingde taşınmayı
sevmeyen bir bebeğiniz varsa, kollarınıza kuvvet artık. =)
Casa Mila'nın egzantrik çatısı |
Casa Mila’nın bir diğer adı La Pedrera. Evi gezmeye
meşhur çatısından başlanıyor. Asansörle çıktık. Darth Vader’ı anımsatan bacaların
ve havalandırma deliklerinin arasında bir sağa bir sola yürüdük. Burası
gerçekten de eşsiz özellikleri nedeniyle UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak
listeye alınmış. Gaudi burayı 1906-1912 yılları arasında yapmış. Dışarıdan
bir taş ocağını anımsatan yapı aslında her katında ayrı daireleri olan bir
apartman. Aşağı katlara inmeden önce Ozi’nin karnını doyurduk. Yine açıkhavada
bu seferde bir çatıda Tal’ın kucağında manzaraya nazır köftelerini hüpletti. Sonrasında
dairelerden birini gezerken zamanda yolculuk yaptık. Başka bir bölümde de
Gaudi’nin tasarladığı mobilyalar, eşyalar sergileniyordu.
Akşam yemeği ? |
Bir sonraki durak Gaudi’nin tasarladığı diğer bir ev olan
Casa Batllo idi. Burası da yine Passeig de Gracia üzerinde. Yapıldığı dönem
için, ki bu 20. Yüzyılın başı, gayet fantastik bir bina olduğunu
söyleyebilirim. Bu kadar renkli ve farklı malzeme kullanılarak yapılmış ve
yapısal olarak doğadan ilham almış pek fazla binanın varolmadığını düşünüyorum
o dönemlerde. Bu binanın bence en çok ön cephesi albenili. İçindeyse, günışığını LED ışık sanmamızı sağlayan mimari duvar tasarımı.
Casa Batllo |
En üst kattaki
çiçek şeklindeki miniminnacık balkona çıkıp fotoğrafınızı çektirebilirsiniz bir
de. Hem üstelik sadece baskısına değil, dijital ortamda da sahip oluyorsunuz.
Burası da yine bir apartman. İlginç daire kapıları var. Yer döşemelerinden,
tavan lambalarına kadar her şey ilginç aslında. Arka taraftaki avludan evin arka
cephesine de göz atmak mümkün ama hayal kırıklığı olmasın. Burası ön taraf
kadar albenili değil.
Sadece gün ışığı! |
Catedral de Barcelona’ya gitmeden evvel, gizli saklı bir
parkta biraz mola verdik. Gizli saklı diyorum çünkü kare şeklindeki bu park
apartmanların ortasında ve üstü kapalı bir geçitten geçerek ulaşılıyor.
Salıncak, kaydırak falan yoktu ama Ozi biraz yürüdü, diğer çocuklarla iletişime
geçti. =)
Barselona’nın eski şehri –Ciutat Vella – 4 bölgeye ayrılmış.
El raval, El Gotic, El Born ve La Barceloneta. Barselona Katedrali El Gotic bölgesinde.
14. yüzyıldan kalma bu katedral dünyanın en büyük Gotik kilisesi olarak kabul
ediliyor. Katedralde İnebahtı Deniz Savaşı’na ithafen bir de şapel yapılmış. İnanılışa
göre, Hz. İsa heykeli mucizevi bir şekilde üzerine doğru gelen bir toptan
korunmak için hareket etmiş.
Barselona Katedrali'nin önünde müzisyen dolu |
Katedralden çıktıktan sonra, El Gotic bölgesinde
dolanmaya başladık. Dar dar sokakları, sokak sanatçıları, çeşit çeşit dükkanlarıyla
derinlemesine gezilesi bir bölge. Hiç ummadığınız bir yerde, aralarda derelerde
karşınıza çok şık restoranlar da çıkıveriyor. Biz Ozi’yle Plaça del Rei’de bir
sokak gösterisini izlerken, Tal da hediyelik alışverişi yapıyordu.
Plaça Del Rei |
Hava
hafiften kararmaya başladıkça ortalık iyice mistik bir hal aldı. Bölgenin popüler
pizzacılarından birinden “Pizzeria Focacceria Toscana”dan pizza alıp, deniz kenarına
gittik. La Rambla’nın sonundaki Christoph Colomb’un heykelini de gördük
böylelikle. Ancak pizzalarımız biraz boğazımıza dizildi çünkü artık Ozi
yorulmuş ve huysuzlanmaya başlamıştı. Daireye dönme vakti de
gelmişti.
Üçüncü günümüzü genelde
dışarıda geçecek şekilde ayarladık. İlk olarak şehrin en ağaçlıklı ve yüksek
bölgesi vardı rotamızda, Montjuic. Metrodan Montjuic füniküleri durağında
ayrıldık. Oradan teleferiğe bindik. Bu arada Ozi yine uykuya dalmıştı.
Teleferik yolculuğumuzu göremedi ne yazık ki. Uyanık olsa çok ilgisini çekerdi
eminim.
Teleferikten Barselona... |
Teleferikle Montjuic Kalesi’ne kadar çıkılıyor. Biz kalenin içine girip
gezmedik. Onu yerine biraz kuşbakışı şehir manzarası izleyip sonrasında tabana
kuvvet dedik. Ağaçlıklı yollardan bu defa yokuş aşağı yürüdük durduk. Yol
kıvrıla kıvrıla yokuş aşağı gidiyordu. Hedefimiz Poble Espanyol’du. Yol üzerinde
Barselona Olimpiyat Stadı’nı ve MNAC – Katalonya Milli Sanatlar MÜzesi’ni
gördük.
Olimpiyat Stadı |
Yürümekten yorulduğumuzu itiraf etmem lazım. Bir de arada sırada
merdiven inip çıkmak durumunda kalınca bebek arabasıyla… =) Sonunda Poble
Espanyol’a vardık. Şaşırtıcı şekilde Ozi’de buraya varana kadar uyudu. Bu kadar
yürümenize değdi mi derseniz, aslında değmedi. İspanya’nın farklı bölgelerinin
mimarilerini yansıtan bu yapay köy ve açık hava müzesi karışımı yer, pek de o
kadar bize hitap etmedi. İçeride evlerin dışında cafeler, lokantalar ve
butikler de var. Sokaklarda gezmeden evvel önce bir cafede karnımızı doyurduk.
Sonra kah Katalonya’daydık, kah Endülüs’te, kah Galiçya’da. Bir dükkandan çok
lezzetli sıcak çikolata alıp içtik, bir dükkandan hediyelik sangrialar. Bir
dükkan sahibiyse siesta zamanı deyip kapatıp gitti dükkanı. Böyle turistik bir
yerde bile sieastalarına sadık kalmaları bizi şaşırttı. =)
Bu köşe bir Barselona köşesi |
Buradan çıktıktan sonra
otobüs ve taksi kombinasyonunu kullanıp kendimizi Eminönü’nde bulduk desem
yeridir. Çünkü Kolomb Heykeli’nin önü resmen seyyar satıcı cennetine dönmüştü.
Tişört, gözlük ve çanta satan satıcılar yerde tezgahlarını kurmuş, müşteri
bekliyordu. =)
Eminönü ?! |
Aslında taksiciden bizi
Montjuic’e çıkan diğer teleferiğe götürmesini istemiştik. Ama maalesef ya
anlaşamadık, ya da (bize çat pat söylediklerinden) tahminimize göre Ozi
kucağımızda diye polislerin çevirip ceza yazmasından korktu. Sonuçta taksiden
indi(rildi)ğimizde kendimizi teleferikten bayağı uzakta bir yerde bulduk. Her
işte bir hayır vardır. Bu sayede biraz
deniz havası soluduk. Hem Barselona plajlarına da bir gidelim istiyorduk.
Başladık yavaş yavaş yürümeye. Marinayı dolaştık. AVM gezmek isteyenler için, Maremagnum
alışveriş merkezi de marinada. Hava da epey sıcaktı. En sonunda teleferiğin
dibine vardık. Ama ne öğrendik?! Teleferik arıza sebebiyle tek yönlü çalışıyormuş. Yani
sahilden Montjuic’e çıkıyorsunuz ama geri dönüş teleferikle olmuyor, yine
yürüye yürüye ya da füniküler-metro ikilisini kullanmak gerekli. Bizim gözümüz
tekrar o kadar yolu gitmeyi yemedi. Hem bir de restoran rezervasyonumuz vardı. Merak
edenlere, bu ikinci teleferiğin özelliği deniz üzerinden Montjuic’e varacak
olmasıydı. Şehrin deniz kıyısını kuşbakışı seyredecektik ama kısmet değilmiş.
Bir dahaki sefere belki.. =)
Rotamıza kaldığımız
yerden devam ettik ve ver elini Barselona plajları. Açıkçası hiç o kadar
kalabalık olacağını düşünmemiştik. Denize giren çok kimse yoktu ama millet
almış havlusunu, şezlongunu gelmiş denize karşı muhabbet ediyor, bir yandan da
bir şeyler yiyip içiyor. Herkesin keyfi yerinde gözüküyordu. Hemen elinde
örtülerle bir seyyar satıcı amca yaklaşıp örtü isteyip istemediğimizi
soruverdi. Yok dedik zaten çok durmayacağız. Ama kumlara ayaklarımızı
basıp, Akdeniz’i de bir yoklamadan olmazdı. Paçaları sıvadık, denize doğru bir
yollandık. Tabi biraz serinceydi su, Ekim ayı ne de olsa! Ozi ayaklarıyla
kumlarla oynadı durdu, herhalde hoşuna gitti. Şükür ki, yazdan kalma alışkanlıkla
ağzına götürmedi kumları! =)
Ayaklarımızı kurulayıp
plaj boyunca yürümeye devam ettik ama kumların üzerinden değil, yürüyüş
yolundan bu defa. Cıvıl cıvıl bir ortam, spor yapanlar, bisiklete binenler,
yine kumlarda oturmaya devam edenler. Hatta Tal’la aynı şeyi düşünmüşüz.
Barceloneta’ya girdiğimizden beri, sanki büyük bir şehirde değil de bir tatil
kasabasındaydık. Evler bile değişmişti, daha bir sadeydi sanki her şey. Tam
tatil kasabası hafifliği.
Sahil maceramız sona erdikten sonra, ara sokaklardan
yürüye yürüye, Tal’ın rezervasyon yaptırdığı “7 Portes” isimli restorana
vardık. 1836 yılında açılmış olan bu tarihi restoranda deniz ürünlü paella
yemeyeni dövüyorlarmış. Biz de beyaz şaraptan yapılma sangria eşliğinde yedik
pilavımızı.
Beyaz şaraptan sangria eşliğinde paella |
Gayet lezzetliydi. Evde yap deseniz uğraşılmaz o kadar gerçi. Ozi
oturmak istemediğinden biz bir türlü karşılıklı yemek yiyemedik Tal’la. Ama
bu sayede, Ozi’yi gezdirirken, restoranın üst katındaki özel yemek odalarını
görmüş olduk. En fazla iki-belki dört kişilik bu odalar herhalde romantik
yemekler için.
Biraz romantizm için |
Garsonlar eskilerden kalma gibi tonton beyler. Masalarda beyaz
örtüler, duvarlarda tablolar, bir piyanist melodileriyle yemeğimize eşlik
ediyor. Restoranın atmosferi de gayet hoştu anlayacağınız. Gece daireye dönünce
üçümüz minik balkona çıktık, sessizliği dinledik, üstümüzden geçen uçakları
seyredip, hayaller kurduk, sonrada uykunun tatlı kollarına teslim olduk.
Gündüz gözüyle balkon manzaramızın bir bölümü... |
Gaudi olmasa Barcelona
eksik kalırdı sanki. Şehrin her köşesinde onun imzası var. Park Güell’de
imzasını attığı ama yine yarım kalan yerlerden biri. Sondan bir önceki
günümüzde sabahın erken saatinde parkın kapısındaydık. Yine önceden bilet
almıştık internetten.
Kertenkelenin başı kalabalık! |
Burası aslında sonlandırılamamış bir site projesiymiş.
Eusebi Güell isimli zengin bir amca, şehrin dışında ve sadece zenginlerin yaşayacağı bir
site kurmak istemiş. Gaudi’yi mimar
olarak projesinin başına getirmiş. Ancak Gaudi’nin ani ölümü nedeniyle sadece iki
ev inşa edilebilmiş. Bu evlerden birinde kendisi de yaşamış ve şu anda bir
müze. Evlerin dışında ayrıca sitenin mesire yeri olarak tanımlanabilecek bazı
kısımları da tamamlanmış. Meşhur kertenkele heykelinin önünde boşluk bulup
fotoğraf çektirmek zor gerçekten. Ayrıca dünyanın en uzun bankına oturup biraz
şehir manzarası seyretmek de mümkün.
Biletli girilen bu
bölümden çıkınca herkese açık olan park/orman kısmında yürüyüş yaptık biraz.
Ozi’nin uyku saatiydi. Zaten hiç uzatmadı, baktık gözler kapanmış çoktan.
Burası epey yüksekte olduğundan Tibidabo’yu bile gördük uzaktan.
Tibidabo
şehrin en yüksek noktasıymış. Buraya da gitmeyi düşünmüştük ama maalesef zaman
ayıramadık. Tibidabo’da Sagrat Cor kilisesi, TV kulesi (Torre de Collserola) ve
100 yıllık bir lunapark varmış. Bu arada parkın içi hediyelik eşya satan
(özellikle magnet) seyyar satıcı cenneti. Biz de tam magnet bakarken, bir duyum
almış olmalılar ki, hepsi birden el çabukluğu marifet yerdeki bezden
tezgahlarını hoopp kaldırıverdiler. Hiçbir şey olmamış gibi dururlarken de motorsikletli bir zabıta geçiverdi. Her şey tiyatrodan ibaret sanki. Zabıta da
her şeyin farkında muhtemelen.
Ozi’nin uyuyor olması
demek bizim için de yemek vakti demekti. Plaça de Catalunya’daki Hard Rock
Café’ye gittik. Biz hamburgerleri mideye indirdikten sonra Ozi gözlerini
açıverdi. Hava o gün yazdan kalma
gibiydi. Amorino isimli bir İtalyan dondurmacısı görünce kendimizi tutmadık.
Dondurmaları çiçek şeklinde sunuyorlardı. Ozi’ye de boş bir külah aldık.
Memlekette boş külahtan hiç para aldıklarını görmemiştim. Burada bir Euro
isteyiverdiler! Ozi çatır çutur yedi de külahı, neyse boşa gitmedi bari
verdiğimiz para. =)
La Rambla'da merak
ettiğimiz bir yer daha vardı. La Boqueira ya da uzun adıyla Mercat de St.
Josep. Burası tarihi neredeyse 13. Yüzyıla dayanan capcanlı bir pazar. Meyve, sebze,
et ve deniz ürünleri, hamur işleri, peynirler, ne ararsanız mevcut. Bazı
tezgahlar da aslında birer minik lokanta. Buraya aç girilir, tok çıkılır. İçinde
türlü türlü tropik meyve çeşidi bulunan kokteyllerinden bir–iki paket aldık, hep
beraber yedik. Ozi çilekleri hüpletiverdi.
La Boqueira cıvıl cıvıl |
Üstüste o kadar çok şey yeyip mideyi
karıştırmıştık ki bizi ancak uzuuunca bir yürüyüş paklardı. İstikamet “El Born” semtiydi. Barceloneta’ya
yakın olmasından mıdır bilinmez, burada da bir tatil kasabası havası hakimdi.
Havasında hafiflik ve bohemlik asılı bir semt. Turistik değil ama butik
oyuncakçılar, kitapçılar, takıcılar ve lokantaların arasında kaybolduk. Hava
karardıkça sokaklar gitgide kalabalıklaştı, renkler ve ışıklar arttı.
El Born Kültür Merkezi |
Ertesi gün
Barselona’daki son günümüz olduğunu tekrar hatırlayınca bir hüzün çöktü
üzerimize. Akdeniz’in bu sıcak köşesini sevmiştik çünkü. Genelde
şehirlerden döndükten sonra orada geçen filmleri izleriz. Bu defalık bir
istisna yapıp, gitmeden evvel “Vicky Cristina Barcelona”yı seyretmiştik. Ama
döndükten sonra, “Keşke biraz sabredip dönünce izleseydik!” diye bir öz
eleştiride bulunmadan edemedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder