25 Aralık 2015 Cuma

BU SEFER HEIDELBERG, ALMANYA'YA...

HEIDELBERG

Frankfurt civarında günübirlik gidilebilecek şehirlerden biri Heidelberg. Pazartesi günü Frankfurt’un içinde bulunduğu Hessen bölgesinde dini bayramdı ve bu nedenle şehirde her yer kapalıydı. Hatta Derya’nın taze ekmek alma umuduyla gittiği fırın bile. Evde bir güzel Türk kahvaltımızı edip, Frankfurt’un sessizliğini arkamızda bırakarak arabayla yaklaşık birbuçuk- iki saat uzaklıktaki Heidelberg’e doğru yola çıktık.





Frankfurt’un güneyinde kalan Heidelberg Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda zarar görmemiş tek şehri. 
Çok klişe olacak belki ama bir masal şehrini andırıyor. Neckar nehri kenarında kurulu. Biz arabayı üniversitenin kapalı otoparkına bıraktık. Açıkhavaya çıktığımızda yağmur bizi karşıladı. Şemsiyeler ve Ozi’nin arabasının naylonu çantalardan çıkarıldı.



Her şeyden önce Tal’ın aklındaki tahta oyuncakçı dükkanını aradık bulduk. Käthe Wohlfahrt isimli dükkan Hauptstrasse üzerinde. İçeride binbir çeşit tahta oyuncak, çoğunlukla dini temalı olmak üzere ışıklı oyma süsler. Ozi’nin arabasıyla oraya buraya çarpacağım diye bayağı tedirgindim aslında içeride.



Şehirde Avrupa’nın en köklü üniversitelerinden biri de var. 1386’da kurulmuş ve şehrin her yerine neredeyse yayılmış durumda. Biz sadece kütüphane binasını gördük anladığım kadarıyla. Hauptstrasse’de bir aşağı bir yukarı yürürken, üstüne hafiften yağmur yağmaya başlayınca ve de karnımızın acıktığını fark edince, Hard Rock Cafe’ye girdik. Ama sürekli burası sahte mi acaba diye de düşünmeden edemedik. =) O kadar salaştı ki ve yiyecekler pek de lezzetli değildi. Dükkanı bile yoktu. Yazımı yazarken biraz araştırma yaptım da. Gerçekten de burası sahte bir HRC imiş. “Nasıl bu kadar senedir açıklar, orasını anlayamıyorum!” falan demiş insanlar. Sonuç itibarıyla girmeyin buraya bence. Hiçbir şey kaybetmezsiniz.

Neyse ki çıktığımızda yağmur dinmiş, güneş açmıştı. Hauptstrasse’de yürüyüşe devam ettik. Marktplatz’da ki Heiliggeist Kilisesi ilginç şekli tüm meydanı kaplamıştı. Çevirisi  “Kutsal Hayalet”  olan kilisenin ismi Scary Movie tarzı filmlerle dalga geçen komedi filmlerini andırıyor aslında.

Az biraz daha yürüyünce bir anda karşımıza tepeye kurulmuş Heidelberg Şatosu çıkıverdi. Yıkık dökük falan ama halen ihtişamını sürdürüyor. Yeşilliklerin içinde kırmızı tuğlalardan bir şato. Biz içine girmedik, sadece uzaktan bakmakla yetindik. Özellikle bahçesinin - Hortus Palatinus - çok güzel olduğunu okumuştum.



Dar sokaklardan geçip nehir kenarından,  bir diğer adı Eski köprü olan Karl-Theodor Köprüsü’ne kadar yürüdük. Köprü bana üzerindeki heykeller, şato manzarası, sadece yayalara açık olması sebebiyle Prag’daki Charles Köprüsü’nü hatırlattı. 1788’de yapılmış, İkinci Dünya Savaşı’nda yok edilmiş ve 1947’de tekrar inşa edilmiş. Köprünün eskiden bir de çatısı varmış ve tahtadanmış.


 


Nehrin diğer yakasına geçtiğimizde bizi bekleyen bir meydan okuma vardı. Bol ağaçlı bir bayır olan Filozoflar Yolu – Philosophenweg!  Filozoflar Yolu’na ulaşmak için kestirme patikayı kullanmaya karar verdik. Epeyce dar , kimi zaman merdivenli , genellikle taş kaplı dik bir yokuş olarak nitelendirilebilecek patikayı Derya’yı bebek arabasıyla arkamızda bırakarak, Ozi kah benim kah Tal’ın kucağında tırmandık. Zaman  zaman pes edecek gibi olduk. Ama ne kadar yukarı çıkarsak manzara o kadar güzelleşti ve en sonunda Filozoflar Yolu’na ayağımız değdi. =) Değdi de ne oldu derseniz, filozof olmadık ama en azından spor oldu ve gözlerimiz bayram etti. Edinburgh’daki Arthur’s Seat tırmanışını da yad ettik. =)

 


Eski adı "Linsenbuehlerweg", olan Filozoflar Yolu 17. Ve 18. Yüzyıllarda asma bahçelerinin içinden geçen basit bir patikaymış. Geç Romantik dönemde “Philosophenweg”e dönüşmüş.
Bunun sebebi de üniversite profesörlerinin ve filozofların bu patikayı Neckar manzarasının tadını çıkarırken ciddi tartışmalarını yapmak için uygun bir yer olarak görmesiymiş. Romantik dönem demişken, Heidelberg’in şatosundan, köprüsüne, bahçelerinden, Filozoflar Yolu’na hemen hemen her köşesi genel olarak bu dönemle ilişkilendirilmiş.  Edebiyatçılara, şairlere, ressamlara ilham kaynağı olmuş.  İnişin ne kadar zevkli olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde!



Pestilimiz çıkmış halde arabaya vardığımızda biraz da uzaktan çok güzel gözüken nehir kenarındaki evlerin yanına gidelim dedik. Hafif hafif  tırmana tırmana dar sokaklardan geçtik. Yeşilliklerin içindeki bu müstakil evlerde yaşadığımızı hayal ettik durduk ama ıssızlığı da cabası. Sokaklarda in cin top oynuyordu.

Tabi bu kadar dönüp dolaşmanın sonu kaybolmak. =) Vadinin yukarılarına çıktıkça romantik ve eski Heidelberg’i yavaş yavaş arkamızda bıraktık. Yeni şehrin içinden geçerek anayola bağlandık.

Akşam yemeği için Frankfurt'taydık yine. Dolce Vita İtalyan restoranına gittik ama neredeyse yarım saat arabada bekledik. Çünkü Ozi uyuyakalmıştı ve hiçbirimiz onu uyandırmaya kıyamadık. Zaten uyuyan bebek uyandırılmaz. =) Karnımız iyiden iyiye acıkmıştı ki Ozi de bize kıyamadı olsa gerek uyandı. Çok samimi, sadece İtalyan’ların çalıştığı ve işlettiği bi yerdi Dolce Vita. Gelen müşteriler de hep İtalyanlar’dı zaten sanki. Lezzetli pizzalar makarnalar, önden gelen ekmekler zeytinyağları. Yemek, şarap, muhabbet, Ozi’nin hareketleri derken yine geceyi etmiştik.




Hiç yorum yok: