25 Haziran 2014 Çarşamba

BU SEFER LONDRA, İNGİLTERE'YE...

LONDRA

Adayı gezerken beynimizde ve dilimizde çalan şarkılar “King of my castle...” ve Jamiroquai'dan nam-ı diğer “Jamiryo” “I’m going deeper underground!...”  idi. Kaleli krallı şarkı daha çok Edinburgh ve Birmingham’da geçerliydi. Londra’daysa kesinlikle yeraltılı şarkı!

Piccadilly



Hem metroyu hem iki katlı otobüsleri oldukça fazla kullandık. “Oyster card” toplu taşımalarda kullanabileceğiniz bir kart. Elimizde daha önce kardeşimin kullandığı kartlar vardı. Makinelerden istediğimiz kadar para doldurup bastık geçişlerde. Yalnız ulaşım pahalı kesinlikle. Bazen bastığımzda para almadığı için metro yerine otobüse biniyorduk. Gelmeden önce internetten atraksiyonlarda, müzelerde, vs. geçerli üç günlük London Pass da satın almıştık. Ama bir günlük yeterli gelecekmiş, en azından bize.



11 gün içinde en çok günü Londra’ya ayırmıştık ama yine de içimizde bir heyecan, acaba görmek istediğimiz yerleri görebilecek miydik!?.
Çarşamba akşamı Londra’nın kuzeyinde kalan Euston İstasyonu’ndaydık. Birmingham treninden indik ve serin Londra havasına karıştık. Hemen istasyonun önündeki bahçede tarihi iki taş bina vardı. Önlerinde de ellerinde içki kadehleriyle neşeli birer kalabalık.

Otelimiz istasyona çok yakındı. Kuzey bölgesini seçmemizin bir başka nedeni de otel fiyatlarının buralarda nispeten ucuz olmasıydı. Eşyaları bırakıp tekrar istasyona oradan metroyla ışıl ışıl Piccadilly meydanına vardık. Devasa boyutlu neon tabelalar, ortada Eros heykeli ve Shaftesbury Anıtı ile yolların kesiştiği bu kavşak kalabalık ve cıvıl cıvıldı. Meydandan ayrılıp trafiğe kapalı Coventry caddesinde yürümeye başladık. 

Gözümüze ilişen epeyce büyük Cool Britannia isimli hediyelik eşya dükkanına girdik ama çıkmak uzun sürdü. Çok ilginç hediyelikler vardı. Elimize yük yapmak istemediğimiz için hiçbir şey almadan çıktık ama tabi daha sonra bir daha buraya uğrayamadık. Tal’ın acıkan karnını Burger King’de doyurduktan sonra yürüyüşümüz Leicester Meydanı’na doğru devam etti. Saat gitgide ilerlediğinden Covent Garden’a vardığımızda artık in cin top oynuyordu. 

Antik bir Roma pazarını andıran Covent Garden Tal’ın özellikle merak ettiği yerlerdendi. James Bowen ve “Sokak Kedisi Bob”un maceralarını okuduysanız siz de ediyor olabilirsiniz. Bir kedi delisi olan Tal’ın hayallerinden biri de Londra sokaklarında Bob ile karşılaşmaktı. =) Ama maalesef hiiiç karşılaşmadık.

Ertesi sabah Londra çok sıcak bir güne başladı. Sürekli tişörtle gezdik ve hatta bayağı sıcakladık. 28 dereceydi. İki katlı kırmızı otobüslerden birine binip Trafalgar Meydanı’na vardık. Devasa “National Gallery” burada. Girişi ücretsiz. Müze binasını ve merdivenlerini görünce zihnimde direkt her tür filmin adamı Nicolas Cage belirdi ve maceraperest bir tarihçiyi canlandırdığı filmi National Treasure. =)

Trafalgar meydanını bekleyen dev mavi horoz =)

Meydan hiç çekmediği kadar çok kuşlardan çekmiş. Kuş pislikleriyle ve kötü bir kokuyla kaplıymış bir zamanlar Trafalgar. Sonunda insanların kuşlara yem vermesi yasaklanmış, uymayanlara ceza kesilmesi kararlaştırılmış. Zaten ortalıkta uyarı levhaları asılı. Eski halini bilmiyorum ama şimdi temiz gözüküyordu.

Lütfen kuşları beslemeyin. Para cezasına çarptırılabilirsiniz...

Koskoca Londra’da London Pass’ımızı teslim alabileceğimiz tek bir nokta vardı. Orada da uzunca bir kuyruk. Yaklaşık bir saat sürdü kartlarımızı almamız. Buradan yetkililere sesleniyorum: Nokta sayısını arttırmanız şart!
St. James parkının yanından krallığın kalbi Buckingham Sarayı’na doğru yürürken geçtiğimiz yol The Mall idi. Dümdüz, upuzun ve yemyeşil ağaçların altında bir yol. Yürümesi epey keyif verdi. Saat 11:30’daki muhafız değişim törenine yetişmeye çalışıyorduk. Saraya yaklaştıkça ortalık daha da kalabalıklaştı. Vardığımızda gözlerimize inanamadık. İnsanlar saat kaçtan beri burada nöbet tutuyordu acaba! Kum gibi bir kalabalık. Neyse bir yerlere iliştirdik kendimizi. Ve uzun, siyah tüylü şapkalarıyla, kırmızı ceketlerini giymiş muhafızlar birkaç koldan, öndeki  bando eşliğinde yürüyüşe başladı. Fotoğraf çekmeye çalışan turistlerden biri tüm uyarılara rağmen yoldan çekilmeyince neredeyse bir atın altında kalıyordu. =)


Buckingham'ın bahçesi önündeki sabırlı turist kalabalığı!

Geçiş töreninin ardından, St. James parkının diğer tarafından yine ağaçların altında bu defa ters istikamette Westminster Abbey’e doğru yürüdük. Girişi ücretli, London pass ile  bedava. Burası birçok kral ve kraliçenin taç giyme ve cenaze törenlerinin yapldığı manastır. Ayrıca daha birçok ünlünün de mezarları var. Mesela Charles Darwin, Isaac Newton, Charles Dickens. Bahtsız Prenses Diana’nın cenaze töreni de burada olmuş. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı. Çaktırmadan birkaç görüntü alabildik.

Westminster Abbey

Parlamento Binası ve meşhur Big Ben de manastırın hemen arkasında, Thames nehri kenarında. Aslında dev saat kulesindeki çanın adı Big Ben imiş bu arada. Kulenin kendisi değil. Uzaktan bol bol fotoğrafını çekebilirsiniz ama içine girmek yasakmış meğerse. Bunu bilmiyorduk.

Big Ben - İzinsiz giriş suçmuş.

Bir sonraki durak St. Paul Katedrali idi. Metroyu kullandık. Öğle yemeği saatine denk gelmiştik. Katedralin bahçesinde ilginç bir manzarayla karşılaştık. Bahçe öğle yemeğini kapıp çimenlere yayılmış yemeklerini yiyen ya da güneşlenen beyaz yakalılarla doluydu. =) 

St. Paul'un bahçesi
Oldukça görkemli bir katedral olduğu yadsınamaz ama en eğlenceli(!) yeri kubbesi ve Bolonya’daki Fısıltı Galerisi’ni hatırlatan mimarisi. Denedik onayladık. Birbirimizden metrelerce uzaklıktayken ve sırtlarımız birbirine dönükken fısıldayarak konuşup ne dediğimizi anladık. 1666’daki Büyük Londra Yangını’ndan burası da nasibini almış ve yanmış ve 1708’de yeniden inşa edilmiş. Katedral ayrıca krallığın en ünlü çiftlerinden Diana ve Charles’ın düğün töreninin ev sahibiymiş.



Daha katedrale girmeden Pizza Express’i gözümüze kestirmiştik. Edinburgh’da son günümüzde keşfettiğimiz pizzacı. Öğle yemeğimizi burada yedik. Pizza - makarna –tiramisu, bu üçlüye hayır demek ayıptır.

Yemeğin ardından bir öğle uykusu fena olmazdı. Uyumadık tabi ki. Sokaklara düştük. Otobüse bindik. Trafik sıkışıklığı Londra’nın büyük bir sorunu diye duyardık zaten ama bizzat şahit de olduk buna özellikle otobüs kullanınca. Allah’tan sürücüler ve yayalar genellikle kurallara uyuyor, yoksa bizdeki gibi kaos ortamı hakim olurdu.


Kapanmadan önce Kule Köprüsü - Tower Bridge’ e varmalıydık. Mavi mavi parlayan kulenin üst katına bir asansörle çıktık. Önce kulenin tarihine ait neşeli bir video görüntüsü izledik büyük bir salonda. Bu salon köprünün tasarım ofisi şeklinde canlandırılmıştı. Ekranda konuşanlardan biri de projenin mimarı Horace Jones idi. Köprünün yapımı için o kadar çok egzantirik proje sunulmuş ki; en akla yakın olan Jones’unki olarak seçilmiş sonunda ve 8 yıl süren inşa çalışmalarının ardından 1894’te açılmış. Ticari gelişmeler Londra’nın iki yakasını bir araya getirecek bir köprüye daha ihtiyaç doğurmuş. “Londra köprüsü yıkılıyor – London Bridge is falling down” şarkısının bu köprüyle alakası olmadığını da söyleyeyim. Kule köprüsünden bakınca Londra köprüsü de gözüküyor, çok öyle ihtişamlı bir şey de değil üstelik. =)

Tower Bridge
Köprünün bir kulesinden diğerine geçerken bir serginin içinden geçtik aynı zamanda. Londra ile ilgili bir çocuk kitabından resimli alıntıları içeren büyük kartonlar asılıydı. Diğer şehirlerdeki köprülerle ilgili detaylı bilgilerin bulunduğu kartonlar da vardı. Boğaziçi Köprüsü’nü de unutmamışlar. Bu koridorda isterseniz düğününüzü yapabiliyorsunuz. Biz ordayken bir gelin adayı görevliyle detayları konuşuyordu. =) İlginç bir mekan!


Kulelerden indikten sonra tekrar sokağa çıkıp yerdeki okları takip ederek bu defa kulelerin makine dairesine vardık. Köprünün orijinalinde açılması hidrolik akülerde toplanan basınçlı suya dayanan hidrolik bir sistemle sağlanırken, günümüzde elektro-hidrolik sistemle değiştirilmiş. Makine dairesi müzesinde eskiden kullanılan buhar motoru, hidrolik makineler ve aküler sergileniyor. Geçmiş teknolojiye yolculuk…



Burayı da kolaçan edip, Thames’in güneyinde kalan bölgede nehrin kenarında yürüyüşe geçtik. Perşembe akşamı işten çıkmış insanlarla doluydu ortalık. Kimisi publarda içkilerini yudumlamaya başlamış, kimisi de gömlek kollarını kıvırmış bocce oynuyordu. Artık bir müze olan İngiliz savaş gemisi HMS Belfast’ın güvertesinde üst düzey bir parti vardı. Smokinli beyler, gece kıyafetli hanımlar, kulağımıza çalınan hafif müzik… Nehrin kenarındaki yüksek duvara oturup etrafı izledik biz de. Thames’in suları biraz pis gözüküyordu. Çamurluydu ama kötü bir koku yoktu.

Londra'nın finans bölgesi

HMS Belfast
Tal küçük bir çocukken “Londra köprüsü yıkılıyoorr!!” diye bağırıp kendini yatağına bırakıverdiğinde kafasını yatak başındaki rafa çarpmak suretiyle biraz yarmış! Londra köprüsünden tekrar kuzey tarafına geçerken bu anısını da yad ettik. =)

Akşam yemeği saati gelip çattığından, e İngiltere’ye gelmişiz, fish & chips yemeden olmaz. Geleneksel usülde balık & patates kızartması pişiren Oxford St. yakınlarındaki “Golden Union”a gittik. Gayet salaş, bizim pideciler tarzında bir yer. İçerisi yağ ve balık kokuyor ama rahatsız edici değil, bilakis açlığı arttırıcı ki zaten açtık. Hemen birer porsiyon söyledik. Bolca kalın kesilmiş patates ve balıkla dolu dev gibi iki tabak geldi. Yanında da bira güzel gitti!



Bolca kolestrol içeren yemeğimizle midemizi iyice şişirdikten sonra düştük tabi yollara. Artık yayandık. Mümkün olduğunca az toplu taşıma kullanıp sokakları arşınlamaya koyulduk. Carnaby St. butiklerin ve küçük cafelerin toplandığı araç trafiğine kapalı şirin bir cadde. Carnaby’den Soho bölgesine doğru yürürken sanki hiç uyumayan sokaklardan geçiyorduk. Dar sokaklar ve her köşebaşında bir pub. Her tipten insan içerde ya da dışarda takılıyorlar. Soho meydanındaki park kapalıydı. Bu arada Londra’daki birçok park demir kapıları zincirlenmiş şekilde geceleri kapalı oluyor.

Carnaby St.
Şehrin meşhur Çin mahallesi de Soho’da. Geldiğinizi anlıyorsunuz hemen. Restoranların yoğunlaştığı caddenin girişinde bir Çin tapınağına girermiş gibi bir kemerin altından geçtik. Her yer bir anda Çince tabelalarla doldu. =) Soho’da her zevke hitap edecek tipte bar/pub mevcut.

Çin mahallesi
Yeni sabah Londra havası gerçek yüzünü gösterdi! Yağmurlu ve serin bir hava, gri bir gökyüzü… Bunu beklediğimiz için günü kapalı yerlerde geçirmeye ayırmıştık genellikle. Erkenden kalkıp takma adı “London Eye - Göz” olan meşhur dönmedolaba vardık. Dönmedolap deyince tabi belki insanın aklında biraz ufak bir şey canlanıyor ama Thames nehrinin güney kenarındaki dönmedolap gerçekten büyük! 



135 metre yükseklikte ve 32 kabini var. İyi ki önceden online bilet almıştık. O kötü havaya rağmen yine de önü kalabalık sayılırdı. Havanın güneşli olmasını tercih ederdik ve bence daha iyi bir yere konumlandırılması gerekliydi bu devasa dönmedolabın. Turun bitmesine yakın isterseniz kabinin içindeki belirli bir noktada durup otomatik fotoğrafınızı çektirebilirsiniz. Bir de turun sonunda 4D film izleyebilirsiniz ama çok da bir albenisi yok.



Nehrin güney kenarından yağmurlu bir yürüyüşün ardından Tate Modern’e varabildik. Önce direkt kafeteryasının bulunduğu nehir manzaralı en üst kata çıktık. Güzel birer kahve içip, biraz dinlenip, ısındık. 

Tate Modern
Sonra döne döne katları tavaf ederek çıktık. Her katta gerçekten kimi zaman anlama kapasitemizi aşan ilginç ve modern eserlerle karşılaştık. Yorum yapabilecek düzeyde sanat bilgim yok sanırım. =)

Bu heykele kanım ısınmıştı
Giriş ücretsiz bu arada. Ayrıca burasıyla ilgili başka ilginç bir ayrıntı da şöyle. Binanın yapımı sırasında en alt katta kocaman bir yarık açılmış. Ziyaretçiler bu yarık üzerinde sanki bir sanat eseriymişcesine yorumlar yapmaya başlayınca uzunca süre kapatılmadan durmuş. Ancak şu anda yarık onarılmış durumda.  

Bir zamanlar yarık buradaymış...
Bu müzeden sonra Tate Britain’ı da ziyaret etmeyi düşünüyorsanız gidiş için iki müze arasında direkt gidip gelen tekneye binebilirsiniz.
Milenyum köprüsünden geçerek tekrar kuzey yakasına geçtik. Sırada Natural History Muesum – Doğal Tarih müzesi vardı. Burada en çok ilgilendiğimiz bölüm dinozorlar kısmıydı. Direkt oraya yöneldik. Aslında epey eski görünümlü bir yer ama o kadar da kapsamlı ki. Her yer acayip kalabalık ayrıca!
Dinozorlar bölümünde birçok maket ve gerçek fosil parçaları sergileniyordu. Kimisi de hareketliydi. En popüler dinozor kuşkusuz T.Rex’di. 

T-Rex
Londra’nın meşhur iki katlı otobüslerinden daha büyük olan bu devin birebir ölçülerdeki maketi hem hareket ediyor, hem de ses ve gaz çıkarıyordu (burnundan =) ). E çocuklar için kaçınılmaz bir eğlence. Ne yalan söyleyeyim biz de çocuklar gibi heyecanlanıverdik. Dinozorların bir anda dünyadan yok olmasının sebeplerine yönelik teoriler de anlatılıyordu. Mesela büyük bir meteorun dünyaya çarpması ya da çok büyük volkanik patlamalar sonucu değişen dünya düzenine dinozorların ayak uyduramaması gibi…
Diğer bölümleri de ince ince gezmeye kalksak herhalde akşama kadar çıkamazdık oradan. Hızlıca bir turladık ve hemen yakındaki Science Museum – Bilim Müzesi’ne gittik. 



Bilim Müzesi adı üzerinde, bilime dair ne var ne yok bu müzede. Tıp, ulaşım, elektrik, vs. Tarihi parçalar, yenilikler.. Deneysel/interaktif çalışmalara katılabiliyorsunuz. Trenler, uçaklar ve arabaların olduğu kısımlar sanki Rahmi Koç Sanayi Müzesi kıvamında. Uzay mekiği Apollo ile ilgili bir 4D film izlemek için ayrıca bilet aldık içeriden.

Bilim Müzesi
Röntgen aleti



Bu son iki müzeyi gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. O yüzden Baker Street’deki Sherlock Holmes Müzesi’ne girişi kaçırdık çünkü çoktan kapanmıştı. Ünlü hayali karakter dedektif Sherlock Holmes ve Dr. Watson’ın dairesi bir müzeye çevrilmiş. Sanırım “Sherlock” dizisini Londra’ya gitmeden evvel izleseydik, buraya giremediğimiz için daha çok üzülürdük.

Sherlock'un (sözde) evi
Günün son durağı için Tal yine gelmeden rezervasyon yaptırmıştı. Goodman Biftek restoranı. Restoran şehrin diğer bir ucunda olduğundan, atlayıverdik iki katlı otobüse. Cuma trafiği ve keşmekeşi içinde (Allah’tan zamanımız vardı) şehir turu havasında tüm ana caddelerden geçtik. Epey yorulmuştuk. İyice de bir dinlenmiş olduk bu sayede neredeyse 1 saat süren yol boyunca.



Goodman bize göre lüks ve pahalı bir restoranmış. Menüye bakınca anladık. Duvarda asılı duran bir kara tahtada o gün restoranda yer alan etlerin çeşitleri ve gram üzerinden fiyatı yazıyor. En makul fiyatlı olan ve en ufak gramajlı etten istedik. =) Garson kız biraz şaşırarak “ama bu miktar ikinize yetmez ki!” deyiverdi. Tal muhtemelen tek başına yerdi o kadar eti ama ne var ki içimiz elvermedi o kadarcık ete bir dünya para ödemeye. Neyse ki karnımız çok da acıkmamıştı. Yine de güzel bir atmosferde güzel zaman geçirdik.

Az değil yeterli bu porsiyon! =)

Çıkışta caddenin kenarında bir tabela gözümüze çarpıverdi. Tabelada tanıdık bir Polonya birasının ismini görünce dünya biralarına evsahipliği yaptığını iddia eden bu mütevazi pub’a girdik. Gecenin geri kalanı burada neşeli ve keyifli geçti. Çoğunlukla İngiliz gençleri doldurmuştu pub’ı.

Cumartesi hava ılık ve yarı bulutlu yarı güneşliydi. İlk olarak “Camden Town”a uzandık. Burası sıfır ya da ikinci el eşya satan açık hava pazarları ve dünya mutfağından birçok örnekleri bulabileceğiniz sokak yemekleri satan büfelerle dolu kuzeyde kalan bir semt. Gotikler, punkçılar, metalciler, kimi ararsanız burada bulabilirsiniz. Aslında sanki burası tüm “özgür ruhlar” için yaratılmış bir yer. Tamam ticaret var ama o kadar karmaşa ve kaos içinde bir de uyum ve hoşgörü var. Sanki Londra’da en çok burayı sevdik ikimizde. =)

Camden


İsyankar Banksy tişörtleri çok şey anlatıyor...

Camden Lock

Camden Kanalı ve loku kenarında bir şeyler atıştırma şansınız da var. Dürümcü ablalar da kendilerine bir büfe açmıştı burada. Semtteki diğer bir pazar olan “Stables Market” kocaman bir yer. Labirent gibi, dar aralıklar ve taş kaplı yollar Eminönü’nü andırıyor. Eskiden bir ahır marketiymiş. 



Girişte at heykelleri bizi karşıladı, içeride çeşitli yerlerde de buranın tarihine ilişkin heykeller, yazılar var. 1854’ten beri açık. Anlayacağınız üzere, satılan mallar artık değişik. Buradan bir şeyler satın almadan ayrılabilirseniz iradeniz çok güçlü demektir. O kadar enteresan parçalar var ki. Ve sokak yemekleri tabi ki. Çin, Japon, Hint, Meksika, Türk, Tayland, İspanyol, Vietnam, Endonezya, vb. bir dolu mutfağa ait yemek servis eden büfe var. Seç seçebilirsen! Bayağı renkli.

yemek yemek yemeeeekk

ilginç oturaklar!

E dürümler de kendine yer bulmuş!


Buraya gelmeden Tal’ın ününü duyduğu mağazalardan birisi “Cyberdog” idi. Dükkanda  sürekli tekno müzik çalıyor ve dansçılar tepelerde oynuyor. Içerisi genel olarak loş ve neon lambalarla aydınlatılmış. Kıyafetler, aksesuarlar, kırtasiye malzemeleri, vs birçok ilginç parça satılıyor. Burası resmen fosfor cenneti. Fotoğraf çekmek yasak!




Camden Town’da düşündüğümüzden çok daha fazla vakit geçirdik. Sanki bütün günü orada geçirebilirdik bile. Çıktıktan sonra nispeten daha nezih olan diğer bir açık hava pazarına gittik. Gece gördüğümüzde bomboştu ama gündüz o ne öyle! Kıyametler kopuyordu Covent Garden’da. Her yer sokak sanatçıları ve onların gösterilerini merakla izleyen insanlarla doluydu.

Covent Garden



Pazarın bir köşesini kapmış olan Ben’s Cookies’den leziz iki parça kurabiye aldık. Bol tereyağlı kurabiyeler ağızda dağılıyordu. Oradan da çaycı “Whittard”a geçtik. İngilizlerin çayla olan ilişkisi bilindik. Ama geçen gün okuduğum bir makalede kahve tüketiminin çayı geçtiğini okumuştum. Dükkanın alt katında demlenmiş çaylar tadım için gelen müşterilere sunuluyordu. Tabi birkaçını denedik. Beyaz çikolata tutkunu Tal içinde beyaz çikolata olan bir çay seçti ve bir de geleneksel İngiliz akşamüstü çayı aldık. Çok sempatik de bir satıcı vardı. Bize çok yardımcı oldu. 




İlginç saat tasarımları yapan bir amcadan görünüşüyle notayı çağrıştıran bir saat aldık. Acaba nasıl taşıyacağız derdine de düştük tabi. En sonunda amca bizi ikna etti, güzelce de paketledi, oldu bitti.

Şimdi yazarken farkına varıyorum ki, gezdiğimiz pazarların lükslük seviyesi gitgide artmış gün içinde. En son olarak Harrods’taydık çünkü. =) Harrods’ın adını ilk olarak Prenses Diana sayesinde duymuştuk çoğumuz heralde. Çünkü prensesin sevgilisi Dodi El Fayed’in ailesine aitti. Trafik kazası haberleri sırasında hep bu ayrıntıdan da bahsediliyordu. 

Harrods'ın Antik Mısır temalı duvarları ve merdivenleri
İçeride İngiliz’den çok Araplar ve turistler var. Her taraftan ihtişam akıyor. Fiyatların el yaktığını söylemeye gerek yok sanırım. Bir sürü tasarımcı ve modacının koleksiyonuna ait parçaları buradan satın alabilirsiniz. Giriş katında bir marketi, en üst katta da bir restoranı var. En alt katta geniş bir içki satış bölümü vardı. Bu gözler çookkkk pahalı şarap şişeleri gördü!


Otele uğrayıp, akşam yemeği için dışarı çıktığımızda aslında biraz geçe kaldığımızı fark ettik. Bunun bir sebebi, doğru otobüse ama yanlış yöne giderken binmemizdi. Gitmemiz gereken istikametin tam tersine doğru gidiyorduk. Güneye inmemiz gerekirken daha da kuzeye doğru yol aldık. Kaybolmadan olmaz ki ama, değil mi! =) Allah’tan Hard Rock Café geç saatlere kadar açık! Hyde Park’ın köşesindeydi. Diğer yerlerdekilerle kıyaslayınca mekan biraz ufak kalıyordu ama yer bulabildik. Muhtemelen saat geç olduğu için. Çıktığımızda caddeden geçen ellerinde İngiliz bayrakları, üstlerinde bayrak desenli ve renkli kıyafetler giymiş insanlarla karşılaştık. Hyde Park’ta ulusal bir etkinlik mi vardı acaba diye düşündük ama bilemedik de.

Londra’da son günümüz gelip çatmıştı. Bugünü şehrin parklarına, bahçelerine ayırmıştık. Ne de olsa geceleri belli bir saatten sonra parklar kapalı!
Önce Regent’s Park! Şehrin kuzey tarafından kalan park epey büyüktü. İçindeki Kraliçe Mary bahçesi çok güzel süslenmiş, çiçeklerle bezeli tam bir daire şeklinde. Parkın her tarafına yürüyemedik. Karşımıza çıkan en geniş boş çimenlikte bir önceki gün Bilim Müzesi’nden aldığımız “bilimsel” frizbiyle oynadık. Bir köşede Londra Hayvanat Bahçesi var. Geniş bir kısım da antrenman yapanlara ayrılmış. Gençler futbol ve bir diğer popüler spor olan kriketle haşır neşirdi.

Regent's Park



Parktan çıktıktan sonra Notting Hill’deki Portobello Market’e gitmek için Baker Street durağında metroyu beklemeye başladık. Bu duraktaki restore edilen 5 ve 6  numaralı platformlar dünyanın ilk metrosunun bir parçasıymış aynı zamanda. 1863’te Paddington ve Farringdon arasında açılan metronun.

İlk metro plaketi Baker St. durağında asılıydı



Portobello’da mini mini renkli evler ağaçlıklı caddenin kenarında yanyana dizilmiş. Bu evlerden birinde 1984’ün yazarı George Orwell bir süre yaşamış. Sahaflar, antikacılar, ikinci el elbise dükkanları, Portobello bu ürünler açısından oldukça zengin. Her dükkanda değişik bir şeylerle karşılaşabilirsiniz.


George Orwell'in bir süreliğine yaşadığı ev
Öğle yemeği için buradaki bir cafede mola verdik. “Gail’s Artisan Bakery”.. Çok kalabalıktı. Zar zor oturacak yer bulduk. Caféde olmadığı için Tal dışarıdaki umumi tuvaleti kullanmak durumunda kaldı ve uzun bir kuyruk beklemek. O sırada bir de yağmur yağmaya başlayınca biraz neşesi kaçmış olarak masaya geri döndü. Bu arada neyse siparişlerimiz gelmişti. Yedik içtik ve yola devam.



Londra’nın en meşhur parkı Hyde Park vardı sırada. Bizi karşılayan ilk kısım “Speaker’s Corner” oldu. Parkın bir köşesini bir derdi olan ve derdini insanlara anlatmak isteyenlerin bir kutunun ya da kasanın ya da sandalyenin üzerine çıkıp bağıra çağıra propaganda yapabildiği bir yer olarak ayırmışlar. 

Speaker's Corner


Genel olarak konuşanların profiline bakınca biraz meczup diye tabir edebileceğimiz tipler. Çoğunlukla dini konulara kafayı takmışlar. Tek bir amca farklı bir konuyu ele almıştı. Şehirdeki “Big Brother” durumunu protesto ediyordu. Her yer kamera, her yer Cctv. Londra’da sürekli izleniyorsunuz. Otobüslerin içinde bile.

Parkın içlerine doğru yürüdükçe kalabalıklaşmaya da başladı. Gölün kenarında bir bankta oturup, biraz şarap içtik, biraz kuruyemiş yedik. Tabi ki göldeki bilumum canayakın ördeği, kazı, vs.yi beslemeyi ihmal etmedik. =)

Hyde Park

Hava gitgide karardı, bozardı. Bulutlar akın akın gelmeye, hafiften serin bir rüzgar esmeye başladı. Ve biz tam da Prenses Diana anısına yapılan çeşmenin ordayken yağmur indiriverdi. Bayağı çok yağdı. Olması gereken de buydu herhalde.


Prenses Diana çeşmesi
Yine de yağmur, çamur dinlemeden yürümeye devam ettik. Böyle ağaç, böyle park bulmuşuz kapalı bir yerlere girip bekleyecek miyiz! Akşamüstü olmuştu neredeyse parktan çıkarken ve aklımızda bir yer daha vardı. Regent St’deki 5 ya da 6 katlı tarihi oyuncak mağazası “Hamleys”! Koskoca adam olmuşuz ama işte bir merak. 



Dükkanın en üst 2 katı gerçekten çok iyi. Lego ve maket cenneti. İçerisi cıvıl cıvıl. Legolardan Kraliyet ailesinin fertlerini yapmışlardı. 

Lego Kraliçe ve köpeği

Lord of the Rings, Harry Potter, fantastik filmlerle ilgili aksesuarlar, oyuncaklar. Hitap ettiği yaş bakımından oyuncakların tipi alt kata indikçe azalıyor. Iyi ki burayı es geçmemişiz.

Londra’ya vedamızı Carnaby St’deki Ben’s Cookies’de oturup birer kurabiyeyi afiyetle mideye indirerek yaptık. Heathrow Havaalanına ulaşmak için en ucuz ama en uzun süren yolu seçtik. Metro! Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü ama vakitlice çıktığımız için yetiştik.

Dört günün sonunda karar verdik ki; Londra’ya ne kadar da çok gitsek, sanki hep bir şeyler eksik kalacak ve yine dönmek isteyeceğiz. =)



2 yorum:

israfil dedi ki...

çok güzel bir yazı olmuş, bir çırpıda okudum, Londra planları yapmaya başladım :)

TaL dedi ki...

Teşekkürler. İlham verebildiysek ne mutlu bize :) Gezmek güzeldir.