LONDRA
Adayı gezerken beynimizde ve dilimizde çalan şarkılar
“King of my castle...” ve Jamiroquai'dan nam-ı diğer “Jamiryo” “I’m going deeper
underground!...” idi. Kaleli krallı
şarkı daha çok Edinburgh ve Birmingham’da geçerliydi. Londra’daysa kesinlikle yeraltılı
şarkı!
Piccadilly |
Hem metroyu hem iki katlı otobüsleri oldukça fazla
kullandık. “Oyster card” toplu taşımalarda kullanabileceğiniz bir kart.
Elimizde daha önce kardeşimin kullandığı kartlar vardı. Makinelerden
istediğimiz kadar para doldurup bastık geçişlerde. Yalnız ulaşım pahalı
kesinlikle. Bazen bastığımzda para almadığı için metro yerine otobüse
biniyorduk. Gelmeden önce internetten atraksiyonlarda, müzelerde, vs. geçerli
üç günlük London Pass da satın almıştık. Ama bir günlük yeterli gelecekmiş, en
azından bize.
11 gün içinde en çok günü Londra’ya ayırmıştık ama yine
de içimizde bir heyecan, acaba görmek istediğimiz yerleri görebilecek miydik!?.
Çarşamba akşamı Londra’nın kuzeyinde kalan Euston
İstasyonu’ndaydık. Birmingham treninden indik ve serin Londra havasına
karıştık. Hemen istasyonun önündeki bahçede tarihi iki taş bina vardı.
Önlerinde de ellerinde içki kadehleriyle neşeli birer kalabalık.
Otelimiz istasyona çok yakındı. Kuzey bölgesini
seçmemizin bir başka nedeni de otel fiyatlarının buralarda nispeten ucuz
olmasıydı. Eşyaları bırakıp tekrar istasyona oradan metroyla ışıl ışıl Piccadilly
meydanına vardık. Devasa boyutlu neon tabelalar, ortada Eros heykeli ve
Shaftesbury Anıtı ile yolların kesiştiği bu kavşak kalabalık ve cıvıl cıvıldı.
Meydandan ayrılıp trafiğe kapalı Coventry caddesinde yürümeye başladık.
Gözümüze ilişen epeyce büyük Cool Britannia isimli hediyelik eşya dükkanına
girdik ama çıkmak uzun sürdü. Çok ilginç hediyelikler vardı. Elimize yük yapmak
istemediğimiz için hiçbir şey almadan çıktık ama tabi daha sonra bir daha
buraya uğrayamadık. Tal’ın acıkan karnını Burger King’de doyurduktan sonra
yürüyüşümüz Leicester Meydanı’na doğru devam etti. Saat gitgide ilerlediğinden
Covent Garden’a vardığımızda artık in cin top oynuyordu.
Antik bir Roma
pazarını andıran Covent Garden Tal’ın özellikle merak ettiği yerlerdendi. James
Bowen ve “Sokak Kedisi Bob”un maceralarını okuduysanız siz de ediyor
olabilirsiniz. Bir kedi delisi olan Tal’ın hayallerinden biri de Londra
sokaklarında Bob ile karşılaşmaktı. =) Ama maalesef hiiiç karşılaşmadık.
Ertesi sabah Londra çok sıcak bir güne başladı. Sürekli
tişörtle gezdik ve hatta bayağı sıcakladık. 28 dereceydi. İki katlı kırmızı
otobüslerden birine binip Trafalgar Meydanı’na vardık. Devasa “National Gallery”
burada. Girişi ücretsiz. Müze binasını ve merdivenlerini görünce zihnimde
direkt her tür filmin adamı Nicolas Cage belirdi ve maceraperest bir tarihçiyi
canlandırdığı filmi National Treasure. =)
Trafalgar meydanını bekleyen dev mavi horoz =) |
Meydan hiç çekmediği kadar çok kuşlardan çekmiş. Kuş
pislikleriyle ve kötü bir kokuyla kaplıymış bir zamanlar Trafalgar. Sonunda
insanların kuşlara yem vermesi yasaklanmış, uymayanlara ceza kesilmesi
kararlaştırılmış. Zaten ortalıkta uyarı levhaları asılı. Eski halini bilmiyorum
ama şimdi temiz gözüküyordu.
Lütfen kuşları beslemeyin. Para cezasına çarptırılabilirsiniz... |
Koskoca Londra’da London Pass’ımızı teslim alabileceğimiz
tek bir nokta vardı. Orada da uzunca bir kuyruk. Yaklaşık bir saat sürdü
kartlarımızı almamız. Buradan yetkililere sesleniyorum: Nokta sayısını arttırmanız
şart!
St. James parkının yanından krallığın kalbi Buckingham
Sarayı’na doğru yürürken geçtiğimiz yol The Mall idi. Dümdüz, upuzun ve
yemyeşil ağaçların altında bir yol. Yürümesi epey keyif verdi. Saat 11:30’daki
muhafız değişim törenine yetişmeye çalışıyorduk. Saraya yaklaştıkça ortalık
daha da kalabalıklaştı. Vardığımızda gözlerimize inanamadık. İnsanlar saat
kaçtan beri burada nöbet tutuyordu acaba! Kum gibi bir kalabalık. Neyse bir
yerlere iliştirdik kendimizi. Ve uzun, siyah tüylü şapkalarıyla, kırmızı
ceketlerini giymiş muhafızlar birkaç koldan, öndeki bando eşliğinde yürüyüşe başladı. Fotoğraf
çekmeye çalışan turistlerden biri tüm uyarılara rağmen yoldan çekilmeyince
neredeyse bir atın altında kalıyordu. =)
Buckingham'ın bahçesi önündeki sabırlı turist kalabalığı! |
Geçiş töreninin ardından, St. James parkının diğer
tarafından yine ağaçların altında bu defa ters istikamette Westminster Abbey’e
doğru yürüdük. Girişi ücretli, London pass ile
bedava. Burası birçok kral ve kraliçenin taç giyme ve cenaze
törenlerinin yapldığı manastır. Ayrıca daha birçok ünlünün de mezarları var. Mesela
Charles Darwin, Isaac Newton, Charles Dickens. Bahtsız Prenses Diana’nın cenaze
töreni de burada olmuş. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı. Çaktırmadan birkaç
görüntü alabildik.
Westminster Abbey |
Parlamento Binası ve meşhur Big Ben de manastırın hemen
arkasında, Thames nehri kenarında. Aslında dev saat kulesindeki çanın adı Big Ben
imiş bu arada. Kulenin kendisi değil. Uzaktan bol bol fotoğrafını
çekebilirsiniz ama içine girmek yasakmış meğerse. Bunu bilmiyorduk.
Big Ben - İzinsiz giriş suçmuş. |
Bir sonraki durak St. Paul Katedrali idi. Metroyu
kullandık. Öğle yemeği saatine denk gelmiştik. Katedralin bahçesinde ilginç bir
manzarayla karşılaştık. Bahçe öğle yemeğini kapıp çimenlere yayılmış yemeklerini
yiyen ya da güneşlenen beyaz yakalılarla doluydu. =)
St. Paul'un bahçesi |
Oldukça görkemli bir
katedral olduğu yadsınamaz ama en eğlenceli(!) yeri kubbesi ve Bolonya’daki
Fısıltı Galerisi’ni hatırlatan mimarisi. Denedik onayladık. Birbirimizden
metrelerce uzaklıktayken ve sırtlarımız birbirine dönükken fısıldayarak konuşup
ne dediğimizi anladık. 1666’daki Büyük Londra Yangını’ndan burası da nasibini
almış ve yanmış ve 1708’de yeniden inşa edilmiş. Katedral ayrıca krallığın en
ünlü çiftlerinden Diana ve Charles’ın düğün töreninin ev sahibiymiş.
Daha katedrale girmeden Pizza Express’i gözümüze
kestirmiştik. Edinburgh’da son günümüzde keşfettiğimiz pizzacı. Öğle yemeğimizi
burada yedik. Pizza - makarna –tiramisu, bu üçlüye hayır demek ayıptır.
Yemeğin ardından bir öğle uykusu fena olmazdı. Uyumadık
tabi ki. Sokaklara düştük. Otobüse bindik. Trafik sıkışıklığı Londra’nın büyük
bir sorunu diye duyardık zaten ama bizzat şahit de olduk buna özellikle otobüs
kullanınca. Allah’tan sürücüler ve yayalar genellikle kurallara uyuyor, yoksa
bizdeki gibi kaos ortamı hakim olurdu.
Kapanmadan önce Kule Köprüsü - Tower Bridge’ e
varmalıydık. Mavi mavi parlayan kulenin üst katına bir asansörle çıktık. Önce
kulenin tarihine ait neşeli bir video görüntüsü izledik büyük bir salonda. Bu
salon köprünün tasarım ofisi şeklinde canlandırılmıştı. Ekranda konuşanlardan
biri de projenin mimarı Horace Jones idi. Köprünün yapımı için o kadar çok
egzantirik proje sunulmuş ki; en akla yakın olan Jones’unki olarak seçilmiş
sonunda ve 8 yıl süren inşa çalışmalarının ardından 1894’te açılmış. Ticari
gelişmeler Londra’nın iki yakasını bir araya getirecek bir köprüye daha ihtiyaç
doğurmuş. “Londra köprüsü yıkılıyor – London Bridge is falling down” şarkısının
bu köprüyle alakası olmadığını da söyleyeyim. Kule köprüsünden bakınca Londra
köprüsü de gözüküyor, çok öyle ihtişamlı bir şey de değil üstelik. =)
Tower Bridge |
Köprünün bir kulesinden diğerine geçerken bir serginin
içinden geçtik aynı zamanda. Londra ile ilgili bir çocuk kitabından resimli
alıntıları içeren büyük kartonlar asılıydı. Diğer şehirlerdeki köprülerle
ilgili detaylı bilgilerin bulunduğu kartonlar da vardı. Boğaziçi Köprüsü’nü de
unutmamışlar. Bu koridorda isterseniz düğününüzü yapabiliyorsunuz. Biz ordayken
bir gelin adayı görevliyle detayları konuşuyordu. =) İlginç bir mekan!
Kulelerden indikten sonra tekrar sokağa çıkıp yerdeki okları
takip ederek bu defa kulelerin makine dairesine vardık. Köprünün orijinalinde
açılması hidrolik akülerde toplanan basınçlı suya dayanan hidrolik bir sistemle
sağlanırken, günümüzde elektro-hidrolik sistemle değiştirilmiş. Makine dairesi
müzesinde eskiden kullanılan buhar motoru, hidrolik makineler ve aküler
sergileniyor. Geçmiş teknolojiye yolculuk…
Burayı da kolaçan edip, Thames’in güneyinde kalan bölgede
nehrin kenarında yürüyüşe geçtik. Perşembe akşamı işten çıkmış insanlarla
doluydu ortalık. Kimisi publarda içkilerini yudumlamaya başlamış, kimisi de
gömlek kollarını kıvırmış bocce oynuyordu. Artık bir müze olan İngiliz savaş
gemisi HMS Belfast’ın güvertesinde üst düzey bir parti vardı. Smokinli beyler,
gece kıyafetli hanımlar, kulağımıza çalınan hafif müzik… Nehrin kenarındaki
yüksek duvara oturup etrafı izledik biz de. Thames’in suları biraz pis
gözüküyordu. Çamurluydu ama kötü bir koku yoktu.
Londra'nın finans bölgesi |
HMS Belfast |
Tal küçük bir çocukken “Londra köprüsü yıkılıyoorr!!”
diye bağırıp kendini yatağına bırakıverdiğinde kafasını yatak başındaki rafa
çarpmak suretiyle biraz yarmış! Londra köprüsünden tekrar kuzey tarafına
geçerken bu anısını da yad ettik. =)
Akşam yemeği saati gelip çattığından, e İngiltere’ye
gelmişiz, fish & chips yemeden olmaz. Geleneksel usülde balık & patates
kızartması pişiren Oxford St. yakınlarındaki “Golden Union”a gittik. Gayet
salaş, bizim pideciler tarzında bir yer. İçerisi yağ ve balık kokuyor ama
rahatsız edici değil, bilakis açlığı arttırıcı ki zaten açtık. Hemen birer
porsiyon söyledik. Bolca kalın kesilmiş patates ve balıkla dolu dev gibi iki
tabak geldi. Yanında da bira güzel gitti!
Bolca kolestrol içeren yemeğimizle midemizi iyice şişirdikten
sonra düştük tabi yollara. Artık yayandık. Mümkün olduğunca az toplu taşıma
kullanıp sokakları arşınlamaya koyulduk. Carnaby St. butiklerin ve küçük
cafelerin toplandığı araç trafiğine kapalı şirin bir cadde. Carnaby’den Soho
bölgesine doğru yürürken sanki hiç uyumayan sokaklardan geçiyorduk. Dar sokaklar
ve her köşebaşında bir pub. Her tipten insan içerde ya da dışarda takılıyorlar.
Soho meydanındaki park kapalıydı. Bu arada Londra’daki birçok park demir
kapıları zincirlenmiş şekilde geceleri kapalı oluyor.
Carnaby St. |
Şehrin meşhur Çin mahallesi de Soho’da. Geldiğinizi
anlıyorsunuz hemen. Restoranların yoğunlaştığı caddenin girişinde bir Çin
tapınağına girermiş gibi bir kemerin altından geçtik. Her yer bir anda Çince
tabelalarla doldu. =) Soho’da her zevke
hitap edecek tipte bar/pub mevcut.
Çin mahallesi |
Yeni sabah Londra havası gerçek yüzünü gösterdi! Yağmurlu
ve serin bir hava, gri bir gökyüzü… Bunu beklediğimiz için günü kapalı yerlerde
geçirmeye ayırmıştık genellikle. Erkenden kalkıp takma adı “London Eye - Göz”
olan meşhur dönmedolaba vardık. Dönmedolap deyince tabi belki insanın aklında
biraz ufak bir şey canlanıyor ama Thames nehrinin güney kenarındaki dönmedolap
gerçekten büyük!
135 metre yükseklikte ve 32 kabini var. İyi ki önceden online
bilet almıştık. O kötü havaya rağmen yine de önü kalabalık sayılırdı. Havanın
güneşli olmasını tercih ederdik ve bence daha iyi bir yere konumlandırılması
gerekliydi bu devasa dönmedolabın. Turun bitmesine yakın isterseniz kabinin
içindeki belirli bir noktada durup otomatik fotoğrafınızı çektirebilirsiniz.
Bir de turun sonunda 4D film izleyebilirsiniz ama çok da bir albenisi yok.
Nehrin güney kenarından yağmurlu bir yürüyüşün ardından
Tate Modern’e varabildik. Önce direkt kafeteryasının bulunduğu nehir manzaralı
en üst kata çıktık. Güzel birer kahve içip, biraz dinlenip, ısındık.
Tate Modern |
Sonra döne
döne katları tavaf ederek çıktık. Her katta gerçekten kimi zaman anlama
kapasitemizi aşan ilginç ve modern eserlerle karşılaştık. Yorum yapabilecek
düzeyde sanat bilgim yok sanırım. =)
Bu heykele kanım ısınmıştı |
Giriş ücretsiz bu arada. Ayrıca burasıyla ilgili başka
ilginç bir ayrıntı da şöyle. Binanın yapımı sırasında en alt katta kocaman bir
yarık açılmış. Ziyaretçiler bu yarık üzerinde sanki bir sanat eseriymişcesine
yorumlar yapmaya başlayınca uzunca süre kapatılmadan durmuş. Ancak şu anda
yarık onarılmış durumda.
Bir zamanlar yarık buradaymış... |
Bu müzeden
sonra Tate Britain’ı da ziyaret etmeyi düşünüyorsanız gidiş için iki müze
arasında direkt gidip gelen tekneye binebilirsiniz.
Milenyum köprüsünden geçerek tekrar kuzey yakasına
geçtik. Sırada Natural History Muesum – Doğal Tarih müzesi vardı. Burada en çok
ilgilendiğimiz bölüm dinozorlar kısmıydı. Direkt oraya yöneldik. Aslında epey
eski görünümlü bir yer ama o kadar da kapsamlı ki. Her yer acayip kalabalık
ayrıca!
Dinozorlar bölümünde birçok maket ve gerçek fosil
parçaları sergileniyordu. Kimisi de hareketliydi. En popüler dinozor kuşkusuz
T.Rex’di.
T-Rex |
Londra’nın meşhur iki katlı otobüslerinden daha büyük olan bu devin
birebir ölçülerdeki maketi hem hareket ediyor, hem de ses ve gaz çıkarıyordu
(burnundan =) ). E çocuklar için kaçınılmaz bir eğlence. Ne yalan söyleyeyim
biz de çocuklar gibi heyecanlanıverdik. Dinozorların bir anda dünyadan yok
olmasının sebeplerine yönelik teoriler de anlatılıyordu. Mesela büyük bir
meteorun dünyaya çarpması ya da çok büyük volkanik patlamalar sonucu değişen
dünya düzenine dinozorların ayak uyduramaması gibi…
Diğer bölümleri de ince ince gezmeye kalksak herhalde
akşama kadar çıkamazdık oradan. Hızlıca bir turladık ve hemen yakındaki Science
Museum – Bilim Müzesi’ne gittik.
Bilim Müzesi adı üzerinde, bilime dair ne var
ne yok bu müzede. Tıp, ulaşım, elektrik, vs. Tarihi parçalar, yenilikler.. Deneysel/interaktif
çalışmalara katılabiliyorsunuz. Trenler, uçaklar ve arabaların olduğu kısımlar
sanki Rahmi Koç Sanayi Müzesi kıvamında. Uzay mekiği Apollo ile ilgili bir 4D
film izlemek için ayrıca bilet aldık içeriden.
Bilim Müzesi |
Röntgen aleti |
Bu son iki müzeyi gezerken zamanın nasıl geçtiğini
anlamadık bile. O yüzden Baker Street’deki Sherlock Holmes Müzesi’ne girişi
kaçırdık çünkü çoktan kapanmıştı. Ünlü hayali karakter dedektif Sherlock Holmes
ve Dr. Watson’ın dairesi bir müzeye çevrilmiş. Sanırım “Sherlock” dizisini
Londra’ya gitmeden evvel izleseydik, buraya giremediğimiz için daha çok
üzülürdük.
Sherlock'un (sözde) evi |
Günün son durağı için Tal yine gelmeden rezervasyon
yaptırmıştı. Goodman Biftek restoranı. Restoran şehrin diğer bir ucunda
olduğundan, atlayıverdik iki katlı otobüse. Cuma trafiği ve keşmekeşi içinde
(Allah’tan zamanımız vardı) şehir turu havasında tüm ana caddelerden geçtik.
Epey yorulmuştuk. İyice de bir dinlenmiş olduk bu sayede neredeyse 1 saat süren
yol boyunca.
Goodman bize göre lüks ve pahalı bir restoranmış. Menüye
bakınca anladık. Duvarda asılı duran bir kara tahtada o gün restoranda yer alan
etlerin çeşitleri ve gram üzerinden fiyatı yazıyor. En makul fiyatlı olan ve en
ufak gramajlı etten istedik. =) Garson kız biraz şaşırarak “ama bu miktar
ikinize yetmez ki!” deyiverdi. Tal muhtemelen tek başına yerdi o kadar eti ama
ne var ki içimiz elvermedi o kadarcık ete bir dünya para ödemeye. Neyse ki
karnımız çok da acıkmamıştı. Yine de güzel bir atmosferde güzel zaman geçirdik.
Az değil yeterli bu porsiyon! =) |
Çıkışta caddenin kenarında bir tabela gözümüze
çarpıverdi. Tabelada tanıdık bir Polonya birasının ismini görünce dünya
biralarına evsahipliği yaptığını iddia eden bu mütevazi pub’a girdik. Gecenin
geri kalanı burada neşeli ve keyifli geçti. Çoğunlukla İngiliz gençleri
doldurmuştu pub’ı.
Cumartesi hava ılık ve yarı bulutlu yarı güneşliydi. İlk
olarak “Camden Town”a uzandık. Burası sıfır ya da ikinci el eşya satan açık
hava pazarları ve dünya mutfağından birçok örnekleri bulabileceğiniz sokak
yemekleri satan büfelerle dolu kuzeyde kalan bir semt. Gotikler, punkçılar,
metalciler, kimi ararsanız burada bulabilirsiniz. Aslında sanki burası tüm
“özgür ruhlar” için yaratılmış bir yer. Tamam ticaret var ama o kadar karmaşa
ve kaos içinde bir de uyum ve hoşgörü var. Sanki Londra’da en çok burayı sevdik
ikimizde. =)
Camden |
İsyankar Banksy tişörtleri çok şey anlatıyor... |
Camden Lock |
Camden Kanalı ve loku kenarında bir şeyler atıştırma
şansınız da var. Dürümcü ablalar da kendilerine bir büfe açmıştı burada. Semtteki
diğer bir pazar olan “Stables Market” kocaman bir yer. Labirent gibi, dar
aralıklar ve taş kaplı yollar Eminönü’nü andırıyor. Eskiden bir ahır
marketiymiş.
Girişte at heykelleri bizi karşıladı, içeride çeşitli yerlerde de
buranın tarihine ilişkin heykeller, yazılar var. 1854’ten beri açık.
Anlayacağınız üzere, satılan mallar artık değişik. Buradan bir şeyler satın
almadan ayrılabilirseniz iradeniz çok güçlü demektir. O kadar enteresan
parçalar var ki. Ve sokak yemekleri tabi ki. Çin, Japon, Hint, Meksika, Türk,
Tayland, İspanyol, Vietnam, Endonezya, vb. bir dolu mutfağa ait yemek servis
eden büfe var. Seç seçebilirsen! Bayağı renkli.
yemek yemek yemeeeekk |
ilginç oturaklar! |
E dürümler de kendine yer bulmuş! |
Buraya gelmeden Tal’ın ününü duyduğu mağazalardan birisi
“Cyberdog” idi. Dükkanda sürekli tekno
müzik çalıyor ve dansçılar tepelerde oynuyor. Içerisi genel olarak loş ve neon
lambalarla aydınlatılmış. Kıyafetler, aksesuarlar, kırtasiye malzemeleri, vs
birçok ilginç parça satılıyor. Burası resmen fosfor cenneti. Fotoğraf çekmek
yasak!
Camden Town’da düşündüğümüzden çok daha fazla vakit
geçirdik. Sanki bütün günü orada geçirebilirdik bile. Çıktıktan sonra nispeten
daha nezih olan diğer bir açık hava pazarına gittik. Gece gördüğümüzde bomboştu
ama gündüz o ne öyle! Kıyametler kopuyordu Covent Garden’da. Her yer sokak
sanatçıları ve onların gösterilerini merakla izleyen insanlarla doluydu.
Covent Garden |
Pazarın bir köşesini kapmış olan Ben’s Cookies’den leziz
iki parça kurabiye aldık. Bol tereyağlı kurabiyeler ağızda dağılıyordu. Oradan
da çaycı “Whittard”a geçtik. İngilizlerin çayla olan ilişkisi bilindik. Ama
geçen gün okuduğum bir makalede kahve tüketiminin çayı geçtiğini okumuştum.
Dükkanın alt katında demlenmiş çaylar tadım için gelen müşterilere sunuluyordu.
Tabi birkaçını denedik. Beyaz çikolata tutkunu Tal içinde beyaz çikolata olan
bir çay seçti ve bir de geleneksel İngiliz akşamüstü çayı aldık. Çok sempatik
de bir satıcı vardı. Bize çok yardımcı oldu.
İlginç saat tasarımları yapan bir
amcadan görünüşüyle notayı çağrıştıran bir saat aldık. Acaba nasıl taşıyacağız
derdine de düştük tabi. En sonunda amca bizi ikna etti, güzelce de paketledi,
oldu bitti.
Şimdi yazarken farkına varıyorum ki, gezdiğimiz
pazarların lükslük seviyesi gitgide artmış gün içinde. En son olarak
Harrods’taydık çünkü. =) Harrods’ın adını ilk olarak Prenses Diana sayesinde
duymuştuk çoğumuz heralde. Çünkü prensesin sevgilisi Dodi El Fayed’in ailesine
aitti. Trafik kazası haberleri sırasında hep bu ayrıntıdan da bahsediliyordu.
Harrods'ın Antik Mısır temalı duvarları ve merdivenleri |
İçeride İngiliz’den çok Araplar ve turistler var. Her taraftan ihtişam akıyor.
Fiyatların el yaktığını söylemeye gerek yok sanırım. Bir sürü tasarımcı ve
modacının koleksiyonuna ait parçaları buradan satın alabilirsiniz. Giriş
katında bir marketi, en üst katta da bir restoranı var. En alt katta geniş bir
içki satış bölümü vardı. Bu gözler çookkkk pahalı şarap şişeleri gördü!
Otele uğrayıp, akşam yemeği için dışarı çıktığımızda
aslında biraz geçe kaldığımızı fark ettik. Bunun bir sebebi, doğru otobüse ama
yanlış yöne giderken binmemizdi. Gitmemiz gereken istikametin tam tersine doğru
gidiyorduk. Güneye inmemiz gerekirken daha da kuzeye doğru yol aldık.
Kaybolmadan olmaz ki ama, değil mi! =) Allah’tan Hard Rock Café geç saatlere
kadar açık! Hyde Park’ın köşesindeydi. Diğer yerlerdekilerle kıyaslayınca mekan
biraz ufak kalıyordu ama yer bulabildik. Muhtemelen saat geç olduğu için.
Çıktığımızda caddeden geçen ellerinde İngiliz bayrakları, üstlerinde bayrak
desenli ve renkli kıyafetler giymiş insanlarla karşılaştık. Hyde Park’ta ulusal
bir etkinlik mi vardı acaba diye düşündük ama bilemedik de.
Londra’da son günümüz gelip çatmıştı. Bugünü şehrin
parklarına, bahçelerine ayırmıştık. Ne de olsa geceleri belli bir saatten sonra
parklar kapalı!
Önce Regent’s Park! Şehrin kuzey tarafından kalan park
epey büyüktü. İçindeki Kraliçe Mary bahçesi çok güzel süslenmiş, çiçeklerle
bezeli tam bir daire şeklinde. Parkın her tarafına yürüyemedik. Karşımıza çıkan
en geniş boş çimenlikte bir önceki gün Bilim Müzesi’nden aldığımız “bilimsel”
frizbiyle oynadık. Bir köşede Londra Hayvanat Bahçesi var. Geniş bir kısım da
antrenman yapanlara ayrılmış. Gençler futbol ve bir diğer popüler spor olan
kriketle haşır neşirdi.
Regent's Park |
Parktan çıktıktan sonra Notting Hill’deki Portobello
Market’e gitmek için Baker Street durağında metroyu beklemeye başladık. Bu
duraktaki restore edilen 5 ve 6 numaralı
platformlar dünyanın ilk metrosunun bir parçasıymış aynı zamanda. 1863’te
Paddington ve Farringdon arasında açılan metronun.
İlk metro plaketi Baker St. durağında asılıydı |
Portobello’da mini mini renkli evler ağaçlıklı caddenin
kenarında yanyana dizilmiş. Bu evlerden birinde 1984’ün yazarı George Orwell
bir süre yaşamış. Sahaflar, antikacılar, ikinci el elbise dükkanları,
Portobello bu ürünler açısından oldukça zengin. Her dükkanda değişik bir
şeylerle karşılaşabilirsiniz.
George Orwell'in bir süreliğine yaşadığı ev |
Öğle yemeği için buradaki bir cafede mola verdik. “Gail’s
Artisan Bakery”.. Çok kalabalıktı. Zar zor oturacak yer bulduk. Caféde olmadığı
için Tal dışarıdaki umumi tuvaleti kullanmak durumunda kaldı ve uzun bir kuyruk
beklemek. O sırada bir de yağmur yağmaya başlayınca biraz neşesi kaçmış olarak
masaya geri döndü. Bu arada neyse siparişlerimiz gelmişti. Yedik içtik ve yola
devam.
Londra’nın en meşhur parkı Hyde Park vardı sırada. Bizi
karşılayan ilk kısım “Speaker’s Corner” oldu. Parkın bir köşesini bir derdi
olan ve derdini insanlara anlatmak isteyenlerin bir kutunun ya da kasanın ya da
sandalyenin üzerine çıkıp bağıra çağıra propaganda yapabildiği bir yer olarak
ayırmışlar.
Speaker's Corner |
Genel olarak konuşanların profiline bakınca biraz meczup diye tabir
edebileceğimiz tipler. Çoğunlukla dini konulara kafayı takmışlar. Tek bir amca
farklı bir konuyu ele almıştı. Şehirdeki “Big Brother” durumunu protesto
ediyordu. Her yer kamera, her yer Cctv. Londra’da sürekli izleniyorsunuz.
Otobüslerin içinde bile.
Parkın içlerine doğru yürüdükçe kalabalıklaşmaya da
başladı. Gölün kenarında bir bankta oturup, biraz şarap içtik, biraz kuruyemiş
yedik. Tabi ki göldeki bilumum canayakın ördeği, kazı, vs.yi beslemeyi ihmal
etmedik. =)
Hyde Park |
Hava gitgide karardı, bozardı. Bulutlar akın akın
gelmeye, hafiften serin bir rüzgar esmeye başladı. Ve biz tam da Prenses Diana
anısına yapılan çeşmenin ordayken yağmur indiriverdi. Bayağı çok yağdı. Olması
gereken de buydu herhalde.
Prenses Diana çeşmesi |
Yine de yağmur, çamur dinlemeden yürümeye devam ettik.
Böyle ağaç, böyle park bulmuşuz kapalı bir yerlere girip bekleyecek miyiz!
Akşamüstü olmuştu neredeyse parktan çıkarken ve aklımızda bir yer daha vardı.
Regent St’deki 5 ya da 6 katlı tarihi oyuncak mağazası “Hamleys”! Koskoca adam
olmuşuz ama işte bir merak.
Dükkanın en üst 2 katı gerçekten çok iyi. Lego ve
maket cenneti. İçerisi cıvıl cıvıl. Legolardan Kraliyet ailesinin fertlerini
yapmışlardı.
Lego Kraliçe ve köpeği |
Lord of the Rings, Harry Potter, fantastik filmlerle ilgili
aksesuarlar, oyuncaklar. Hitap ettiği yaş bakımından oyuncakların tipi alt kata
indikçe azalıyor. Iyi ki burayı es geçmemişiz.
Londra’ya vedamızı Carnaby St’deki Ben’s Cookies’de
oturup birer kurabiyeyi afiyetle mideye indirerek yaptık. Heathrow Havaalanına
ulaşmak için en ucuz ama en uzun süren yolu seçtik. Metro! Yolculuk yaklaşık
bir saat sürdü ama vakitlice çıktığımız için yetiştik.
Dört günün sonunda karar verdik ki; Londra’ya ne kadar da
çok gitsek, sanki hep bir şeyler eksik kalacak ve yine dönmek isteyeceğiz. =)
2 yorum:
çok güzel bir yazı olmuş, bir çırpıda okudum, Londra planları yapmaya başladım :)
Teşekkürler. İlham verebildiysek ne mutlu bize :) Gezmek güzeldir.
Yorum Gönder