BIRMINGHAM,
WARWICK, STRATFORD-UPON-AVON
Edinburgh treninden indiğimizde saat epey geç olmuştu.
Rahatsız geçen yolculuğun etkisiyle koşar adımlarla istasyondan ayrıldık.
Sokaklar ıssız ve sessizdi. Aslında şehri görecek gözümüz yoktu pek. Bir an
önce otele varıp uyumak isteği ağır basıyordu, ki öyle de yaptık.
Aslında Birmingham çok merak ettiğimiz bir yer olmaktan
ziyade çevresine yapacağımız geziler için bir üs konumundaydı. Birmingham
Londra’dan sonra İngiltere’nin ikinci büyük şehri. Sanayi Devrimi’nin başladığı
yer aynı zamanda.
|
Eski ve yeni... Moor St İstasyonu ve arkasında Bullring |
Salı sabahı erkenden kalktık ve Warwick’e gidiş için Moor
Street İstasyonu’na yollandık. İstasyonun içindeki şirin bir kafede çay
eşliğinde peynirli ve soğanlı tost yedik. Pek cazip bir bileşen gibi gelmiyor
kulağa ama lezzetliydi bence. Bu istasyon akşam varış yaptığımız New Street
istasyonuna göre daha sempatikti kesinlikle. Bu hissiyatımda nostaljik
havasının etkisi var.
Warwick’e varmamız yaklaşık 40 dk sürdü. Kasaba gayet
sakin ve sessiz bir sabaha uyanmıştı. Mini mini evlerin arasından tatlı bir
yokuşu tırmanarak Warwick Kalesi’ne vardık.
|
Sessiz sakin bir Warwick sabahı |
Yemyeşil ağaçların ortasında hala yaşayan canlı bir kale. Hala yaşıyor çünkü içinde Orta Çağ’daki hayatı anımsatan etkinlikler düzenleniyor ve etraftaki görevliler o dönemlere ait kostümler içinde. Müzikler keza öyle. Kalenin restorasyonu sürekli devam ediyormuş. Bugüne kadar yaklaşık 20 milyon sterlin harcanmış.
|
Warwick Kalesi |
Gelmeden önce internet sitesinden giriş için indirimli
bilet alınabiliyor. Biz hem kale girişi hem de Merlin – Ejderha Kulesi için bilet
almıştık. Önce oraya gittik ve rehberimizle beraber az kişiden oluşan
grubumuzla kuleye girdik. TV dizisi Merlin buranın konseptini oluşturuyor.
Büyüler, ejderha vs. yaklaşık 15-20 dk süren fantastik bir ortam. Ama sanırım
kalenin en sevdiğim yeri burası olmadı.
|
Kalenin avlusu ve Merlin kulesi |
Kalenin en ünlü sahiplerinden biri “Boleyn Kızı”
kitabından ve filminden hatırlanabileceği üzere 8.Henry imiş. Kendisinin ve
altı eşinin mankenleri kalenin Büyük Salonunda ziyaretçileri karşılıyor.
|
8.Henry ve eşleri |
Kalenin diğer kulelerine de çıktık. Birisi 1356’da inşa
edilmiş Caesar Kulesi, diğeriyse 1380’de inşa edilmiş Guy Kulesi. Tırmanış
yorucuydu. Bir kuleden diğerine surların üzerinde yürüdük. Ama dua edin önünüze
yavaş yürüyen birisi denk gelmesin. =) Kulelelerin en iyi tarafı size
sundukları etkileyici manzaralar.
|
Kulenin duvarında 17.yy'dan kalma bir çizim |
|
Avon nehri ve kale |
Kalede farklı saatlerde düzenlenen gösterilerden birisi
“trebuchet” yani mancınık ya da diğer adıyla katapult gösterisiydi. Çimenlerin
üzerine yayıldık. Bir görevli çalışma mekanizmasını anlatırken diğer 5-6 kişi
düzeneği kuruyordu. Sonunda fırlatma anı geldi ve fiiiyuvvvv! Zahmetli bir iş.
Eskiden kaleleri kuşattıklarında hastalıktan ölmüş domuzları bu alet sayesinde kalenin
su kaynağına fırlatırlarmış. İnsanları teslim olmaya zorlamak için pis ve
gerçekten adice bir yöntem! Akşamüstü bir mancınık gösterisi daha varmış ama bu
kez alevlisinden. Biz ona kalamadık maalesef.
|
Günlük gösteri programı |
|
Mancınık gösterisi |
Diğer bir gösteri okçu gösterisiydi. Ok atmanın
inceliklerini ve ok/yay çeşitlerini eğlenceli bir dille anlattı rehber/okçu
karışımı abi. Ok yapımında da işler pisleşmiş. Özellikle Fransızlar’la yapılan
savaşlar sayesinde. İnsanlara daha çok acı vermek, kesin ölüm sağlamak ya da
içlerini daha çok oymak için burgulu/zehirli/ateşli oklar yapılmış örneğin.
|
Okçu abi anlatıyor |
Sıradaki ve en çok beklenen gösteri avcı kuşlar
gösterisiydi. Akbabalar, kartallar, baykuşlar nasıl böyle evcilleştirilebilmiş.
Hayret ettik. Eğitimcilerinin sözüne itaat eden vahşi kuşlar. Tabi bunda
yaptıkları hareketin ardından aldıkları ödülün de etkisi yadsınamaz. Ama bir
keresinde işler beklenildiği gibi geçmememiş. Eğitimci gösteri sırasında genç
kartalı havaya salmış. Kartal 1-2 dk içinde geri geleceği yerde biraz daha uzun
süre sonra gelmiş ama ağzında bir tavşanla! Avcılık içgüdülerini terk etmek o
kadar kolay değil demek ki.
|
Kuşları gösteri öncesi insanların ilgisine ısındırma turları |
|
Baykuş kardeşin boynu tutuluyor mu acaba hiç? |
Bir akbabanın paytak paytak yürüyüşünü, bir
kartalın asaletini yakından görmek gerçekten büyüleyiciydi. Tal’ın kalbi burada
kaldı ve hatta şöyle ekledi; “Kuşlar seyircilerin oturdukları izleme alanının
da üstünden uçuyor ve çok alçaktan geçebiliyorlar. O güzel ve uzun kanatların
altından bu gösteriyi izlemek, yarattıkları rüzgarı hissetmek, eğer hayvansever
biri iseniz, paha biçilemez bir duygu!” =)
|
Kel kartal biraz sonra havalanıp süzülecek |
|
Akbaba sakin gözüküyor. |
Çıkmadan kalenin hediye dükkanına uğradık. Genellikle
çocuklara hitap edecek bir dolu hediyelik eşya vardı. Aslında giremediğimiz
başka bölümler oldu. Buraya bir tam gün ayrılsa bile sıkılmadan zaman geçirilir
gibi.
En son durak Shakespeare’in hem vaftiz edildiği, hem de
gömüldüğü yer “Holy Trinity” Kilisesi’ydi. Kendisi kilise toprağından satın
aldığı için buraya gömülebilmiş. Yine doğduğu günde 23 Nisan 1616’da ölmüş. Eşi
Anne, kızı Susannah ve damadı John’un da mezarları burada.
|
Çevresi lacivert iple çevrili mezar Shakespeare'e ait |
Kasaba sadece Shakespeare’den ibaret değil. Avon nehrinin
kenarında güzel bir yürüyüş de yaptık. Zincirli bir sistemle çalışan bota
binerek karşı kıyısına geçtik kasabanın, ki yürüdüğümüz parkın büyük çoğunluğu
bu tarafta kalıyor.
|
Zincirli bot |
Daha ağaçlıklı ve yeşillikli olan kısmı. Mini golf sahaları
da var. Güvercinler, kazlar, ördekler, kuğular. Nehirde antreman yapan
kürekçiler. Akşamüstü güneşi de üzerimize vurunca çimenlerde koştuk, yatıp
yuvarlandık.
|
Bulmuşuz böyle yeşilliği, koşmayacak mıyız!? |
Biz tüm bu yerlerde dolanırken bir baktık ki saat çoktan
beşi geçmiş. Kasabadaki tüm dükkanlar kapanmış ya da kapanmak üzere. Sokaklar
boşalmış. Zil çalan karnımızı doyurmak için “The Encore” isimli bir lokantaya
girdik. İlginç çalışma sistemleri şöyle işliyor: Önce menüden yemeğinizi seçip
bardaki garsona sipariş veriyorsunuz. Çatalınızı, bıçağınızı, peçetenizi de
alıp masanıza gidiyorsunuz. Sonra garson yemeğinizi masanıza getiriyor. Açlıktan
yediğimiz her şey pek leziz geldi. Kuşkonmaz bile! =)
|
Shakespeare ve karakterlerinden biri olan Prince Hal heykeli |
Birmingham’a dönüş trenine daha zaman vardı. Biraz
istasyonun çevresindeki konutların arasında yürüdük. Genellikle iki katlı ve
turuncu tuğlalı evler. Geniş caddeler. Ama sanki içlerinde kimse oturmuyor.
Aynen merkezde olduğu gibi buralarda da in cin top oynuyordu. Yürürken “Anne
Hathaway’s Cottage”- klübesi” diye bir tabela gördük ve dalıverdik bu kestirme
ara yola. Evlerin bahçe duvarlarının arasından yürüyorduk ama baktık daha yol
uzun, vazgeçtik.
|
Banka tabelasını ortama göre adapte etmiş =) |
Gece Bimringham’a dönünce New Street üzerinden Victoria
Square’e, ordan Centenary Square’e ve sonunda Broad Street’e doğru yürüdük.
Broad Street’te her çeşit eğlence mekanı mevcut. Publar, restoranlar,
casinolar, klüpler. Mailbox diye renkli bir alışveriş merkezinin içinden geçip
Birmingham’daki kanalın kenarında bulduk kendimizi. Haftaiçi akşam olmasına
rağmen buralar oldukça kalabalıktı. Şehirde eğlencenin kalbi kanal kenarları ve
Broad St. kısacası. Bu arada birçok yaya yolu alışveriş merkezlerinin içinden
geçiyor. Bu yüzden gece saat kaç olursa olsun alışveriş merkezlerinin bir tarafı
açık. İçinden yürüyüp diğer caddeye geçiyorsunuz.
|
Birmingham kanal kenarı |
|
Gündüz gözüyle Victoria Square |
“Pret a Menger” günlük malzemelerle taze sandviçler
üreten bir café. Ertesi günkü kahvaltımızı burada yaptık ve düştük yine
yollara. Yolculuk etmenin en güzel yanı bu işte bence. Yollara düşmek. Hemen
hemen her gün aynı rutinde ilerleyen hayatlarımızda kendimizi ve etrafımızı
keşfedeceğimiz, sınırlarımızı zorlayacağımız ve yeniliklerle karşılaşacığımız
yollara düşmek.
Tolkien Orta Dünya’yı yaratırken çocukluğunun geçtiği
Sarehole Mill-Değirmeni ve Moseley Bog – Bataklığından ilham almış. Bu iki
yerde Birmingham’da. Sadece bir otobüse binmek yeterli. Ama mesele o otobüse
nereden bineceğimizi bulmaktaydı. Sağa sola koşturduk durduk, insanlara sorduk.
Yol tarifleri aldık. En sonunda öğrendik ki binmemiz gereken 5 numaralı otobüs Moor
St istasyonunun karşısındaki Marks & Spencer’ın yan sokağından kalkıyormuş.
Otobüs biletini şoförden satın alabiliyorsunuz ama tam parayla sadece. Para
üstü veremiyor. Paramızı bozdurmak için markete girip ıvır kıvır bir şeyler
satın aldık. Uzun bir mücadele sonucunda otobüse bindik, yola çıktık. Saat
öğlen olmuştu neredeyse.
|
Balti Üçgeni?! |
Ama iyi ki bu taraflara gitmekten vazgeçmemişiz.
Şehrin diğer bir yüzünü keşfettik bu sayede çünkü çoğunlukla göçmenlerin
yaşadığı ve tahminlerimize göre Balti Üçgeni adı verilen bölgenin içinden
geçtik. Tabelalar Arapça, Hinduca, Urduca, “halal food” satan dükkanlar ve bir
kaos ortamı hakimdi. Etraf çarşaflı kadınlar, uzun sakallı adamlarla doluydu.
Sanki beş dakikada başka bir gezegene ışınlanmış gibi olduk. Daha çok
Pakistanlılar yaşıyormuş ve “Balti mutfağı” da burada doğmuş.
Yaklaşık 20 dk süren otobüs yolculuğumuzun sonunda
Sarehole değirmenindeydik. Tolkien çocukluğunda sık sık buraya gelir,
değirmenin içinde ya da arkasındaki göletin kenarında vakit geçirirmiş, erkek
kardeşiyle oyunlar oynarmış. Hobbiton’u yaratırken buraya dair anılarından
yararlanmış.
Değirmenin duvarlarında Tolkien ve Yüzüklerin Efendisi’ndeki
karakterler, yerlerle ilgili bilgiler asılı. Bir de Tolkien’le ilgili kısa film
gösterimi vardı.
|
Gri Gandalf değirmendeydi! |
|
Dökülmeden önce altın sarısı olduğunda yapraklar, Shire ormanlarında Bilbo'yu ara... =) |
Yazar kendini Hobbit’lerle özdeşleştirmiş. 1958’de Deborah
Webster’a yazdığı bir mektupta şöyle demiş: “Ben aslında, boyutlarım dışında tamamıyla bir hobbitim. Bahçeleri,
ağaçları ve mekanikleşmemiş tarlaları severim; pipo içerim. İyi, sade
yiyecekleri sever ama Fransız mutfağından nefret ederim; bu puslu günlerde
süslü yelekler giymeyi severim, hatta buna cesaret ederim. Mantar hoşuma gider;
çok basit bir mizah anlayışım vardır (ki değer bilen eleştirmenlerim bile bunu yorucu
bulur); yatağa geç giderim ve geç uyanırım (mümkünse). Çok fazla seyahat
etmem.” Tolkien bizzat kendisi Orta Dünya’nın resimlerini de çizmiş. Bu
çizimlerden bazıları da duvarları süslüyordu. Rivendell, Hobbiton…
|
Gollum yiyeceklerini ortalık yerde bırakmış... |
|
Değirmen ve onu besleyen gölet |
Değirmenden çıkıp çok az bir mesafe yürüdükten sonra Moseley
Bog’a geldik. Yani Yüzüklerin
Efendisi’ndeki “Yaşlı Orman”a. =) Burada sadece yürüyüş yaparak zaman
geçirilir. Mümkünse direkt toprağa basmak zorunda kalmamalı, yürüyüş için
yapılan tahta yolu kullanmalı. Hem kaybolmamak için hem de halen bataklık
kıvamında olan kısımlarda çamura batmamak için. Epeyce yürüdük burada. Sık ağaçlar
ve bitkilerle kaplıydı. Yüzük Kardeşliği’nde Merry’ye kulak verecek olursak: “Fakat orman tuhaf bir yerdir. İçindeki her
şey, tabiri caizse, Shire’daki şeylerden çok daha fazla canlı, olup bitenlerin
çok daha farkındadır. Ve ağaçlar yabancılardan hoşlanmaz. Seni gözlerler.
Gündüz vakitleri genellikle sadece izlemekle yetinirler, pek bir şey yapmazlar.
Zaman zaman en düşmanca olanları üstüne bir dal düşürür veya yoluna bir kök
çıkarır, ya da bir sarmaşık uzatıp seni tutmaya çalışır. Fakat gece işler gayet
ürkütücü olabiliyormuş, öyle diyorlar…”
|
Moseley Bog |
Gözlerimizin önündekiler Tolkien’in Yaşlı Orman tarifiyle
örtüşüyordu: “Önlerindeyse sadece,
sayısız biçimde ve boyutta ağaç gövdesi görülüyordu: Düz veya eğri büğrü, burma
biçimli, yere eğilmiş, tıknaz veya zayıf, düzgün veya dallı budaklı; hepsinin
gövdesi de yosundan veya yıvışık, salkım saçak bitkilerden oluşan yeşil ya da
kurşuni bir örtüye bürünmüştü.”
Tolkien ve eserlerini seven iki insan olarak buralarda
olmak bizi mutlu etti açıkçası.
Şehir merkezine döndüğümüzde gurur duydukları Bullring
isimli alışveriş merkezine bir girdik çıktık. Kalabalıktı bayağı. Aslında
hatıra eşyası almak için bir yerler arıyorduk. Kütüphanede bulaileceğimizi
söylediler. Henüz o hafta açılmış Birmingham Kütüphanesi’ne doğru yola koyulduk
bizde. Centenary Meydanındaki kütüphane kadar büyük ve modern bir kütüphane
görmemiştim hayatım boyunca. Aradığımızı bulamadık ama en azından kitap kokusu
aldık. =)
|
Kütüphane dıştan bakınca daha çok Titanic'i andırıyordu |
|
katlar dolusu kitap... |
Şehirden ayrılmadan önce methini duyduğumuz hamburgerciye
uğramalıydık. Tekrar kanal kenarına gittik. “Handmade Burger Co”da süper
lezzetli hamburgerler yiyip, lezzetli biralar içtik. Jimmy’s Farm Tal’ın
seçimi, ben ne seçtiğimi değil ama beğendiğimi hatırlıyorum sadece. Fransız
tipi gibi ince değil de kalın kesilmiş baharatlı ve sade patates de çıtır çıtır
gitti yanında. Ağzım sulandı şimdi düşününce bile!
|
Handmade Burger Co'yu atlamadığmıza sevindim |
Birmingham ile ilgili olarak özet birkaç şey söylemek
gerekirse; şehirde kalmaktansa yakın çevreye yaptığımız gezintiler bize daha çok
keyif verdi. Şehrin içinde doğru düzgün bir hediyelik eşya dükkanı yok. O
yüzden anı olarak bir şeyler almak isterseniz, nerede karşınıza çıkarsa alın
derim bulmuşken. Başka yerden bakarım diye düşünmeyin. Ne de olsa pek turistik
bir şehir değil, çok seçeneğiniz olmayacak. Kanal kenarı şehrin en güzel yeri.
=)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder