BERLİN, ALMANYA
Ertesi sabah otelin yakınındaki bir fırında - Baecker Wiedemann- bol kalorili ve doyurucu
bir kahvaltının ardından şehir turuna başladık. “Unter den Linden”de yürürken
gerçekten ıhlamurların altındaydık. Yaz ayı demek sadece bizde değil Avrupa
şehirlerinde de kazı/yol çalışmaları demek herhalde. Bir ucu Brandenburg bir
ucu Tv Kulesi olan bulvarın ortasında çalışmalar devam ediyordu.
|
"Ihlamurlar Altında" dizisinin ismini buradan mı esinlenmişler acaba =)
|
18. yy’dan kalma “Brandenburg” Kapısı Berlin’in tarihindeki
önemli yapılardan. Vakti zamanında barış simgesi olarak yapılmış. Berlin
ortadan ikiye ayrıldığı sırada kapı ve civarı da tarafsız bölge olmuş. Doğudan
da batıdan da giriş/geçiş engellenmiş. Kapının üzerinde Yunan mitolojisinde
barışın ve zaferin simgesi Tanrıça Victoria 4 atın çektiği arabasını sürüyor.
Önünde isterseniz Berlin’in simgesi ayı kostümlü ya da Sovyet/Alman askeri
kostümlü adamlarla hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz. Kapı gece
ışıklandırmasıyla daha cezbediciydi. Meydanda günümüzde birçok konsolosluk,
büyükelçilik ve otel var. Belki hatırlarsınız, seneler önce Michael Jackson
bebeğini bir otel odası penceresinden hayranlarına ve paparazzilere göstermek
için aşağı sarkıtmış ve bu olay olmuştu. İşte o otel bu meydandaki Hotel
Adlon’muş. Bir rehberin anlattıklarına kulak misafiri olduğumuzda öğrendik
bunu. =)
|
Brandenburg Kapısı ve turistik atraksiyonlar |
Kapının altından yürüyüp “Batı Berlin”e geçiş yaptık.
Artık var olmayan “Duvar” boyunca “Potsdamer Platz”a doğru yürümeye başladık. “Soykırım
Anıtı” yolumuzun üzerindeydi. İnişli – çıkışlı, alçak - yüksek taş bloklardan
oluşan anıt epey geniş bir alanı kaplıyor. Bu bloklar mezarları temsil ediyor
olsa gerek. Aralarında yürümek bir labirentte yürümek gibiydi. Sonradan
öğrendiğime göre yeraltında bir de müze
varmış. Burada değişik bir açıdan camdan kubbesiyle “Reichstag”ı yani Parlamento
Binası’nı da görebilirsiniz. 1933’de Hitler’in gizlice kundaklattığı söylenen
binanın içi de gezilebiliyormuş ama biz gitmedik.
|
Soykırım Anıtı ve arkada uzaklarda Reichstag'ın camdan kubbesi |
Hava güneşliydi neyse ki. Yürümek keyifliydi. Potsdamer
Platz demek eskiden ayrımın tam da göbeği demekmiş. Duvar buradan geçiyormuş.
Bugünse Sony Center demek sanırım. Büyükçe bir açıkhava iş/alışveriş merkezi.
Sony dükkanı daha açılmamıştı. Tal’ın yüzü düştü tabi. Açılmasına da nereden
baksanız bir saat vardı. Onu beklemek zaman kaybı olacaktı. Yola devam etmeye
karar verdik. Bu arada hemen Sony Center’ın yanında Lego Discovery Center da
var. Lego’ları seven buraya da uğrasın. Keşke daha çook zamanımız olsaydı,
girerdik o zaman. Bu arada hediyelik eşya almak isterseniz, “Berlin Kart”
aldığınızda bazı hediyelik eşya dükkanlarında indirim yaptırabiliyorsunuz. Ya
da bir Hintli’nin Uzakdoğulu’nun işlettiği dükkan bulursanız gayet ucuza
hediyelik eşyalar alabilirsiniz. Potsdamer’de vardı örneğin.
|
Potsdamer Meydanı |
Niederkirchnerstrasse’deki “Topographie des Terrors” –
Terör Topografisi- açıkhava müzesi hemen Duvar Anıtı’nın ve duvar kalıntılarının
dibine kurulmuş. Giriş için para ödemeye gerek yok. Almanya’da Nazizim’in
yükselişi, Hitler’in başa geçişi, İkinci Dünya Savaşı yılları, savaş sonrası
dönem fotoğraflar ve yazılarla anlatılmış. Savaşın sonunda yaklaşık 600 bin ev
tamamen yok olmuş, 1 milyonun üstünde insan ölmüş, yakalanmış ya da sürgüne
gönderilmiş. Ayrıca bir dokümantasyon merkezi ve kütüphane de bulunuyor.
Farkına varmadan neredeyse bir saati burada geçirmişiz. Alman yakın tarihinin
özetini burada bulabilirsiniz.
|
Berlin Duvarı - Duvar Anıtı |
|
Topographie des Terrors |
|
Savaş sonrası Berlin'den görüntüler... |
Duvarın yapım amacı Doğu ve Batı Almanya arasındaki
yasadışı geçişlerin engellenmesiymiş. 150 km uzunluğundaki duvarda sadece
kontrol noktalarından geçiş yapılıyormuş. Bu kontrol noktalarının en
ünlülerinden biri ve muhtemelen en turistik olanı “Checkpoint Charlie”. Ama
buraya gitmeden önce Sony Center’a geri döndük Tal’ın aklında kalan Sony
dükkanını gezdik. Maalesef fiyatlar en az buradaki kadar yüksekti. E o kadar geri
yürüdük madem tam da öğle yemeği zamanı karnımızı doyurduk. Berliner Pilsner
eşliğinde tavuk ve ekşi kremalı kumpir. Ekşi kremayı sevdiğimi söylemiş miydim?
=)
Berlin’de de isterseniz trabantlarla şehir turu
yapabilirsiniz. Checkpoint Charlie’ye giderken bir trabant konvoyuna denk
geldik. Otoparkı patır patır bayağı gürültülü şekilde terk ettiler. Sanki
karting arabası.
|
iki tane Doğu Almanya simgesi, Trabant ve Ampelmann |
Checkpoint Charlie dedikleri kadar varmış, oldukça
kalabalık, bir keşmekeş.. Yoldan geçen arabaların altında kalıp ezilme pahasına
da olsa insanlar kontrol noktasındaki temsili nöbetçi askerle fotoğraf
çektirmek için birbiriyle yarışıyor. Bir taraf Amerikan sektörü, diğer taraf
Sovyet sektörü. Bu noktada son kez nöbet tutan askerin de dev bir fotoğrafı
var. Hemen buranın dibindeki Duvar Müzesi’ne de şöyle bir ucundan bakış attık
ama burası da çok kalabalıktı. Içeri girmedik. Zaten asıl merak ettiğimiz müze
DDR – Doğu Almanya müzesi idi.
|
Checkpoint Charlie kalabalığı ve Duvar Müzesi |
|
DDR |
Tabana kuvvet, “Gendarmenmarkt”a vardık. Bu eski meydan
biri Alman biri Fransız iki katedrale ev sahipliği yapıyor. Hangisinin hangisi
olduğu konusunda tereddütlerim var, ikisi de birbirine benziyordu. Noel zamanı
burada büyük bir Noel marketi kuruluyormuş. Aslında ilgimizi çeken
katedrallerden daha çok “Ampelmann” dükkanı oldu. “Trafik Lambası Adamı” Doğu
Almanya’nın trafik lambalarında yayalar için “dur” ve “geç”i simgeleyen şapkalı
dayı figürüymüş. Ilk olarak Berlin’de 1961 yılında kullanılmaya başlanmış.
Halen daha da kullanılıyor. Popular bir hediyelik eşyaya da dönüşmüş durumda.
Üzerinde yeşil ve/veya kırmızı Ampelmann olan bir sürü şey satılıyor ve hepsi nedense
insana çok sempatik geliyor! =)
Spree nehrinin üzerindeki “Müze Adası” Berlin’in tam
ortasında yer alıyor. Beş önemli müze de burada ve bir de katedral “Berliner
Dom”. Adada tadilat/tamirat çalışmaları var gibiydi. Her yer kazılı vs. En
önemli müzelerden birisi Zeus Sunağı, İştar Kapısı gibi eserlerin sergilendiği
Pergamon-Bergama müzesi. Vakti zamanında bizden “götürülen” eserlerle kurulmuş
bir müze. Açıkçası, zaten sahip olduğumuz tarihi eserleri düşününce bu müzeyi
gezmek pek de anlamlı gelmedi. Halbuki Almanya’nın en çok gezilen sanat
müzelerinden biri. Birbirimize yine dedik ki, neden hiçbir tarihi değerimize
gereken önemi vermiyoruz?
|
Berliner Dom |
Müze adasından “Alexanderplatz” tarafına geçmiştik artık.
DDR müzesi beklediğimizin çoook üstünde bir şekilde kalabalıktı. Biraz dar da
olunca içeride yürümek sıkıntılı olabiliyor. Öğleden sonra yerine sabahtan
gitmeliydik belki de. Komünizm altında geçen bir hayatın ve özellikle Doğu
Almanya’da hayatın nasıl olduğunu merak ediyorsanız bu müzeye gitmeniz gerek
kesinlikle.
|
DDR müzesi hemen Spree nehrinin yanında |
İşçi sınıfından ailelerin evi, çalışma şartları, Stasi -Doğu
Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı- çalışma ve sorgu odaları birebir
canlandırılmış. Doğu Almanya yöneticileri halka “sınıfsız” bir toplumu empoze ederken,
kendileri birer elit hayatı sürmüş. Mesela Trabant yerine Volvo kullanmış, batılı
ürünlere daha kolaylıkla erişebilmişler. Doğu ve Batı tarafı aynı şeyler için
farklı kelimeler bile kullanıyormuş. Mesela “Unterhose” yerine “Untertrikotage”.
Trabant ya da Trabi özgürlüklerin kısıtlandığı bu ülkede en azından biraz
mobilite sağlamış. Peki bu işin mantığı neresinde diye sorsak eski
politikacılara, ne cevap verirler acaba? Bir ülkeyi doğu-batı diye ayırmak,
ortasından anlamsız bir duvar geçirmek… Yarardan çok zarar getirdiği kesin.
|
soldaki Doğu Almanya kotu, sağdaki Levi's ! |
|
Doğu Almanya su ısıtıcısı. =) |
TV Kulesi’ne çıkışımızı ertesi güne erteledik. Karl-Marx–Allee’yi
yürümenin sonu neyseki East Side Gallery’e çıktı. Neyse ki diyorum çünkü yorgunlukla
yoğrulan bacaklarımızın bu sıradışı sanat eseriyle karşılaşınca meraktan da
olsa gerek yorgunluğu uçtu gitti. Acaba bir sonraki kısımda ne göreceğiz diye
hızlı adımlarla yürümeye devam ettik. Karl-Marx Caddesi’nin en başta adından
dolayı, komünizmin simgesi olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yok tabi.
Kenarlarında ağaçlarla dümdüz ve uzuun bir cadde. Sade, yüksek ve ortak bir
yaşam sürdürülen kalabalık apartman blokları. Yol boyunca caddenin tarihiyle
ilgili bilgi tabelalarını okuduk. Karl Marx heykeli de unutulmamıştı.
|
TV Kulesi - Fernsehturm |
|
Karl - Marx Allee |
East Side Gallery, duvarın korunmuş bir parçasına farklı
sanatçılar tarafından yapılmış resimlerin oluşturduğu bir açıkhava sanat
galerisi. Resimlerin yapılması 1990 yılında Şubat ayından Eylül ayına kadar
sürmüş. 2009 yılında restorasyondan geçmiş. Nehrin kenarındaki galeri yaklaşık
1.3 km uzunluğunda ve özgürlüğü anlatan yüzün üstünde resimle bezenmiş. Kimi
zaman buranın yıkılması için girişimlerde bulunmuşlar ama sanatçılar birlik
olup kurtarmayı başarmış. Kuşkusuz en bilinen resim, Leonid Brezhnev ve Erich Honecker’in
Doğu Almanya’nın kuruluşunun 30. Yılını kutlamaları sırasındaki öpüşmelerinin
resmi. O ikonik anın fotoğrafını yakalamış olmak fotoğrafçıyı epey mutlu
etmiştir herhalde.
|
East Side Gallery'nin arka tarafı |
|
Problemlere diyagonal çözüm buymuş! |
|
öyle güçlü - ve bir o kadar da hassas - halk, insan - orman, ağaç |
Galerinin bitiminde tarihi Oberbaumbrücke – Oberbaum
köprüsü var. Friedrichshain ve Kreuzberg semtlerini birbirine bağlayan kırmızı
tuğladan yapılmış bir sürü kulesi olan köprü iki katlı. Aşağı kattan arabalar,
üst kattan tren/metro geçiyor. 2. Dünya Savaşı’nda havaya uçurulmuş, restore
edilmiş. 1999’dan beri iki semt arasında eskilerden beri gelen rekabeti
temsilen köprü üzerinde su savaşları yapılıyormuş. Köprüden tekrar “batı”
tarafına geçtiğimizde artık Küçük Türkiye – Kreuzberg’deydik. Çevredeki Türkçe
tabela sayısı arttı. =) Burası Berlin’in içinde bir sayfiye yeri gibiydi sanki.
Daha alçak katlı evler, yeşillik içinde, restoranlar, cafeler. Belki de nehir
kenarı olduğu için sadece bu kısım böyledir, bilemiyorum.
|
Tarihi Oberbaumbrücke |
Daha fazla yürümeye taakatimiz kalmadığından,
Kurfürstendamm’a gitmek için s-bahn’ı kullandık. 3 saat sonra bir yere
oturabilmiş olmanın verdiği mutlulukla yolculuk bitsin istemesek de raylı
sistem her zaman çabucak ulaştırıyor sizi istediğiniz yere. Tam da bu ciks
caddenin ortasına çıkıverdik. Almanların tembellikten (?) kısaca Ku’damm dediği
bu cadde bizim Bağdat Caddesi-Nişantaşı, Paris’in Champs-Elysees’si kıvamında,
“Batı” Berlin’in de merkezi. Ünlü markaların dükkanları, oteller, restoranlar,
cafeler dizi dizi. Tarihi öneme sahip binalara da ev sahipliği yapıyor. Mesela
“Kaiser-Wilhelm” hatıra kilisesi. Savaşta bombardıman sonucu zarar görmüş eski
kilise olduğu gibi bırakılmış. Eski kilisenin yanına bir de yeni kilise inşa
edilmiş. Şansımıza eski kilise restorasyon nedeniyle 2013’ün ortasına kadar
kapalıymış. Etrafı pleksiglas ile çevrelenmişti. O harabe halini görebilmek, en
alt kattaki hatıra bölümüne girebilmek isterdik.
|
soldaki eski Kaiser-Wilhelm Kilisesi, sağda yeni kilise |
Bize her duyduğumuzda KDV’yi hatırlatan, KaDeWe - Kaufhaus des Westens –Batı’nın alışveriş
merkezi caddedeki bir diğer önemli tarihi bina. Ayrılığın ardından Batı Doğu’ya
bu binayla ekonomik güç gösterisi yapmış. Avrupa’nın ikinci en büyük alışveriş
merkeziymiş diye duydum. Saat geç olduğundan içine girip gezemedik. Zarif ama
aynı zamanda süslü kapısına hayran kalıp Ku’damm’dan ayrıldık, otelin
yakınlarındaki bir İtalyan lokantasına kapağı atıverdik. Tam olarak sebebini
bilmeden girdiğimiz gülme krizleri eşliğinde lezzetli bir yemek yedik. Acaba
şarabın ve yorgunluğun da katkısı olmuş olabilir mi? =)
Koskoca 9 günün sonu gelmişti işte. Pazar kahvaltımı
genelde bir “oğlak”la bakışarak yiyorum zaten. =) Ama bu Pazar gerçekten de bir
keçiyle ve yavrusuyla bakışarak yiyeceğimi düşünmemiştim. Kahvaltılıklarımızı
Friedrichstrasse istasyonundaki bir marketten alıp S-bahn ile “Zoologischer
Garten”a geldik. Içeri girer girmez bizi karşılayan sevimli fil ailesinden
zoraki de olsa ayrılıp kendimize gözden ırak bir köşe bulduk. Banka yayılıp bir
güzel kahvaltımızı etmeye başlamıştık ki onunla gözgöze geldik. Kendini gerçek
ortamında hissetsin diye oluşturulan dik kayalığın üzerine çıkmış yan gözle bizi
izliyordu keçi efendi. Aç mıydı, açıkta mıydı? Yediğimiz de gözü mü vardı? =) Hiiç
sanmıyorum.
|
biri bizi gözetliyor... =) |
Bu arada Zoolojik Bahçe’ye giriş paralı. Ayrıca bir de
Tiergarten’ın içinde girişin bedava olduğu hayvanat bahçesi varmış. Ona
gitmedik. Zoolojik Bahçe 1844 yılında açılmış. Avrupa’daki en eski ve en büyük
hayvanat bahçelerinden biri. Hayvanlar doğal ortamlarından ayrı olmalarına
rağmen, sanki bunu mümkün olduğunca az onlara hissettirmeye çalışmışlar. Çok
büyük alanlarda serbestçe gezebiliyorlar. Ama eninde sonunda yine bir yerde
kapalı tutuldukları için insan biraz hüzünleniyor.
|
fillerimiz: Tanja, Drumbo, Carla, Iyoti, Pang Pha |
Zaman zaman ana haber bültenlerinde de rastlarız. Berlin
hayvanat bahçesinde fil ya da panda doğurdu, yavru çocuklara neşe saçtı vs. =)
Kutup ayılarının olduğu bölüme gittiğimizde işte o neşeli çocukları gördük.
Yanlız ayılar neşeli miydi? O kısım muallak. Bir tanesi kurulmuş gibi hep aynı
hareketi yapıyordı. Bir kayanın üstüne çıkmış, mehter takımı gibi iki ileri bir
geri gidiyordu. Onları izlediğimiz 15 dk boyunca bu hareketi tekrarladı. Bi
diğeri kendini serin (?) sulara bıraktı. Üçüncüsü de en arkadan diğer ikisini
izlemekle yetindi.
|
bize mi bakıyor? =) |
Asil Kanada kurtları, oyuncu penguenler, hani Neşeli
Ayaklar filmindeki İmparator penguenleri, sevimli foklar, tembel kangurular,
kuşlar, zarif kuğular, karanlıklarda tutulan sürüngenler… kafayı nereye
çevirsek şaşıra şaşıra gezdik bütün bahçeyi.
|
Neşeli ayaklar! |
|
güneşi gören foklar... |
Kanguruların zıplamasını görelim
diye 10 dakika bekledik ama nafile hepsi güneşin altında uzanmış, tembellik
peşindeydi. Foklar suya dalıp bir serinleyip kayalıkların üzerine yayılıyordu. Büyük
kediler daha mesafeli yerlerde tutuluyordu doğal olarak. Ziyaretçileri en çok
güldürenler de makak maymunlarıydı. =) Birbirlerini kaşıyorlar ve galiba
bitlerini ayıklıyorlardı. Bilge makak da epey mutluydu! =) Baba gorili görünce
King Kong’u görmüş gibi olduk. Kapkara ve kuvvetli.
|
kanguruların keyif saati... |
|
birisi yorulmuş... |
|
makaklar birbirlerinin bitini ayıklıyordu... |
|
King Kong ailesi |
Panda Bao Bao’nun beslenme saatine yetiştik. Muazzam bir
kalabalığın bakışları altında görevlilerin hazırladığı meyve-sebze karışımını
yemeye başladı. Ama ne yemek, aheste aheste. Havuçtan bir ufak ısırık, 40 saat
ağzında döndürüp ikinci ısırığı alıyor. Sonraki yemek saatine kadar
önündekileri anca bitiriyordu herhalde. O yavaşlığı belki de uzun zamandır
süren sağlık sorunları nedeniyleydi çünkü maalesef Bao Bao bizden bir ay sonra,
Ağustos 2012’de ölmüş. 34 yaşındaymış ve Çin’den Almanya’ya hediye olarak
gönderilmiş.
|
Bao Bao... RIP |
|
dini bütün mümin maymunlar |
|
aslan efendi de yorulmuş... |
Bu arada hayvanların yediklerini hazırlanırken
görebiliyorsunuz. Gayet şeffaf her şey. Görevliler camekanın arkasında bir sürü
çeşit meyveyi, sebzeyi, eti doğruyor, bölüştürüyor. Bu ne ihtimam! Artık çıkışa
geldiğimizde iyi ki sabah erkenden gelmişiz diye sevindik. Kapıdaki kuyruk
almış başını gitmişti.
|
hayvanların yemekleri itinayla hazırlanıyor |
TV kulesi’ne çıkmak ve giderayak şehre tepeden bakmak
için Alexanderplatz’a geri döndük. Kuleye nereden gireceğimizi bulabilmek için etrafında
dolandık durduk bizim gibi diğer yabancılarla beraber. En nihayetinde içeri
girebildik ama o da ne! Mahşeri bir kalabalık. Neyse ki insanlar zamanlarını
burada bekleyerek harcamasın diye bir sistem geliştirmişler. Giriş için ödeme
yaptığınızda, size bir sıra numarası veriliyor. Ona göre yaklaşık da bir giriş
saatii. Isterseniz o saate yakın cep telefonunuza gelen bir mesajla uyarı da
alabiliyorsunuz. Teknolojiye güvenip, Berlin’in ilk kurulduğu bölge olan
“Nikolai Viertel”e gittik. Nehrin kenarında tarihin ve şimdinin birbirine
geçtiği bir bölge. Berlin’in en eski kilisesi Nikolai de burada. Ayrıca 5 müze,
22 restoran ve 50 farklı dükkan. Öğle yemeği için nehir kenarındaki
restoranlardan birini seçtik, güneş alan bir masaya kurulduk. Gezinti
teknelerindekilere el sallayarak yemeğimizi yiyip Berliner Kindl’larımızı
içiverdik. Beklenen sms geldiğinde pek de yerimizi bırakıp gitmek istemiyorduk.
|
Nikolai Viertel |
Gittiğimizde bir yarım saat daha kuyrukta bekleyeceğimizi
bilseydik, orada oturup ortamın tadını çıkarmaya devam ederdik. Ne zahmetli
işmiş bu TV kulesine çıkmak. Çıktığımıza değdi mi? Eh işte. En azından şehre
tepeden bir bakış atabildik. Yukarısı da aşağısı gibi çok kalabalıktı. Herkes
bir yeri kapmış fotoğraf çekip duruyordu. Bir kez tur atıp, bunalarak sonunda
aşağı indik.
|
Karl - Marx Allee kuşbakışı |
|
Kuşbakışı Mitte |
Berlin’den ayrılmamız ise gayet heyecan dolu oldu. Raylı
sistemle Tegel havalimanına ulaşmak mümkün değil, toplu taşıma olarak sadece
otobüs var. Eşyalarımızı otelden alıp Friedrichstrasse’deki otobüs durağına
gittiğimizde bu otobüsün bu duraktan geçmediğinin farkına vardık. Peki otobüs
nereden kalkıyordu? Yusuf ensemizdeydi! Hemen bir restorana girip sorduk
soruşturduk. Yardımsever restoran müdürü Unter den Linden’e yürümemiz
gerektiğini söyledi. Derin bir oh çekip tabana kuvvet ve sonunda otobüsteydik.
Kim durduk yerde taksi parası vermek ister? =) Havalimanı gördüğümüz en dandik
havalimanıydı. Tek bir duvardaki raflardan oluşan “duty free”. Halihazırda
başka bir havalimanı inşa ediliyormuş. Muhtemelen daha modern ve geniş olacaktır.
Sonuç itibariyle böyle koştura koştura terk etmek
istemezdik bu şaşırtıcı şehri ama işte ne yazık ki biraz öyle oldu. Amsterdam’dan
sonra ilk kez bir şehirde aklımız kaldı. Berlin’de… Merak ettiğimiz insanlar,
yerler… =)
|
Berlin Duvarı buradan geçiyormuş... |
Şanslıysanız
Berlin’de 2-3 günden daha fazla zaman geçirirsiniz…
|
gezgin sosisli satıcısı... =) |
*** Yazının başlangıcı için buraya lütfen... =)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder