5 Şubat 2013 Salı

BU SEFER YİNE ALMANYA'YA... BERLİN...

BERLİN, ALMANYA

Ertesi sabah otelin yakınındaki bir fırında  - Baecker Wiedemann- bol kalorili ve doyurucu bir kahvaltının ardından şehir turuna başladık. “Unter den Linden”de yürürken gerçekten ıhlamurların altındaydık. Yaz ayı demek sadece bizde değil Avrupa şehirlerinde de kazı/yol çalışmaları demek herhalde. Bir ucu Brandenburg bir ucu Tv Kulesi olan bulvarın ortasında çalışmalar devam ediyordu.
"Ihlamurlar Altında" dizisinin ismini buradan mı esinlenmişler acaba =)
 


18. yy’dan kalma “Brandenburg” Kapısı Berlin’in tarihindeki önemli yapılardan. Vakti zamanında barış simgesi olarak yapılmış. Berlin ortadan ikiye ayrıldığı sırada kapı ve civarı da tarafsız bölge olmuş. Doğudan da batıdan da giriş/geçiş engellenmiş. Kapının üzerinde Yunan mitolojisinde barışın ve zaferin simgesi Tanrıça Victoria 4 atın çektiği arabasını sürüyor. Önünde isterseniz Berlin’in simgesi ayı kostümlü ya da Sovyet/Alman askeri kostümlü adamlarla hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz. Kapı gece ışıklandırmasıyla daha cezbediciydi. Meydanda günümüzde birçok konsolosluk, büyükelçilik ve otel var. Belki hatırlarsınız, seneler önce Michael Jackson bebeğini bir otel odası penceresinden hayranlarına ve paparazzilere göstermek için aşağı sarkıtmış ve bu olay olmuştu. İşte o otel bu meydandaki Hotel Adlon’muş. Bir rehberin anlattıklarına kulak misafiri olduğumuzda öğrendik bunu. =)
Brandenburg Kapısı ve turistik atraksiyonlar
 
Kapının altından yürüyüp “Batı Berlin”e geçiş yaptık. Artık var olmayan “Duvar” boyunca “Potsdamer Platz”a doğru yürümeye başladık. “Soykırım Anıtı” yolumuzun üzerindeydi. İnişli – çıkışlı, alçak - yüksek taş bloklardan oluşan anıt epey geniş bir alanı kaplıyor. Bu bloklar mezarları temsil ediyor olsa gerek. Aralarında yürümek bir labirentte yürümek gibiydi. Sonradan öğrendiğime göre  yeraltında bir de müze varmış. Burada değişik bir açıdan camdan kubbesiyle “Reichstag”ı yani Parlamento Binası’nı da görebilirsiniz. 1933’de Hitler’in gizlice kundaklattığı söylenen binanın içi de gezilebiliyormuş ama biz gitmedik.
 
Soykırım Anıtı ve arkada uzaklarda Reichstag'ın camdan kubbesi
 
Hava güneşliydi neyse ki. Yürümek keyifliydi. Potsdamer Platz demek eskiden ayrımın tam da göbeği demekmiş. Duvar buradan geçiyormuş. Bugünse Sony Center demek sanırım. Büyükçe bir açıkhava iş/alışveriş merkezi. Sony dükkanı daha açılmamıştı. Tal’ın yüzü düştü tabi. Açılmasına da nereden baksanız bir saat vardı. Onu beklemek zaman kaybı olacaktı. Yola devam etmeye karar verdik. Bu arada hemen Sony Center’ın yanında Lego Discovery Center da var. Lego’ları seven buraya da uğrasın. Keşke daha çook zamanımız olsaydı, girerdik o zaman. Bu arada hediyelik eşya almak isterseniz, “Berlin Kart” aldığınızda bazı hediyelik eşya dükkanlarında indirim yaptırabiliyorsunuz. Ya da bir Hintli’nin Uzakdoğulu’nun işlettiği dükkan bulursanız gayet ucuza hediyelik eşyalar alabilirsiniz. Potsdamer’de vardı örneğin.

Potsdamer Meydanı
 
Niederkirchnerstrasse’deki “Topographie des Terrors” – Terör Topografisi- açıkhava müzesi hemen Duvar Anıtı’nın ve duvar kalıntılarının dibine kurulmuş. Giriş için para ödemeye gerek yok. Almanya’da Nazizim’in yükselişi, Hitler’in başa geçişi, İkinci Dünya Savaşı yılları, savaş sonrası dönem fotoğraflar ve yazılarla anlatılmış. Savaşın sonunda yaklaşık 600 bin ev tamamen yok olmuş, 1 milyonun üstünde insan ölmüş, yakalanmış ya da sürgüne gönderilmiş. Ayrıca bir dokümantasyon merkezi ve kütüphane de bulunuyor. Farkına varmadan neredeyse bir saati burada geçirmişiz. Alman yakın tarihinin özetini burada bulabilirsiniz.

Berlin Duvarı - Duvar Anıtı

Topographie des Terrors

Savaş sonrası Berlin'den görüntüler...


Duvarın yapım amacı Doğu ve Batı Almanya arasındaki yasadışı geçişlerin engellenmesiymiş. 150 km uzunluğundaki duvarda sadece kontrol noktalarından geçiş yapılıyormuş. Bu kontrol noktalarının en ünlülerinden biri ve muhtemelen en turistik olanı “Checkpoint Charlie”. Ama buraya gitmeden önce Sony Center’a geri döndük Tal’ın aklında kalan Sony dükkanını gezdik. Maalesef fiyatlar en az buradaki kadar yüksekti. E o kadar geri yürüdük madem tam da öğle yemeği zamanı karnımızı doyurduk. Berliner Pilsner eşliğinde tavuk ve ekşi kremalı kumpir. Ekşi kremayı sevdiğimi söylemiş miydim? =)



Berlin’de de isterseniz trabantlarla şehir turu yapabilirsiniz. Checkpoint Charlie’ye giderken bir trabant konvoyuna denk geldik. Otoparkı patır patır bayağı gürültülü şekilde terk ettiler. Sanki karting arabası.
iki tane Doğu Almanya simgesi, Trabant ve Ampelmann
 
Checkpoint Charlie dedikleri kadar varmış, oldukça kalabalık, bir keşmekeş.. Yoldan geçen arabaların altında kalıp ezilme pahasına da olsa insanlar kontrol noktasındaki temsili nöbetçi askerle fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarışıyor. Bir taraf Amerikan sektörü, diğer taraf Sovyet sektörü. Bu noktada son kez nöbet tutan askerin de dev bir fotoğrafı var. Hemen buranın dibindeki Duvar Müzesi’ne de şöyle bir ucundan bakış attık ama burası da çok kalabalıktı. Içeri girmedik. Zaten asıl merak ettiğimiz müze DDR – Doğu Almanya müzesi idi.
Checkpoint Charlie kalabalığı ve Duvar Müzesi

DDR

Tabana kuvvet, “Gendarmenmarkt”a vardık. Bu eski meydan biri Alman biri Fransız iki katedrale ev sahipliği yapıyor. Hangisinin hangisi olduğu konusunda tereddütlerim var, ikisi de birbirine benziyordu. Noel zamanı burada büyük bir Noel marketi kuruluyormuş. Aslında ilgimizi çeken katedrallerden daha çok “Ampelmann” dükkanı oldu. “Trafik Lambası Adamı” Doğu Almanya’nın trafik lambalarında yayalar için “dur” ve “geç”i simgeleyen şapkalı dayı figürüymüş. Ilk olarak Berlin’de 1961 yılında kullanılmaya başlanmış. Halen daha da kullanılıyor. Popular bir hediyelik eşyaya da dönüşmüş durumda. Üzerinde yeşil ve/veya kırmızı Ampelmann olan bir sürü şey satılıyor ve hepsi nedense insana çok sempatik geliyor! =)
Spree nehrinin üzerindeki “Müze Adası” Berlin’in tam ortasında yer alıyor. Beş önemli müze de burada ve bir de katedral “Berliner Dom”. Adada tadilat/tamirat çalışmaları var gibiydi. Her yer kazılı vs. En önemli müzelerden birisi Zeus Sunağı, İştar Kapısı gibi eserlerin sergilendiği Pergamon-Bergama müzesi. Vakti zamanında bizden “götürülen” eserlerle kurulmuş bir müze. Açıkçası, zaten sahip olduğumuz tarihi eserleri düşününce bu müzeyi gezmek pek de anlamlı gelmedi. Halbuki Almanya’nın en çok gezilen sanat müzelerinden biri. Birbirimize yine dedik ki, neden hiçbir tarihi değerimize gereken önemi vermiyoruz?
Berliner Dom
 
Müze adasından “Alexanderplatz” tarafına geçmiştik artık. DDR müzesi beklediğimizin çoook üstünde bir şekilde kalabalıktı. Biraz dar da olunca içeride yürümek sıkıntılı olabiliyor. Öğleden sonra yerine sabahtan gitmeliydik belki de. Komünizm altında geçen bir hayatın ve özellikle Doğu Almanya’da hayatın nasıl olduğunu merak ediyorsanız bu müzeye gitmeniz gerek kesinlikle.

DDR müzesi hemen Spree nehrinin yanında

İşçi sınıfından ailelerin evi, çalışma şartları, Stasi -Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı- çalışma ve sorgu odaları birebir canlandırılmış. Doğu Almanya yöneticileri halka “sınıfsız” bir toplumu empoze ederken, kendileri birer elit hayatı sürmüş. Mesela Trabant yerine Volvo kullanmış, batılı ürünlere daha kolaylıkla erişebilmişler. Doğu ve Batı tarafı aynı şeyler için farklı kelimeler bile kullanıyormuş. Mesela “Unterhose” yerine “Untertrikotage”. Trabant ya da Trabi özgürlüklerin kısıtlandığı bu ülkede en azından biraz mobilite sağlamış. Peki bu işin mantığı neresinde diye sorsak eski politikacılara, ne cevap verirler acaba? Bir ülkeyi doğu-batı diye ayırmak, ortasından anlamsız bir duvar geçirmek… Yarardan çok zarar getirdiği kesin.

soldaki Doğu Almanya kotu, sağdaki Levi's !

Doğu Almanya su ısıtıcısı. =)

TV Kulesi’ne çıkışımızı ertesi güne erteledik. Karl-Marx–Allee’yi yürümenin sonu neyseki East Side Gallery’e çıktı. Neyse ki diyorum çünkü yorgunlukla yoğrulan bacaklarımızın bu sıradışı sanat eseriyle karşılaşınca meraktan da olsa gerek yorgunluğu uçtu gitti. Acaba bir sonraki kısımda ne göreceğiz diye hızlı adımlarla yürümeye devam ettik. Karl-Marx Caddesi’nin en başta adından dolayı, komünizmin simgesi olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yok tabi. Kenarlarında ağaçlarla dümdüz ve uzuun bir cadde. Sade, yüksek ve ortak bir yaşam sürdürülen kalabalık apartman blokları. Yol boyunca caddenin tarihiyle ilgili bilgi tabelalarını okuduk. Karl Marx heykeli de unutulmamıştı.

TV Kulesi - Fernsehturm


Karl - Marx Allee

East Side Gallery, duvarın korunmuş bir parçasına farklı sanatçılar tarafından yapılmış resimlerin oluşturduğu bir açıkhava sanat galerisi. Resimlerin yapılması 1990 yılında Şubat ayından Eylül ayına kadar sürmüş. 2009 yılında restorasyondan geçmiş. Nehrin kenarındaki galeri yaklaşık 1.3 km uzunluğunda ve özgürlüğü anlatan yüzün üstünde resimle bezenmiş. Kimi zaman buranın yıkılması için girişimlerde bulunmuşlar ama sanatçılar birlik olup kurtarmayı başarmış. Kuşkusuz en bilinen resim, Leonid Brezhnev ve Erich Honecker’in Doğu Almanya’nın kuruluşunun 30. Yılını kutlamaları sırasındaki öpüşmelerinin resmi. O ikonik anın fotoğrafını yakalamış olmak fotoğrafçıyı epey mutlu etmiştir herhalde.
East Side Gallery'nin arka tarafı

Problemlere diyagonal çözüm buymuş!

öyle güçlü - ve bir o kadar da hassas - halk, insan - orman, ağaç
 


Galerinin bitiminde tarihi Oberbaumbrücke – Oberbaum köprüsü var. Friedrichshain ve Kreuzberg semtlerini birbirine bağlayan kırmızı tuğladan yapılmış bir sürü kulesi olan köprü iki katlı. Aşağı kattan arabalar, üst kattan tren/metro geçiyor. 2. Dünya Savaşı’nda havaya uçurulmuş, restore edilmiş. 1999’dan beri iki semt arasında eskilerden beri gelen rekabeti temsilen köprü üzerinde su savaşları yapılıyormuş. Köprüden tekrar “batı” tarafına geçtiğimizde artık Küçük Türkiye – Kreuzberg’deydik. Çevredeki Türkçe tabela sayısı arttı. =) Burası Berlin’in içinde bir sayfiye yeri gibiydi sanki. Daha alçak katlı evler, yeşillik içinde, restoranlar, cafeler. Belki de nehir kenarı olduğu için sadece bu kısım böyledir, bilemiyorum.
Tarihi Oberbaumbrücke
Daha fazla yürümeye taakatimiz kalmadığından, Kurfürstendamm’a gitmek için s-bahn’ı kullandık. 3 saat sonra bir yere oturabilmiş olmanın verdiği mutlulukla yolculuk bitsin istemesek de raylı sistem her zaman çabucak ulaştırıyor sizi istediğiniz yere. Tam da bu ciks caddenin ortasına çıkıverdik. Almanların tembellikten (?) kısaca Ku’damm dediği bu cadde bizim Bağdat Caddesi-Nişantaşı, Paris’in Champs-Elysees’si kıvamında, “Batı” Berlin’in de merkezi. Ünlü markaların dükkanları, oteller, restoranlar, cafeler dizi dizi. Tarihi öneme sahip binalara da ev sahipliği yapıyor. Mesela “Kaiser-Wilhelm” hatıra kilisesi. Savaşta bombardıman sonucu zarar görmüş eski kilise olduğu gibi bırakılmış. Eski kilisenin yanına bir de yeni kilise inşa edilmiş. Şansımıza eski kilise restorasyon nedeniyle 2013’ün ortasına kadar kapalıymış. Etrafı pleksiglas ile çevrelenmişti. O harabe halini görebilmek, en alt kattaki hatıra bölümüne girebilmek isterdik.
soldaki eski Kaiser-Wilhelm Kilisesi, sağda yeni kilise
 
Bize her duyduğumuzda KDV’yi hatırlatan, KaDeWe  - Kaufhaus des Westens –Batı’nın alışveriş merkezi caddedeki bir diğer önemli tarihi bina. Ayrılığın ardından Batı Doğu’ya bu binayla ekonomik güç gösterisi yapmış. Avrupa’nın ikinci en büyük alışveriş merkeziymiş diye duydum. Saat geç olduğundan içine girip gezemedik. Zarif ama aynı zamanda süslü kapısına hayran kalıp Ku’damm’dan ayrıldık, otelin yakınlarındaki bir İtalyan lokantasına kapağı atıverdik. Tam olarak sebebini bilmeden girdiğimiz gülme krizleri eşliğinde lezzetli bir yemek yedik. Acaba şarabın ve yorgunluğun da katkısı olmuş olabilir mi? =)



Koskoca 9 günün sonu gelmişti işte. Pazar kahvaltımı genelde bir “oğlak”la bakışarak yiyorum zaten. =) Ama bu Pazar gerçekten de bir keçiyle ve yavrusuyla bakışarak yiyeceğimi düşünmemiştim. Kahvaltılıklarımızı Friedrichstrasse istasyonundaki bir marketten alıp S-bahn ile “Zoologischer Garten”a geldik. Içeri girer girmez bizi karşılayan sevimli fil ailesinden zoraki de olsa ayrılıp kendimize gözden ırak bir köşe bulduk. Banka yayılıp bir güzel kahvaltımızı etmeye başlamıştık ki onunla gözgöze geldik. Kendini gerçek ortamında hissetsin diye oluşturulan dik kayalığın üzerine çıkmış yan gözle bizi izliyordu keçi efendi. Aç mıydı, açıkta mıydı? Yediğimiz de gözü mü vardı? =) Hiiç sanmıyorum.
biri bizi gözetliyor... =)
 
Bu arada Zoolojik Bahçe’ye giriş paralı. Ayrıca bir de Tiergarten’ın içinde girişin bedava olduğu hayvanat bahçesi varmış. Ona gitmedik. Zoolojik Bahçe 1844 yılında açılmış. Avrupa’daki en eski ve en büyük hayvanat bahçelerinden biri. Hayvanlar doğal ortamlarından ayrı olmalarına rağmen, sanki bunu mümkün olduğunca az onlara hissettirmeye çalışmışlar. Çok büyük alanlarda serbestçe gezebiliyorlar. Ama eninde sonunda yine bir yerde kapalı tutuldukları için insan biraz hüzünleniyor.

fillerimiz: Tanja, Drumbo, Carla, Iyoti, Pang Pha

Zaman zaman ana haber bültenlerinde de rastlarız. Berlin hayvanat bahçesinde fil ya da panda doğurdu, yavru çocuklara neşe saçtı vs. =) Kutup ayılarının olduğu bölüme gittiğimizde işte o neşeli çocukları gördük. Yanlız ayılar neşeli miydi? O kısım muallak. Bir tanesi kurulmuş gibi hep aynı hareketi yapıyordı. Bir kayanın üstüne çıkmış, mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidiyordu. Onları izlediğimiz 15 dk boyunca bu hareketi tekrarladı. Bi diğeri kendini serin (?) sulara bıraktı. Üçüncüsü de en arkadan diğer ikisini izlemekle yetindi.



bize mi bakıyor? =)


Asil Kanada kurtları, oyuncu penguenler, hani Neşeli Ayaklar filmindeki İmparator penguenleri, sevimli foklar, tembel kangurular, kuşlar, zarif kuğular, karanlıklarda tutulan sürüngenler… kafayı nereye çevirsek şaşıra şaşıra gezdik bütün bahçeyi.
 
Neşeli ayaklar!

güneşi gören foklar...

 
Kanguruların zıplamasını görelim diye 10 dakika bekledik ama nafile hepsi güneşin altında uzanmış, tembellik peşindeydi. Foklar suya dalıp bir serinleyip kayalıkların üzerine yayılıyordu. Büyük kediler daha mesafeli yerlerde tutuluyordu doğal olarak. Ziyaretçileri en çok güldürenler de makak maymunlarıydı. =) Birbirlerini kaşıyorlar ve galiba bitlerini ayıklıyorlardı. Bilge makak da epey mutluydu! =) Baba gorili görünce King Kong’u görmüş gibi olduk. Kapkara ve kuvvetli.
kanguruların keyif saati...
 
birisi yorulmuş...
 
makaklar birbirlerinin bitini ayıklıyordu...

King Kong ailesi
 
Panda Bao Bao’nun beslenme saatine yetiştik. Muazzam bir kalabalığın bakışları altında görevlilerin hazırladığı meyve-sebze karışımını yemeye başladı. Ama ne yemek, aheste aheste. Havuçtan bir ufak ısırık, 40 saat ağzında döndürüp ikinci ısırığı alıyor. Sonraki yemek saatine kadar önündekileri anca bitiriyordu herhalde. O yavaşlığı belki de uzun zamandır süren sağlık sorunları nedeniyleydi çünkü maalesef Bao Bao bizden bir ay sonra, Ağustos 2012’de ölmüş. 34 yaşındaymış ve Çin’den Almanya’ya hediye olarak gönderilmiş.
 
Bao Bao... RIP
 
dini bütün mümin maymunlar

aslan efendi de yorulmuş...
 

Bu arada hayvanların yediklerini hazırlanırken görebiliyorsunuz. Gayet şeffaf her şey. Görevliler camekanın arkasında bir sürü çeşit meyveyi, sebzeyi, eti doğruyor, bölüştürüyor. Bu ne ihtimam! Artık çıkışa geldiğimizde iyi ki sabah erkenden gelmişiz diye sevindik. Kapıdaki kuyruk almış başını gitmişti.
hayvanların yemekleri itinayla hazırlanıyor

TV kulesi’ne çıkmak ve giderayak şehre tepeden bakmak için Alexanderplatz’a geri döndük. Kuleye nereden gireceğimizi bulabilmek için etrafında dolandık durduk bizim gibi diğer yabancılarla beraber. En nihayetinde içeri girebildik ama o da ne! Mahşeri bir kalabalık. Neyse ki insanlar zamanlarını burada bekleyerek harcamasın diye bir sistem geliştirmişler. Giriş için ödeme yaptığınızda, size bir sıra numarası veriliyor. Ona göre yaklaşık da bir giriş saatii. Isterseniz o saate yakın cep telefonunuza gelen bir mesajla uyarı da alabiliyorsunuz. Teknolojiye güvenip, Berlin’in ilk kurulduğu bölge olan “Nikolai Viertel”e gittik. Nehrin kenarında tarihin ve şimdinin birbirine geçtiği bir bölge. Berlin’in en eski kilisesi Nikolai de burada. Ayrıca 5 müze, 22 restoran ve 50 farklı dükkan. Öğle yemeği için nehir kenarındaki restoranlardan birini seçtik, güneş alan bir masaya kurulduk. Gezinti teknelerindekilere el sallayarak yemeğimizi yiyip Berliner Kindl’larımızı içiverdik. Beklenen sms geldiğinde pek de yerimizi bırakıp gitmek istemiyorduk.
Nikolai Viertel
Gittiğimizde bir yarım saat daha kuyrukta bekleyeceğimizi bilseydik, orada oturup ortamın tadını çıkarmaya devam ederdik. Ne zahmetli işmiş bu TV kulesine çıkmak. Çıktığımıza değdi mi? Eh işte. En azından şehre tepeden bir bakış atabildik. Yukarısı da aşağısı gibi çok kalabalıktı. Herkes bir yeri kapmış fotoğraf çekip duruyordu. Bir kez tur atıp, bunalarak sonunda aşağı indik.

Karl - Marx Allee kuşbakışı
 
Kuşbakışı Mitte
 
Berlin’den ayrılmamız ise gayet heyecan dolu oldu. Raylı sistemle Tegel havalimanına ulaşmak mümkün değil, toplu taşıma olarak sadece otobüs var. Eşyalarımızı otelden alıp Friedrichstrasse’deki otobüs durağına gittiğimizde bu otobüsün bu duraktan geçmediğinin farkına vardık. Peki otobüs nereden kalkıyordu? Yusuf ensemizdeydi! Hemen bir restorana girip sorduk soruşturduk. Yardımsever restoran müdürü Unter den Linden’e yürümemiz gerektiğini söyledi. Derin bir oh çekip tabana kuvvet ve sonunda otobüsteydik. Kim durduk yerde taksi parası vermek ister? =) Havalimanı gördüğümüz en dandik havalimanıydı. Tek bir duvardaki raflardan oluşan “duty free”. Halihazırda başka bir havalimanı inşa ediliyormuş. Muhtemelen daha modern ve geniş olacaktır.

Sonuç itibariyle böyle koştura koştura terk etmek istemezdik bu şaşırtıcı şehri ama işte ne yazık ki biraz öyle oldu. Amsterdam’dan sonra ilk kez bir şehirde aklımız kaldı. Berlin’de… Merak ettiğimiz insanlar, yerler… =)
 
Berlin Duvarı buradan geçiyormuş...

 
Şanslıysanız

Berlin’de 2-3 günden daha fazla zaman geçirirsiniz…
 
gezgin sosisli satıcısı... =)


*** Yazının başlangıcı için buraya lütfen... =)
 

Hiç yorum yok: