5 Şubat 2013 Salı

BU SEFER YİNE ALMANYA'YA... WOLFSBURG...

BERLİN & WOLFSBURG, ALMANYA

Berlin anlat anlat bitmez ki. Her yerinden ayrı bir şey fışkıran canlı bir şehir. Daha ayak basar basmaz anlamalıydık aslında bunu. Çünkü gecenin karanlığında ana tren istasyonundan çıktığımızda karşımıza bir tilki çıkıverdi! Şehrin ortasında tilkinin ne işi vardı peki? =) Büyük bir şehirde yaşamak bir nevi vahşi doğada ölüm kalım savaşı vermek demek değil mi zaten? =) 
bir zamanlar Berlin ikiye ayrılmıştı...
 







Yaz olmasına rağmen serin hava trende kapıldığımız rehavetten kurtulmamıza yardım etti, hızlı adımlarla otele vardık. “Wolfsburg”a giden tren ertesi sabah erken saatteydi. 
Alman demiryolları “DB Bahn” ın internet sitesinden Berlin-Wolfsburg gidiş-dönüş tren biletlerimizi gelmeden almıştık. İyi ki de almışız. O gün gitmeye karar verseydik neredeyse üç katı fazla para ödemek zorunda kalacaktık. Münih’deyken severek kahvaltılarımızı ettiğimiz Le Crobag’i buradaki istasyonda da görünce başka yer aramadık. Trenle bir saat yirmi dakika mesafedeki Wolfsburg’a gidiş amacımız neydi derseniz. Cevabımız “Autostadt” olur. Burası da BMW dünyası gibi yine bir otomobil cenneti! Bu sefer sadece BMW değil, Volkswagen Grubu’ndaki başta VW olmak üzere, Porsche, Seat, Audi, Skoda, Lamborghini, Bentley, Ducati, Bugatti gibi daha da özel markalar her yerdeydi. Ne de olsa Wolkswagen’ın fabrikası da burada. Autostadt 2000 yılında açılmış. İnşası iki sene sürmüş. Şimdiye kadar da 35 milyon ziyaretçisi olmuş ki, bu sayıyı hak ediyor. Çok farklı bir konsepti var. Teknoloji, hareketlilik ve üst düzeyde çevre bilinci harmanlanmış ve karşınızda kanlı canlı duruyor.

arkada VW fabrikası, önde çocuklar için elektrikli arabalar
 
yürüyüş yolundan çimene kademeli geçiş...

menekşe tüneli sürekli dönüyor, tam ortasından durup kokuyu içe çekmek gerek..
 

Gelmeden tesisteki farklı bölümler için rezervasyonlar yaptırmıştık. İlk rezervasyonumuz Wolkswagen fabrikası gezisi idi. Fabrika gezisine bir tekneyle gittik. Güvenlik önlemleri had safhada. Bir Golf’ün lokomotiflik yaptığı trene binerek, fabrika içindeki gezintimize başladık. Şakacı İtalyan rehberimiz içeride fotoğraf çekmeye izin verilmediğini kibarca hatırlattı. Yüzde 17’si kadın olmak üzere 50000 kişi çalışıyormuş burada. VW fabrikası ilk kurulduğu zamanlarda çoğunlukla İtalyanlar çalışmak için gelmiş. Burayı çok sevip yerleşmeye karar vermişler. Wolfsburg’u İtalyanlar kurdu sayılıyormuş ve Autostadt 2012 yılını İtalyanlar’ın buradaki 50. yılını kutlamaya ayırmış. Mesela o Cuma akşamı mekanda Eros Ramazotti konseri vardı! Biz de biraz provalarını dinleyebildik. =) Fabrika gezisi oldukça eğlenceli, keşke resim de çekebiliyor olsaydık. Kafamızın üzerinden araba parçaları uçarak geçiyordu. Başıboş gezen robotlar araba parçaları taşıyordu. Her şey o kadar milimetrik ve saniye saniye hesaplanmış ki, hiçbir aksaklığa yer yok. Günde 8-10bin parça takılıp, 3700 araba tamamlanıyormuş. Acayip rakamlar! Fabrikanın eski bölümünde eski Vosvos’tan tam 12 milyon adet üretilmiş.
 
Araba kuleleri


Fabrika gezisinin ardından “Araba Kulesi” vardı sırada. Bu kuleler son kullanıcıya teslim edilmeden önce arabaların depo edildiği yer. İki kule var, her birinde 400 araba depolanabiliyormuş. Silindir şeklindeki kulenin her bir katına arabalar bir bilgisayar tarafından yönetilen asansör sistemiyle yerleştiriliyor. Arabalar en fazla 1-2 gün bu kulede kalıyormuş. Buradan doğdukları yere son bir bakış atıp terk ediyorlar fabrikayı. Biz de aynı arabalar gibi hissettik kendimizi aynı bu arabaların konulduğu asansör/vagon karışımı şeye rehberle beraber bindiğimizde. Emniyet kemerlerimizi taktık ve seyir terasının olduğu 20. kata çıktık. Epey hızlı çalışan bir sistem. Kafada daha iyi canlandırma sağlayacağı düşüncesiyle; Görevimiz Tehlike 4’te -Ghost Protocol- Tom Cruise’un içinde hoplayıp zıpladığı garaj. Filmdeki garaj Autostadt’daki değil ama stüdyoymuş, sıfırdan inşa edilmiş.
sanki Tom Cruise her an bir yerlerden fırlayacak!
 
Araba kulesinin seyir katından fabrika manzarası
 
En son rezervasyonumuz Autostadt’ın tamamını rehberle gezmek içindi. Beş kişilik ufak bir gruptuk. Öncelikle ana binadan başladı gezinti. Burası hem hoşgeldiniz kısmı, restoranlar var, hem araba teslimat merkezi, hem de konerler, etkinlikler düzenleniyor. Bir de çocuklar için araba sürüş eğitimi merkezi var. Yazılı sınavları başarıyla geçen öğrenciler, bahçedeki minyatür elektrikli arabaları kullanabiliyor. Çocuklar için ödülü çok heyecan verici bir aktivite olduğu kesin! Üst kattaki “Level Green” adından anlaşılacağı üzere çevre duyarlılığının anlatıldığı ve o sene lansmanı yapılan Up! modelinin tanıtıldığı bölüm. Değişik değişik deneylerle sürdürülebilirliğin önemini ön plana çıkarmak istemişler.
bir muz üretmek için o kadar bidon su lazımmış!
 
Ana binadan çıkıp “ZeitHaus”a – Zaman Evi’ne yani otomobil müzesine girdik. Burası klasik arabalarla doluydu beklenileceği gibi ve Tal’ın yüzündeki mutluluk sözcüklerle ifade edilemezdi herhalde. =) Erkekler ve arabalar(ın)a karşı duydukları karşılıksız sevgi!..
 
cillop bir Porsche...

Auto Union = Audi
 
Dünyanın ilk otomobilinin bire bir replikası vardı müzede. Gerçeği Benz tarafından Mannheim’de prototip olarak 1886’da üretilmiş. Test amaçlı bu aracın hızı saatte 16 km imiş. Seri üretimi yapılan ilk otomobil ise yine Benz’in Velo modeli olmuş. 1899 yılında yapılan ve saatte 21 km hıza ulaşan araç daha sonraki senelerde Henry Ford’un T modeline de temel olmuş.

ilk otomobilin replikası


VW Beetle, nam-I diğer Vosvos! En çok sevilen ve en sempatik modellerden biridir herhalde. Üretilen bir milyonuncu Vosvos swarowski taşlarla süslenmiş bir şekilde ışıkların altında parlıyordu. Bir arabayı tatlı diye tabir etmek ne kadar doğrudur bilmem ama çok da tatlı görünüyordu.
bir milyonuncu efsane Vosvos...
 
Tatlılık kategorisini aşıp “çekici-vamp-vahşi” kategorisine yerleştirilebilecek bir araba görmek için de “Premium Clubhouse”a gitmek yeterli oldu. Le Mans yarış pistinden esinlenerek yapılmış binanın içinde bir Bugatti Veyron size bekliyor. Daha önce hiç öyle bir araba görmemiştim. Her yeri ayna kaplı. Belki araba deyip geçmek de yersizdir bilemiyorum. Bu kısımları Tal anlatsa daha mı iyi olur acaba? Fiyatı yanlış hatırlamıyorsam 1,5 milyon Euro!


hava binbeşyüz!

Tal bildiriyor:  Bugatti Pavillion’da sergilenmekte olan Bugatti Veyron resimde de gördüğünüz gibi ayna kaplı, yani İngilizce’de bu kaplama “mirror-finnish” olarak geçiyor. Normalde daha üst modelleri de var Veyron’un, mesela Veyron SS (SuperSport) gibi. Ancak oradaki düz bir Veyron (16.4) idi. Yani 7 ileri DSG vites, 100 litre benzin depo hacmi, 1001 BHP güç üretebilen 16 silindirli 8 Litre motor ve 400KMH üzeri hız! Bu aracın 0-100’ü 2.5 saniye, 0-400’ü de 55 saniyedir.
Tur dahilinde “Araba Kulesi” ziyareti de var, ama asansörle yukarı çıkış yok. Sadece aşağıdan arabalara bakılabiliyor.
Porsche’un kurucusu Ferry Porsche beyefendi demiş ki “Başlarken etrafıma bakındığımda hayalimdeki arabayı göremedim, bu yüzden kendim yapmaya karar verdim.” Keşke hepimizin hayalimizdekileri yerine getirecek gücü ve kararlılığı olsa. Porsche pavyonunda (pavyon deyince aklınıza başka şeyler gelmesin =) TDK der ki; Pavyon: Bir kuruluşun, bir kurumun, bir bahçe içindeki yapılarından her biri...) geçmişten günümüze Porsche’lar bir video ve seslerle anlatılıyordu. İlginç çatısıyla Porsche pavyonunda sergilenler Porsche Cayenne, Cayman, 911, Boxter ve tabi ki Panarema. Fiyatları da Türkiye’dekinin neredeyse yarısı. Burası rehberli turumuzun son durağıydı.
Porsche'un ilginç mimariye sahip pavilyonu

Mekanın kapanışına kadar zaman vardı daha ve buradan ayrılmak istemeyen birini yakından tanıyordum.  =) Girmediğimiz diğer pavyonlara gittik. En başta Lamborghini’ninkine. Karanlık bir yer, duman, ışık ve ses gösterisi eşliğinde başrolde sarı bir Murcielago. Duvara asılı bu süper-araba şovun bir bölümünde hoopp duvarın dönmesiyle bir anda hava almaya çıkıyor ve gün yüzü görüyor. Eğlenceli bir gösteriydi.
"yeter artık, çıkarın beni burdan"diyor mudur acaba bu Murcielago?
 
VW dükkanına da uğradık. Arabanıza almayı düşüneceğiniz birçok aksesuvar ya da kendiniz için original kıyafetler, hediyelik eşyalar, vs bulabilirsiniz. Şaşkınlığımız ise orada satılan tişörtlerde “Made in Turkey” ibaresini görünce oldu. İstanbul’da niye yok o tişörtlerden acaba? Bizde kesinlikle daha ucuza satılır! =)

Yorgunluğumuzu atmak için günün taa en başından beri gözümüze kestirdiğimiz yeşil tepeye tırmandık ve ahşaptan şezlonglara yayıldık. Fabrikayı, göleti, kanalları, köprüleri, pavyonları ve kuleleri seyredaldık. Açlığımızı bastırması için fındık atıştırdık. “Hep bana hep bana” olmaz di mi. Gölette yüzen ördekleri de unutmadık. Hayvan besleme ritüelimizi de gerçekleştirdik fındıklarla. Ördeklerin yiyebileceği boyutlara getirdik tabi fındıkları, ayrıntıya girmek gerekirse, ağızda çiğneyip yumuşatarak. =) 
huzurlu tepe, sanki Hobbit köyündekiler gibi.
 
doymak bilmeyen ördekler!
Yavaş yavaş ayrılmak icap ediyordu çünkü konser olduğu için tesisi biraz daha erken kapatıyorlardı. Günün sonunda diyebiliriz ki, Autostadt amacına ulaştı ve bize unutamayacağımız bir deneyim yaşattı. Aller nehrinden geçen mavnaları izleyip tren saatine kadar zamanımız olduğu için akşam yemeğini burada yemek istedik. Biraz dolandıkan sonra gözümüze bir “Tapas” lokantası kestirdik, Cabanaz. Müdavimleri olan bir yere benziyordu, yediğimiz tapaslarda fena değildi. Bir gün İspanya’ya gitmek kısmet olursa asıl orada denemiş olacağız tapasları herhalde. =)
Berlin’e döndüğümüzde saat 10’a yaklaşıyordu. Gece hayatıyla ünlü Oranienburger Strasse’ye çevirdik rotamızı. Bu bölge aynı zamanda eski Yahudi bölgesi. Gerçekten de epey canlı bir yer. Tüm cafeler, publar, lokantalar doluydu ve cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Cuma akşamı olduğu için de ekstra bir yoğunluk vardı sanırım. Bu cadde üzerindeki asıl merak ettiğimiz yer aslına bakarsanız “Tacheles” idi.

Tacheles'in yan duvarı.

Günümüzde alternatif sanat ve sergi merkezi. Tacheles’in anlamı dürüst ve doğrudan konuşmakmış. 1909 yılında şaşalı bir alışveriş merkezi olarak açılışı yapılan bina şimdiki hali sebebiyle harabe olarak görülebilir kimileri tarafından. Çok az ışıklandırma var, içerisi karanlık, tüm duvarlar grafitilerle ve posterlerle kaplı. Biz merdivenleri tedirginlikle tırmanırken farklı yerlerden farklı müzik sesleri geliyordu. Benim için en büyük tedirginlik sebebi her an her yerden bir fare fırlayacak gibi olmasaydı. Karanlıkta görmeyip üstüne bassam dünyam da şaşardı! Fare fantazisini geçersek, içeride resimler, tablolar, el işi takılar, ve daha da karanlık köşelerde ot satılıyor. Evsizlere de rastlayabilirsiniz. En az Christiania kadar ilgi çekici bir yer. Sanki Almanya’ya ait olmayan, onunla uyuşmayan bir başka alem. Dış duvarında kocaman “How long is now” yazıyor. Bu bir sanat projesinin ismiymiş.  Isteyen herkes şimdiyi nasıl algıladığını 3 saniyelik bir filmde anlatıp sanatçı Noemi Schneider’e göndermiş. Içinden seçilen filmlerle başka bir film oluşturulup sergilenmiş. Bizden birkaç ay sonra Berlin’e giden kızkardeşim Derya'ya da Tacheles’e uğramasını tavsiye etmiştik ama artık çok geç olduğunu bilmiyorduk. Çünkü Tacheles kapatılmıştı! Akıbeti hakkında yaptığım araştırmalarda çıkan sonuç şu oldu: yıllardır devam eden davalar sonucu artık buranın kapatılmasına karar verilmiş, bizde olduğu gibi  şehrin dokusuna bir darbe de buradan vurularak. Yükselme hırsında olan ve baba parasıyla geçinen zengin gençler olarak tabir edilen yuppilerin bu tip bölgeleri ele geçirmesi ve üst sınıfın satın almasıyla önceden değersiz sayılan bu yerlerin değer kazanmasına son zamanlarda çokça rastlanır olmuş.






 
Hackescher Markt

Tacheles’ten ayrılıp “Hackescher Markt”a geldiğimizde bıraktığımız curcuna aynen bu meydanda devam ediyordu. Restoranlar, cafeler doluydu. Canlı müzikle birlikte herkes bir cümbüş içindeydi. Bu eğlenceli ortamın tadını çıkaralım diye oturduk bir cafeye. Şimdi koskoca Berlin’i keşfetmek için sadece iki günümüz kalmıştı. Olanak var mıydı buna? Pek emin değildik açıkçası.

*** Yazının devamı için buraya lütfen... =)

Hiç yorum yok: