BERLİN & WOLFSBURG, ALMANYA
Berlin anlat anlat bitmez ki. Her yerinden ayrı bir şey
fışkıran canlı bir şehir. Daha ayak basar basmaz anlamalıydık aslında bunu.
Çünkü gecenin karanlığında ana tren istasyonundan çıktığımızda karşımıza bir
tilki çıkıverdi! Şehrin ortasında tilkinin ne işi vardı peki? =) Büyük bir
şehirde yaşamak bir nevi vahşi doğada ölüm kalım savaşı vermek demek değil mi
zaten? =)
|
bir zamanlar Berlin ikiye ayrılmıştı... |
Yaz olmasına rağmen serin hava trende kapıldığımız
rehavetten kurtulmamıza yardım etti, hızlı adımlarla otele vardık. “Wolfsburg”a
giden tren ertesi sabah erken saatteydi.
Alman demiryolları “DB Bahn” ın internet sitesinden
Berlin-Wolfsburg gidiş-dönüş tren biletlerimizi gelmeden almıştık. İyi ki de
almışız. O gün gitmeye karar verseydik neredeyse üç katı fazla para ödemek
zorunda kalacaktık. Münih’deyken severek kahvaltılarımızı ettiğimiz Le Crobag’i
buradaki istasyonda da görünce başka yer aramadık. Trenle bir saat yirmi dakika
mesafedeki Wolfsburg’a gidiş amacımız neydi derseniz. Cevabımız “Autostadt” olur.
Burası da BMW dünyası gibi yine bir otomobil cenneti! Bu sefer sadece BMW
değil, Volkswagen Grubu’ndaki başta VW olmak üzere, Porsche, Seat, Audi, Skoda,
Lamborghini, Bentley, Ducati, Bugatti gibi daha da özel markalar her yerdeydi.
Ne de olsa Wolkswagen’ın fabrikası da burada. Autostadt 2000 yılında açılmış. İnşası
iki sene sürmüş. Şimdiye kadar da 35 milyon ziyaretçisi olmuş ki, bu sayıyı hak
ediyor. Çok farklı bir konsepti var. Teknoloji, hareketlilik ve üst düzeyde
çevre bilinci harmanlanmış ve karşınızda kanlı canlı duruyor.
|
arkada VW fabrikası, önde çocuklar için elektrikli arabalar |
|
yürüyüş yolundan çimene kademeli geçiş... |
|
menekşe tüneli sürekli dönüyor, tam ortasından durup kokuyu içe çekmek gerek.. |
Gelmeden tesisteki farklı bölümler için rezervasyonlar
yaptırmıştık. İlk rezervasyonumuz Wolkswagen fabrikası gezisi idi. Fabrika
gezisine bir tekneyle gittik. Güvenlik önlemleri had safhada. Bir Golf’ün
lokomotiflik yaptığı trene binerek, fabrika içindeki gezintimize başladık.
Şakacı İtalyan rehberimiz içeride fotoğraf çekmeye izin verilmediğini kibarca
hatırlattı. Yüzde 17’si kadın olmak üzere 50000 kişi çalışıyormuş burada. VW
fabrikası ilk kurulduğu zamanlarda çoğunlukla İtalyanlar çalışmak için gelmiş.
Burayı çok sevip yerleşmeye karar vermişler. Wolfsburg’u İtalyanlar kurdu sayılıyormuş
ve Autostadt 2012 yılını İtalyanlar’ın buradaki 50. yılını kutlamaya ayırmış. Mesela
o Cuma akşamı mekanda Eros Ramazotti konseri vardı! Biz de biraz provalarını
dinleyebildik. =) Fabrika gezisi oldukça eğlenceli, keşke resim de çekebiliyor
olsaydık. Kafamızın üzerinden araba parçaları uçarak geçiyordu. Başıboş gezen
robotlar araba parçaları taşıyordu. Her şey o kadar milimetrik ve saniye saniye
hesaplanmış ki, hiçbir aksaklığa yer yok. Günde 8-10bin parça takılıp, 3700
araba tamamlanıyormuş. Acayip rakamlar! Fabrikanın eski bölümünde eski
Vosvos’tan tam 12 milyon adet üretilmiş.
|
Araba kuleleri |
Fabrika gezisinin ardından “Araba Kulesi” vardı sırada. Bu
kuleler son kullanıcıya teslim edilmeden önce arabaların depo edildiği yer. İki
kule var, her birinde 400 araba depolanabiliyormuş. Silindir şeklindeki kulenin
her bir katına arabalar bir bilgisayar tarafından yönetilen asansör sistemiyle
yerleştiriliyor. Arabalar en fazla 1-2 gün bu kulede kalıyormuş. Buradan doğdukları
yere son bir bakış atıp terk ediyorlar fabrikayı. Biz de aynı arabalar gibi
hissettik kendimizi aynı bu arabaların konulduğu asansör/vagon karışımı şeye
rehberle beraber bindiğimizde. Emniyet kemerlerimizi taktık ve seyir terasının
olduğu 20. kata çıktık. Epey hızlı çalışan bir sistem. Kafada daha iyi
canlandırma sağlayacağı düşüncesiyle; Görevimiz Tehlike 4’te -Ghost Protocol-
Tom Cruise’un içinde hoplayıp zıpladığı garaj. Filmdeki garaj Autostadt’daki
değil ama stüdyoymuş, sıfırdan inşa edilmiş.
|
sanki Tom Cruise her an bir yerlerden fırlayacak! |
|
Araba kulesinin seyir katından fabrika manzarası |
En son rezervasyonumuz Autostadt’ın tamamını rehberle gezmek
içindi. Beş kişilik ufak bir gruptuk. Öncelikle ana binadan başladı gezinti.
Burası hem hoşgeldiniz kısmı, restoranlar var, hem araba teslimat merkezi, hem
de konerler, etkinlikler düzenleniyor. Bir de çocuklar için araba sürüş eğitimi
merkezi var. Yazılı sınavları başarıyla geçen öğrenciler, bahçedeki minyatür
elektrikli arabaları kullanabiliyor. Çocuklar için ödülü çok heyecan verici bir
aktivite olduğu kesin! Üst kattaki “Level Green” adından anlaşılacağı üzere
çevre duyarlılığının anlatıldığı ve o sene lansmanı yapılan Up! modelinin
tanıtıldığı bölüm. Değişik değişik deneylerle sürdürülebilirliğin önemini ön
plana çıkarmak istemişler.
|
bir muz üretmek için o kadar bidon su lazımmış! |
Ana binadan çıkıp “ZeitHaus”a – Zaman Evi’ne yani otomobil
müzesine girdik. Burası klasik arabalarla doluydu beklenileceği gibi ve Tal’ın
yüzündeki mutluluk sözcüklerle ifade edilemezdi herhalde. =) Erkekler ve
arabalar(ın)a karşı duydukları karşılıksız sevgi!..
|
cillop bir Porsche... |
|
Auto Union = Audi |
Dünyanın ilk otomobilinin bire bir replikası vardı
müzede. Gerçeği Benz tarafından Mannheim’de prototip olarak 1886’da üretilmiş.
Test amaçlı bu aracın hızı saatte 16 km imiş. Seri üretimi yapılan ilk otomobil
ise yine Benz’in Velo modeli olmuş. 1899 yılında yapılan ve saatte 21 km hıza
ulaşan araç daha sonraki senelerde Henry Ford’un T modeline de temel olmuş.
|
ilk otomobilin replikası |
VW Beetle, nam-I diğer Vosvos! En çok sevilen ve en sempatik
modellerden biridir herhalde. Üretilen bir milyonuncu Vosvos swarowski taşlarla
süslenmiş bir şekilde ışıkların altında parlıyordu. Bir arabayı tatlı diye
tabir etmek ne kadar doğrudur bilmem ama çok da tatlı görünüyordu.
|
bir milyonuncu efsane Vosvos... |
Tatlılık kategorisini aşıp “çekici-vamp-vahşi”
kategorisine yerleştirilebilecek bir araba görmek için de “Premium Clubhouse”a
gitmek yeterli oldu. Le Mans yarış pistinden esinlenerek yapılmış binanın
içinde bir Bugatti Veyron size bekliyor. Daha önce hiç öyle bir araba
görmemiştim. Her yeri ayna kaplı. Belki araba deyip geçmek de yersizdir bilemiyorum.
Bu kısımları Tal anlatsa daha mı iyi olur acaba? Fiyatı yanlış hatırlamıyorsam
1,5 milyon Euro!
|
hava binbeşyüz! |
Tal bildiriyor: Bugatti Pavillion’da sergilenmekte olan
Bugatti Veyron resimde de gördüğünüz gibi ayna kaplı, yani İngilizce’de bu
kaplama “mirror-finnish” olarak geçiyor. Normalde daha üst modelleri de var
Veyron’un, mesela Veyron SS (SuperSport) gibi. Ancak oradaki düz bir Veyron
(16.4) idi. Yani 7 ileri DSG vites, 100 litre benzin depo hacmi, 1001 BHP güç
üretebilen 16 silindirli 8 Litre motor ve 400KMH üzeri hız! Bu aracın 0-100’ü
2.5 saniye, 0-400’ü de 55 saniyedir.
Tur dahilinde “Araba Kulesi” ziyareti de var, ama
asansörle yukarı çıkış yok. Sadece aşağıdan arabalara bakılabiliyor.
Porsche’un kurucusu Ferry Porsche beyefendi demiş ki
“Başlarken etrafıma bakındığımda hayalimdeki arabayı göremedim, bu yüzden
kendim yapmaya karar verdim.” Keşke hepimizin hayalimizdekileri yerine
getirecek gücü ve kararlılığı olsa. Porsche pavyonunda (pavyon deyince aklınıza başka şeyler gelmesin =) TDK der ki; Pavyon: Bir kuruluşun, bir kurumun, bir bahçe içindeki yapılarından her biri...) geçmişten günümüze
Porsche’lar bir video ve seslerle anlatılıyordu. İlginç çatısıyla Porsche
pavyonunda sergilenler Porsche Cayenne, Cayman, 911, Boxter ve tabi ki
Panarema. Fiyatları da Türkiye’dekinin neredeyse yarısı. Burası rehberli turumuzun
son durağıydı.
|
Porsche'un ilginç mimariye sahip pavilyonu |
Mekanın kapanışına kadar zaman vardı daha ve buradan
ayrılmak istemeyen birini yakından tanıyordum.
=) Girmediğimiz diğer pavyonlara gittik. En başta Lamborghini’ninkine.
Karanlık bir yer, duman, ışık ve ses gösterisi eşliğinde başrolde sarı bir Murcielago.
Duvara asılı bu süper-araba şovun bir bölümünde hoopp duvarın dönmesiyle bir
anda hava almaya çıkıyor ve gün yüzü görüyor. Eğlenceli bir gösteriydi.
|
"yeter artık, çıkarın beni burdan"diyor mudur acaba bu Murcielago? |
VW dükkanına da uğradık. Arabanıza almayı düşüneceğiniz
birçok aksesuvar ya da kendiniz için original kıyafetler, hediyelik eşyalar, vs
bulabilirsiniz. Şaşkınlığımız ise orada satılan tişörtlerde “Made in Turkey”
ibaresini görünce oldu. İstanbul’da niye yok o tişörtlerden acaba? Bizde
kesinlikle daha ucuza satılır! =)
Yorgunluğumuzu atmak için günün taa en başından beri
gözümüze kestirdiğimiz yeşil tepeye tırmandık ve ahşaptan şezlonglara yayıldık.
Fabrikayı, göleti, kanalları, köprüleri, pavyonları ve kuleleri seyredaldık. Açlığımızı
bastırması için fındık atıştırdık. “Hep bana hep bana” olmaz di mi. Gölette
yüzen ördekleri de unutmadık. Hayvan besleme ritüelimizi de gerçekleştirdik
fındıklarla. Ördeklerin yiyebileceği boyutlara getirdik tabi fındıkları, ayrıntıya
girmek gerekirse, ağızda çiğneyip yumuşatarak. =)
|
huzurlu tepe, sanki Hobbit köyündekiler gibi. |
|
doymak bilmeyen ördekler! |
Yavaş yavaş ayrılmak icap ediyordu çünkü konser olduğu
için tesisi biraz daha erken kapatıyorlardı. Günün sonunda diyebiliriz ki,
Autostadt amacına ulaştı ve bize unutamayacağımız bir deneyim yaşattı. Aller
nehrinden geçen mavnaları izleyip tren saatine kadar zamanımız olduğu için
akşam yemeğini burada yemek istedik. Biraz dolandıkan sonra gözümüze bir
“Tapas” lokantası kestirdik, Cabanaz. Müdavimleri olan bir yere benziyordu,
yediğimiz tapaslarda fena değildi. Bir gün İspanya’ya gitmek kısmet olursa asıl
orada denemiş olacağız tapasları herhalde. =)
Berlin’e döndüğümüzde saat 10’a yaklaşıyordu. Gece
hayatıyla ünlü Oranienburger Strasse’ye çevirdik rotamızı. Bu bölge aynı
zamanda eski Yahudi bölgesi. Gerçekten de epey canlı bir yer. Tüm cafeler,
publar, lokantalar doluydu ve cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Cuma akşamı olduğu
için de ekstra bir yoğunluk vardı sanırım. Bu cadde üzerindeki asıl merak
ettiğimiz yer aslına bakarsanız “Tacheles” idi.
|
Tacheles'in yan duvarı. |
Günümüzde alternatif sanat ve
sergi merkezi. Tacheles’in anlamı dürüst ve doğrudan konuşmakmış. 1909 yılında
şaşalı bir alışveriş merkezi olarak açılışı yapılan bina şimdiki hali sebebiyle
harabe olarak görülebilir kimileri tarafından. Çok az ışıklandırma var, içerisi
karanlık, tüm duvarlar grafitilerle ve posterlerle kaplı. Biz merdivenleri
tedirginlikle tırmanırken farklı yerlerden farklı müzik sesleri geliyordu.
Benim için en büyük tedirginlik sebebi her an her yerden bir fare fırlayacak
gibi olmasaydı. Karanlıkta görmeyip üstüne bassam dünyam da şaşardı! Fare
fantazisini geçersek, içeride resimler, tablolar, el işi takılar, ve daha da
karanlık köşelerde ot satılıyor. Evsizlere de rastlayabilirsiniz. En az Christiania
kadar ilgi çekici bir yer. Sanki Almanya’ya ait olmayan, onunla uyuşmayan bir
başka alem. Dış duvarında kocaman “How long is now” yazıyor. Bu bir sanat
projesinin ismiymiş. Isteyen herkes
şimdiyi nasıl algıladığını 3 saniyelik bir filmde anlatıp sanatçı Noemi
Schneider’e göndermiş. Içinden seçilen filmlerle başka bir film oluşturulup
sergilenmiş. Bizden birkaç ay sonra Berlin’e giden kızkardeşim Derya'ya da
Tacheles’e uğramasını tavsiye etmiştik ama artık çok geç olduğunu bilmiyorduk.
Çünkü Tacheles kapatılmıştı! Akıbeti hakkında yaptığım araştırmalarda çıkan
sonuç şu oldu: yıllardır devam eden davalar sonucu artık buranın kapatılmasına
karar verilmiş, bizde olduğu gibi şehrin
dokusuna bir darbe de buradan vurularak. Yükselme hırsında olan ve baba
parasıyla geçinen zengin gençler olarak tabir edilen yuppilerin bu tip bölgeleri
ele geçirmesi ve üst sınıfın satın almasıyla önceden değersiz sayılan bu
yerlerin değer kazanmasına son zamanlarda çokça rastlanır olmuş.
|
Hackescher Markt |
Tacheles’ten ayrılıp “Hackescher Markt”a geldiğimizde
bıraktığımız curcuna aynen bu meydanda devam ediyordu. Restoranlar, cafeler
doluydu. Canlı müzikle birlikte herkes bir cümbüş içindeydi. Bu eğlenceli
ortamın tadını çıkaralım diye oturduk bir cafeye. Şimdi koskoca Berlin’i
keşfetmek için sadece iki günümüz kalmıştı. Olanak var mıydı buna? Pek emin
değildik açıkçası.
*** Yazının devamı için
buraya lütfen... =)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder