30 Mart 2018 Cuma

BU SEFER BATI İZLANDA'YA...

Blue Lagoon, Reykjavik


Hazırlıklar ve giriş kısımlarını (1) - (2) geride bıraktığımıza göre sıra gelişme bölümünde demektir. İzlanda'yı kendimce bölgelere ayırdım. Farklı kaynaklarda farklı şekillerde ayrıldığını belirtmek isterim. Batı İzlanda’yla başlıyoruz. 
Cuma geceyarısı Amsterdam aktarmalı Reykjavik uçağından indik. Türkiye saatine göre saat sabaha karşı 03:30 civarıydı, saatlerdir yollardaydık. Bizi geceyarısı güneşi karşıladı. Halbuki İzlanda saatine göre saat 00:30’du! Resmen ayarlarımızla oynanıyordu. Tal araba kiralama işlerini hallederken biz Ozi’yle havaalanının dışına çıkıp biraz dolandık. 


Geceyarısı güneşine karşı

Ama ne dolanma. Benim üzerimde kot mont, hafiften titriyorum, Ozi arabasında yarı uykulu yarı uyanık oturuyor. Bir tam daire çizip gerisin geri havaalanına döndük. O arada Tal araba anahtarlarını ve Ozi’nin araba koltuğunu teslim almıştı.
Arabaya yerleşme, koltuğu takma, vs. derken Keflavik havaalanına yaklaşık 10 dakikalık mesafede yer alan hostel/otelimize doğru yola çıktık. Vardığımızda saat neredeyse 02:00’ye yaklaşıyordu.  Böyle geç saatte İzlanda’ya varacaksanız, kalmak için havaalanına yakın bir yer ayarlamanız tavsiye olunur.  Zira  insanın iyice perti çıktığından, kendini direkt olarak uykunun tatlı kollarına bırakıyor.
İlginçtir ki, sabah pek de yorgun hissetmeyerek uyandık. Açık büfe kahvaltıda çok fazla seçenek yoktu ama aç da kalmadık. Bu arada şunu belirtmeden geçemem ki, genel olarak İzlanda’da oteller, restoranlar ve çalışanları oldukça çocuk dostu. Ozi kahvaltı salonunda kendine bir çok oyuncak buldu, görevli ona süt bile ısıttı. E daha ne isteyelim? Hostel/otelde hepi topu 10-11 saat geçirdikten sonra, asıl araba yolculuğumuza başladık. İlk durak da “Blue Lagoon-Lagün-Bláa Lónið”dü. İzlanda’da her an soğumuş lav düzlükleri gözünüze çarpabilir. Biz lagün yolunda bir tanesinin ortasından geçerken dayanamayıp arabadan indik ve biraz üzerinde yürüdük.  Lagünün çevresindeki uçsuz bucaksız düzlüğün geçmişi 1226 yılına kadar uzanıyormuş. Altında yer yer mağaralar var, üzerleri de yosun benzeri bir bitki (ya da liken diye tabir edebiliriz) ile kaplı. Likenlerin üzerine basmak yasak.


Soğumuş lav düzlükleri
Lagünün yakınından çıkan devasa buharı gördükçe heyecanımız ve merakımız gitgide artıyordu. Arabayı park edip, bu sefer üzeri açık eski bir lava tünelinin içinden geçerek nihayet tesise girdik. İçerisi bayağı kalabalıktı. Eğer suya girmek istiyorsanız, kesinlikle gitmeden online rezervasyon yaptırın. Yoksa sadece lagünün etrafında yürüyüş yaparak geri dönmek durumunda kalabilirsiniz. Biz içinde lagüne giriş, Silica Bar da dağıtılan Silis Çamur Maskesi, havlu ve bir içecek dahil olan konfor paketini seçtik, ki en hesaplısı da buydu. Paketler gitgide lüksleşip ciddi oranda pahalılaşıyor. Girerken paketinize göre farklı renklerde olan bilekliklerden veriliyor, ki bu aynı zamanda şifreli dolapların anahtarı. Konfor paketinki mavi renkti. Ozi’den ücret almadılar, 2-13 yaş arası ücretsizmiş, ancak 2 yaş altı girişine izin verilmiyor. Ayrıca mavi lagünde gece konaklama ve birçok yeme-içme seçeneği de mevcut.
Kadınlar ve erkekler için soyunma odaları ayrı. Biz Ozi’yle kadınlar bölümüne girdik. Suya girmeden önce duş alınmasını isteniyor. Hiç kapısı ya da perdesi olmayan duşlarda çıplak kadınlar/adamlar görebilirsiniz, şaşırmayın, son derece normal karşılanıyor. J Rahatsız olursanız kapısı, perdesi olan duşlar da az da olsa mevcut. Eşyalarınızı bırakmanız için şifreli dolaplar var. Lagün suyu saçları kurutabildiğinden önlemek için mutlaka orada ücretsiz verilen saç kremlerinden sürmenizi tavsiye ediyorlar.
Ozi’yle olduğumuz için üşümesinden çekiniyorduk açıkçası. Çünkü suyun ısısı 37-40 santigrat derece civarındaydı ama hava yaklaşık 8 - 10 dereceydi. Bu nedenle Ozi’ye UV korumalı dalgıç kıyafeti şeklinde mayo giydirdik, isabetli bir karardı bence. İsterseniz açıkhavaya çıkmadan, tesisin içinden lagüne girebiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık ve sonunda hep beraber lagünün sıcak ve şifalı sularına dalmıştık. J


Blue Lagoon ve silis çamuru
Teknik bilgileri şöyle sıralayabilirim. Suyun o tatlı uçuk mavi rengini, özellikle içindeki silis (silica) maddesi ve tabi ki göğün yansıması veriyor. Suyun içinde ayrıca alg (algae-su yosunu) ve mineraller de var. Lagünde 9 milyon litre su bulunuyor ve 8700 metrekarelik bir alana yayılıyor. Ortalama derinlik 1.2 metre ve lagünün suyunun doğal yollu devirdaim olması yaklaşık 40 saat sürüyor. Yerin 2 km altından gelen jeotermal su, tatlı su ve deniz suyunun olağanüstü yüksek derecelerde birleşmesiyle oluşuyor. Su yeryüzüne çıkarken silis ve mineralleri de içine alıyor ve sonrasında bu su, Svartsengi jeotermal santralinde işlenerek elektrik ve sıcak su üretiliyor.
Nereden baksanız 2 saat suda kaldık, hiç üşümedik. Arada sırada güneş çıkıverdi bulutların arasından. Etrafta acil durumlara karşı hep sizi gözleyen görevliler var. Bir görevli de isterseniz fotoğrafınızı çekip e-mail adresinize gönderiveriyor. Tabi ki fotoğraf çektirdik. Silis çamurunu yüzümüze gözümüze sürdük. Bu çamur özellikle sedef hastalığına çok iyi geliyormuş. Suyun içine kafamızı soktuk ama pek bir şey beklemeyin, çok bulanık. Bilete dahil içeceğimizi nereden alacağımızı bulamadık, onun yerine tatlı su çeşmesinden soğuk soğuk su içtik. İnsan burada farkına varmadan susuyor, kana kana su içmek istiyor. En son da güldür güldür dökülen yapay şelalenin sularının altına girdik, omuzlarımıza bir güzel masaj oldu. Tabiri caizse pamuk gibi olmuş bir halde lagünden çıktık. Ancak saç kremini az sürmüştüm sanırım, saçlarım aynı yumuşaklıkta değildi.


Blue Lagoon'un henüz kullanıma açılmamış kısmı
Arabaya atlayıp ikinci durağımız, Kutup bölgesine en yakın başkent "Reykjavik"e doğru yola çıktık. Ozi yorulmuştu, hemen uykuya daldı. Yol yaklaşık 45 dakika sürdü. Otele giriş yapmadan önce ertesi gün başlayacak yolculuğu düşünerek Bonus markete girip alışveriş yaptık. Otelimize eşyaları bırakıp, biraz soluklandıktan sonra şehri gezmek için kendimizi sokağa attık. İzlanda nüfusunun üçte biri (yani yaklaşık 125.000 kişi) başkentte yaşıyor. Merkezdeki evler genelde alçak katlı ve rengarenk.

Reykjavik sokakları


Merkezden uzaklaştıkça daha yüksek katlı evler ve birkaç gökdelen göze çarpıyor. Şehrin en meşhur alışveriş caddesi “Laugavegur”da yürürken İzlanda’nın en büyük kilisesi “Hallgrimskirkja”yı görmek için Frakkastigur caddesine saptık. Ozi’nin deyişiyle aslında bir roket olan bu kilise 74 metre yüksekliğinde ve oldukça modern görünümlü, zaten yapım yılı da 1986’ymış. Maalesef kapalı olduğu için içine o gün giremedik. Kilisenin önündeki meydanda kaşif “Leif Eriksson”un heykeli var. İddia edilen o ki, kendisi aslında Kuzey Amerika’yı keşfeden ilk kişi.

Hallgrimskirkja ve önünde Leif Eriksson heykeli
Karnımız acıkmaya başladığından (başımıza gelecekleri tahmin ettiğimiz halde) yerel tatlar tadabileceğimiz bir restorana girmek istedik. “Ostabudin” isimli minik, şirin ve yerel bir restoranı seçtik. İzlanda morina balığı, arktik alabalığı ve yeşil zeytin siparişi verdik. Yanına da iki yerel bira, Viking Lettöl ve Viking Stout.



Yemekler ve bira çok lezzetliydi ama ya hesap? Onu hiç sormayın işte! Yaklaşık 350 TL’lik bir hesap ödeyince, restoranlara daha az uğramaya karar verdik, hatta mümkünse hiç uğramamaya. J Tabaklarımızda kırıntı, şişelerin dibinde damla kalmadığına emin olunca restorandan ayrıldık ve sokaklarda avare avare dolaşmaya devam ettik. 


Cüzdan yakan balıklar
Yürüyerek Reykjavik belediye binasının önündeki gölete vardık. İlginç heykellere, gölet kenarındaki güzel evlere bakıp düşüncelere daldık. İzlanda’nın çetin şartları bir yandan insanın gözünü korkuturken, bir yandan da o sadeliği ve müstesnalığı insanı kendine çekiyor. Dedikleri kadar var: Huzur İzlanda! J



Her ne kadar belli etmese de saat epeyce geç olmuştu. Otele dönüp, uykuya daldık. Reykjavik'e Güney İzlanda'yı anlatırken tekrar döneceğim. Bu arada İzlanda’da kaldığımız yedi gece boyunca arabadan sadece içinde temiz eşyalarımızın olduğu bir bavul ve yiyecek torbamızı indirdik. Geri kalan tüm eşyalarımızı arabada bıraktık, yoksa her gece o yorgunlukla eşya indirmek ve ertesi sabah geri yüklemek çekilmez.
Borgarnes
Pazar sabahı otelde mükellef bir açık büfe kahvaltının ardından Reykjavik’ten ayrılma zamanımız gelmişti. Gelmeden önce internet sitelerinde okuduğumuz ve hayalini kurduğumuz o ıssız yollar önümüzdeydi sonunda. J Hava şansımıza güneşli ve hafif bulutluydu. İlk olarak kuzeye “Borgarnes” kasabasına doğru yol aldık. Yolumuz üzerinde Avrasya Tüneli benzeri ücretli bir tünelden geçtik.

Avrasya Tüneli?
İsterseniz fiyordun etrafından dolanabilirsiniz de. Borgarnes’de görmek istediğimiz yer “The Settlement Centre- Yerleşim Merkezi”ydi.  Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonunda merkeze vardık. Arabadan adımımızı atar atmaz bahsedilen şiddetli rüzgarların nasıl olduğunu bizatihi yaşamış olduk. Saç-baş dağınık halde kendimizi merkeze atabildik neyse. Buradaki iki ayrı sergide İzlanda’da yerleşimin nasıl başladığına dair Saga (Viking destanı) ve ülkenin en şöhretli Viking’i ve ilk ozanı Egill Skallagrimsson anlatılıyor. Sergiler sesli rehber eşliğinde geziliyor. Türkçe seçenek yok ama belki ileride olur. Görevliler dilimizi sorup biz ‘Türkçe’ deyince ‘Oooovv, üzgünüz’ dediklerinden öyle bir izlenime kapıldık.


Yerleşim sergisinden enstantaneler
Yerleşim sergisinde, Vikingli denizcilerin denizleri nasıl fethettiği ve neden Norveç’teki evlerini terk ettikleri gibi sorular yanıtlanıyor. Adaya ayak basan ilk insanlar ve dünyadaki ilk parlamento olan Althing’in kuruluş hikayesi anlatılıyor. Sergiler interaktif olması sebebiyle minik Ozi’nin de epey ilgisini çekti. Hareketli bir Viking gemisi kesitine bindi örneğin. 


bir Viking kolay yetişmiyor :)
Denileni anlamasa da tüm sergiler boyunca kulaklıkları takılıydı. Hatta hangi dillerden dinlediğini bile bilmiyoruz! J Ayrıca sergilerin genelinde loş/karanlık bir ortam olmasına rağmen hiç korkmadı, ki şu aşağıdaki fotoğraftaki büyücüden korksa “Oğlum ne var korkacak!” diyemezdim. Belki de “Bu adam çorbacı , çorba kaynatıyor tenceresinde” diye beyaz yalanlara başvurmamız onu rahatlatmıştır. Kimbilir. J Diğer sergi Egil’in Saga’sındaysa savaşlar, aşklar, entrikalar, büyücülük ve pagan inanışları gibi hepsi birbirinden egzantirik konular anlatılıyor. Sergileri gezdikten sonra arabayı hemen merkezin önündeki “Brakarey” adasına çekip, öğle yemeğimizi yedik. Ozi bol bol çubuk kraker ve meyve tercih ederken biz sandviçlere ve enfes skyr’lere  gömüldük.

Çorbacı! :)
Snæfellsnes yarımadası  
“Snaefellsnes” yarımadasına doğru yola çıktığımızda saat neredeyse öğleden sonra 3’e geliyordu. Yollar mı düşündüğümüzden daha uzundu, biz mi yavaştık acaba? Yarım saat sonra yarımadanın girişinde “Gerduberg” kayalıklarında durduk. Bu doğa harikası bazalt sütunlar kurşun askerler gibi yanyana dizili göz alabildiğine uzanıyorlar. Ozi uyuyordu, onu hiç uyandırmadık. İyi de etmişiz aslında çünkü muhtemelen aşırı şiddetli rüzgar yüzünden ona mukayyet olmamız zor olurdu. Kendimize zor sahip çıktık.

Gerduberg kayalıkları
"Ytri Tunga” sahili sonraki uğrak noktamız oldu. Ozi’yi uyandırdık artık. Çünkü fok balıklarını görecektik! Rüzgar, kayalıklardaki kadar olmasa da devam ediyordu. Sahilde birkaç aile daha vardı, kimisi ellerinde dal parçalarıyla fok balıklarının ilgisini çekip, karaya yaklaştırmaya çalışıyordu. O arada Ozi’yi gördüklerinden midir nedir, gayet yakına ve tam önümüze iki fok geldi. Suyun içinden kafalarını dikip bize bakmaya başladılar. J Burada liman foku ve gri fok olmak üzere iki türü gözlemlemek mümkünmüş. Ne yazık ki, liman foku nüfusu geçtiğimiz 40 yıl içinde yüzde 90, gri fok nüfusu ise son 10 yılda yüzde 67 azalmış. Acaba dünyada sadece insanlar kaldığında daha iyi ve yaşanılır bir yer olacağını falan mı düşünüyoruz?!!

Ytri Tunga'nın fokları
Fokları arkamızda bıraktıktan sonra, arabayla sahil boyunca ilerledik ve “Arnarstapi” köyüne geldik. Burası daha sonra uğrayacağımız “Hellnar” köyüyle birlikte bölgenin önemli balıkçı köylerinden biriymiş. Eski ticari önemini şimdilerde turizme bırakmış olsa da köyde halen küçük bir liman var. Ayrıca insanlar yaz tatillerini geçirmek için de buraya geliyormuş. Köyün en önemli simgelerinden biri Snæfellsnes yarımadasının koruyucu ruhu Bárður Snæfellsás” heykeli. 


Bardur Snaefellsas
Efsaneye göre Bardur bölgeye çok yararı dokunmuş bir yarı trol, yarı insan. Yerel halk halen daha onun ruhunun bölgeyi korumaya devam ettiğine inanıyormuş. Köyün hemen arkasında piramit şeklinde heybetlice uzanan dağın adı da “Stapafell”. Bizim gibi acaba “Kirkjufell” dağını arkadan mı görüyoruz gibi bir ikileme düşmeyin diye özellikle belirtmek istedim. J


Stapafell dağı ve yazlık evler
Ozi kendine koşmak için çok uygun, yemyeşil ve engebeli bir parkur bulunca, onu arabaya geri sokabilmek ve “Hellnar”a doğru yola çıkmak epey zaman aldı. Arnarstapi ve Hellnar arasında 2.5 km’lik güzel bir yürüyüş rotası da mevcutmuş. Hellnar’da aynen Arnarstapi gibi sevimli bir balıkçı kasabası. Yemyeşil kırlar, rüzgarlı kıyılar ve hırçın dalgalar. Hatta uzaklarda bir balina sürüsü gördük gibimize geldi. Ama sonra dalga köpükleri olduğunda karar kıldık. Köyü ziyarete gelenlerin uğrak noktası “Fjöruhúsið Café”ye biz de uğradık. 


yok yok Fjöruhúsið Café burası değil! :P
Dışarıdan köhne ve eski püskü gözüken bu kafenin aradığınız kafe olduğuna inanmak konusunda tereddütte kalabilirsiniz. Aslında belki yerini bulamasanız ve hiç girip oturmasanız daha iyi bile olabilir, yani bütçeniz için. Çünkü biz bir kase balık çorbasına yaklaşık 80 TL para ödeyince bayağı bir hoş olduk. Allah’tan tereyağı ve ekmek de geldi yanında. Ozi’ye de sıcak çikolata aldık. En azından manzaramız müthiş deyip kendimizi avutarak çorbamızı içtik ve düştük yine yollara.
Hellnar
Kirkjufell, Blönduos
Aslında hedefimiz yarımadanın ucunu da dönebilmekti ama zamanımız daralmıştı. O gece “Blönduos”ta kalacaktık ve otele check in’de saat 22.00’ye kadardı. Bu sebepleHellnar’dan direkt olarak “Kirkjufell”e gitmeye karar verdik. (Dipnot: Sanırım o gece yarımadada bir yerde konaklamak daha iyi bir fikir olacaktı.) Güneyden kuzeye geçmek için yarımadanın tam ortasından geçen dağ yolunu kullandık. Bol virajlı ve mıcırlı dağ yollarında tıngır mıngır giderken Ozi’nin kafede içtiği sıcak çikolata bir anda hiç oldu, durduk, temizlik yaptık ve yola devam ettik. J Kirkjufell’e vardığımızda saat akşam 20.00 civarıydı. İzlandanca Kilise dağı manasına gelen dağın aşağısında aynı isimli bir şelale ve nehir de var. Eğer internette İzlanda görseli aratırsanız dağ-şelale-nehir üçlüsüne mutlaka denk gelirsiniz. Hatta, Game of Thrones’un 7. Sezonunda “Sandor Clegane” nam-ı diğer “the Hound” rüyasında bu dağı (karlı halini) görüyor. “Orada bir dağ var, tepesi bir ok başına benziyor, yanından ölüler geçiyor. Binlercesi... ”.


Güzel Kirkjufell ve şelalesi
Dağ çok da yüksek sayılmaz, 463 metre yükseklikte. İsterseniz rehber eşliğinde tırmanılabiliyormuş. Biz uzaktan izlemekle yetindik sadeceAkşam güneşi dağın yemyeşil yamaçlarına vurmuş, harika bir manzara yaratmıştı. Şelale ise daha erişilebilir bir mesafedeydi. Şelalenin yüksekliği fazla değil, 3 basamaklı. Ancak dağ manzarasıyla beraber çok büyülü gözüktüğünü söylemeden geçemem. Batı İzlanda’da rüzgar hiç peşimizi bırakmadı. Üstelik iyice akşam olduğundan, hava da iyice soğumuştu. Kot pantolonla arabadan çıkmayın derim, yoksa bacakların donması garanti.
O gece kalacağımız otele gitmek için Google maps’e göre önümüzde yaklaşık 230 km ve 3.5 saatlik  bir yolculuk vardı. Peki kimse bize bu yolun yaklaşık 1,5 - 2 saatlik kısmının mıcırlı yolda olacağını söyledi mi? Hayır. “Malbik endar –asfalt biter” tabelası görme fobimiz işte bu yolda başladı. Sonrasında birkaç kez daha maruz kaldık bu tabelaya. J
Saat 22.00’ye yaklaşıyordu, ama biz halen daha otele çok uzak mesafedeydik. Geç kalacağımızı bildirmek için oteli aradım. Görevli hanım hiç sıkıntı olmadığını ve bekleyeceklerini söyleyince içimiz biraz rahatladı ama yol bitmek bilmiyordu. Sanki taahhüt ettiğimiz saatte bile orada olamayacaktık. Ozi çoktan uyumuştu. Altımızda takır tukur çakıllı yol.

Ah şu "Malbik Endar"!
Açıkçası Tal da, ben de geceleyin arabada kalmak zorunda mı kalacağız, yoksa otele yetişebilecek miyiz diye endişeliydik. Yol çok ıssızdı. Upuzun saatler boyunca taş çatlasın 3 tane arabayla karşılaştık. Sen misin ıssız yollarda takılacağız diye sevinen. J O arada bir de buzlanma uyarısı verdi araba. Haziran ayında sıcaklık 3 santigrat derecenin altına düştü! Dışarıda da çılgın rüzgar halen devam ediyordu. Endişe içinde düşünürken bir güzelliğin farkına vardım. Saat gece 00:15’di ama karşımda güneş ışığına bulanmış pespembe bulutlar! Tal’a neler dediğimi çok iyi hatırlıyorum: “Allah aşkına bırak endişelenmeyelim. Bir daha böyle bir manzarayla kimbilir ne zaman karşılaşacağız ki? Döndükten sonra, bu derece endişelenmemize rağmen, kesinlikle dileğimiz tekrar burada olmak olacak!..” J


İşte bizi kendimize getiren manzara...
Bu arada Blönduos’a giderken Leif Eriksson’un doğduğu yer olan “Eiriksstadir”e ve denizden su içen dev bir yaratığı andıran bazalt kaya “Hvitserkur”a da uğrarız diye planlamıştık. Yapamadık. Belki sizin zamanınız olur. Svinavatn gölü kenarındaki Hotel Huni’ye vardığımızda saat neredeyse 01:00’e yaklaşıyordu. Yolculuk, yol koşulları nedeniyle Google maps’in tahmininin ötesinde uzun sürdü. Bizi bekleyen otel görevlisi hanıma çoook teşekkür ettik. Öğrendik ki o da daha önce Antalya’ya gelmiş, ve ayrıca İzlanda’da hava geçmiş yıllardaki Haziran aylarına göre biraz daha serin geçiyormuş o sene. Odamıza girdikten sonra hemen uyuyamadık. Ozi saatlerdir uyuduğundan biraz olsun uykusunu almıştı. Göl manzarasına nazır bir şeyler atıştırdık önce, lak lak edip sonunda da uykuya daldık. Ertesi gün Kuzey İzlanda yolculuğu başlayacaktı!

Havaalanındaki bu tabelada yazan talimatlara uyduk, fotoğrafını çektik, sakladık!

Hiç yorum yok: