Blue Lagoon, Reykjavik
Hazırlıklar ve giriş kısımlarını (1) - (2) geride bıraktığımıza göre sıra gelişme
bölümünde demektir. İzlanda'yı kendimce bölgelere ayırdım. Farklı kaynaklarda farklı şekillerde ayrıldığını belirtmek isterim. Batı İzlanda’yla başlıyoruz.
Cuma geceyarısı Amsterdam aktarmalı Reykjavik uçağından indik. Türkiye
saatine göre saat sabaha karşı 03:30 civarıydı, saatlerdir yollardaydık. Bizi
geceyarısı güneşi karşıladı. Halbuki İzlanda saatine göre saat 00:30’du! Resmen
ayarlarımızla oynanıyordu. Tal araba kiralama işlerini hallederken biz Ozi’yle
havaalanının dışına çıkıp biraz dolandık.
|
Geceyarısı güneşine karşı |
Ama ne dolanma. Benim üzerimde kot
mont, hafiften titriyorum, Ozi arabasında yarı uykulu yarı uyanık oturuyor. Bir
tam daire çizip gerisin geri havaalanına döndük. O arada Tal araba
anahtarlarını ve Ozi’nin araba koltuğunu teslim almıştı.
Arabaya yerleşme, koltuğu takma, vs. derken Keflavik havaalanına yaklaşık
10 dakikalık mesafede yer alan hostel/otelimize doğru yola çıktık. Vardığımızda
saat neredeyse 02:00’ye yaklaşıyordu. Böyle geç saatte İzlanda’ya
varacaksanız, kalmak için havaalanına yakın bir yer ayarlamanız tavsiye
olunur. Zira insanın iyice perti çıktığından, kendini
direkt olarak uykunun tatlı kollarına bırakıyor.
İlginçtir ki, sabah pek de yorgun hissetmeyerek uyandık. Açık büfe
kahvaltıda çok fazla seçenek yoktu ama aç da kalmadık. Bu arada şunu
belirtmeden geçemem ki, genel olarak İzlanda’da oteller, restoranlar ve
çalışanları oldukça çocuk dostu. Ozi kahvaltı salonunda kendine bir çok oyuncak
buldu, görevli ona süt bile ısıttı. E daha ne isteyelim? Hostel/otelde hepi
topu 10-11 saat geçirdikten sonra, asıl araba yolculuğumuza başladık. İlk durak
da “Blue Lagoon-Lagün-Bláa Lónið”dü. İzlanda’da her an soğumuş lav düzlükleri gözünüze
çarpabilir. Biz lagün yolunda bir tanesinin ortasından geçerken dayanamayıp
arabadan indik ve biraz üzerinde yürüdük. Lagünün çevresindeki uçsuz
bucaksız düzlüğün geçmişi 1226 yılına kadar uzanıyormuş. Altında yer yer
mağaralar var, üzerleri de yosun benzeri bir bitki (ya da liken diye tabir
edebiliriz) ile kaplı. Likenlerin üzerine basmak yasak.
|
Soğumuş lav düzlükleri |
Lagünün yakınından çıkan devasa buharı gördükçe heyecanımız ve merakımız
gitgide artıyordu. Arabayı park edip, bu sefer üzeri açık eski bir lava
tünelinin içinden geçerek nihayet tesise girdik. İçerisi bayağı kalabalıktı.
Eğer suya girmek istiyorsanız, kesinlikle gitmeden online rezervasyon yaptırın.
Yoksa sadece lagünün etrafında yürüyüş yaparak geri dönmek durumunda
kalabilirsiniz. Biz içinde lagüne giriş, Silica Bar da dağıtılan Silis Çamur
Maskesi, havlu ve bir içecek dahil olan konfor paketini seçtik, ki en hesaplısı
da buydu. Paketler gitgide lüksleşip ciddi oranda pahalılaşıyor. Girerken
paketinize göre farklı renklerde olan bilekliklerden veriliyor, ki bu aynı
zamanda şifreli dolapların anahtarı. Konfor paketinki mavi renkti. Ozi’den
ücret almadılar, 2-13 yaş arası ücretsizmiş, ancak 2 yaş altı girişine izin
verilmiyor. Ayrıca mavi lagünde gece konaklama ve birçok yeme-içme seçeneği de
mevcut.
Kadınlar ve erkekler için soyunma odaları ayrı. Biz Ozi’yle kadınlar
bölümüne girdik. Suya girmeden önce duş alınmasını isteniyor. Hiç kapısı ya da
perdesi olmayan duşlarda çıplak kadınlar/adamlar görebilirsiniz, şaşırmayın,
son derece normal karşılanıyor. J Rahatsız olursanız
kapısı, perdesi olan duşlar da az da olsa mevcut. Eşyalarınızı bırakmanız için
şifreli dolaplar var. Lagün suyu saçları kurutabildiğinden önlemek için mutlaka
orada ücretsiz verilen saç kremlerinden sürmenizi tavsiye ediyorlar.
Ozi’yle olduğumuz için üşümesinden çekiniyorduk açıkçası. Çünkü suyun ısısı
37-40 santigrat derece civarındaydı ama hava yaklaşık 8 - 10 dereceydi. Bu
nedenle Ozi’ye UV korumalı dalgıç kıyafeti şeklinde mayo giydirdik, isabetli
bir karardı bence. İsterseniz açıkhavaya çıkmadan, tesisin içinden lagüne
girebiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık ve sonunda hep beraber lagünün sıcak ve
şifalı sularına dalmıştık. J
|
Blue Lagoon ve silis çamuru |
Teknik bilgileri şöyle sıralayabilirim. Suyun o tatlı uçuk mavi rengini,
özellikle içindeki silis (silica) maddesi ve tabi ki göğün yansıması veriyor.
Suyun içinde ayrıca alg (algae-su yosunu) ve mineraller de var. Lagünde 9
milyon litre su bulunuyor ve 8700 metrekarelik bir alana yayılıyor. Ortalama
derinlik 1.2 metre ve lagünün suyunun doğal yollu devirdaim olması yaklaşık 40
saat sürüyor. Yerin 2 km altından gelen jeotermal su, tatlı su ve deniz suyunun
olağanüstü yüksek derecelerde birleşmesiyle oluşuyor. Su yeryüzüne çıkarken
silis ve mineralleri de içine alıyor ve sonrasında bu su, Svartsengi jeotermal
santralinde işlenerek elektrik ve sıcak su üretiliyor.
Nereden baksanız 2 saat suda kaldık, hiç üşümedik. Arada sırada güneş
çıkıverdi bulutların arasından. Etrafta acil durumlara karşı hep sizi gözleyen
görevliler var. Bir görevli de isterseniz fotoğrafınızı çekip e-mail adresinize
gönderiveriyor. Tabi ki fotoğraf çektirdik. Silis çamurunu yüzümüze gözümüze
sürdük. Bu çamur özellikle sedef hastalığına çok iyi geliyormuş. Suyun içine
kafamızı soktuk ama pek bir şey beklemeyin, çok bulanık. Bilete dahil
içeceğimizi nereden alacağımızı bulamadık, onun yerine tatlı su çeşmesinden
soğuk soğuk su içtik. İnsan burada farkına varmadan susuyor, kana kana su içmek
istiyor. En son da güldür güldür dökülen yapay şelalenin sularının altına
girdik, omuzlarımıza bir güzel masaj oldu. Tabiri caizse pamuk gibi olmuş bir
halde lagünden çıktık. Ancak saç kremini az sürmüştüm sanırım, saçlarım aynı
yumuşaklıkta değildi.
|
Blue Lagoon'un henüz kullanıma açılmamış kısmı |
Arabaya atlayıp ikinci durağımız, Kutup bölgesine en yakın başkent
"Reykjavik"e doğru yola çıktık. Ozi yorulmuştu, hemen uykuya daldı. Yol yaklaşık
45 dakika sürdü. Otele giriş yapmadan önce ertesi gün başlayacak yolculuğu
düşünerek Bonus markete girip alışveriş yaptık. Otelimize eşyaları bırakıp,
biraz soluklandıktan sonra şehri gezmek için kendimizi sokağa attık. İzlanda
nüfusunun üçte biri (yani yaklaşık 125.000 kişi) başkentte yaşıyor. Merkezdeki
evler genelde alçak katlı ve rengarenk.
|
Reykjavik sokakları |
Merkezden uzaklaştıkça daha yüksek
katlı evler ve birkaç gökdelen göze çarpıyor. Şehrin en meşhur alışveriş
caddesi “Laugavegur”da yürürken İzlanda’nın en büyük kilisesi
“Hallgrimskirkja”yı görmek için Frakkastigur caddesine saptık. Ozi’nin
deyişiyle aslında bir roket olan bu kilise 74 metre yüksekliğinde ve oldukça
modern görünümlü, zaten yapım yılı da 1986’ymış. Maalesef kapalı olduğu için
içine o gün giremedik. Kilisenin önündeki meydanda kaşif “Leif Eriksson”un
heykeli var. İddia edilen o ki, kendisi aslında Kuzey Amerika’yı keşfeden ilk
kişi.
|
Hallgrimskirkja ve önünde Leif Eriksson heykeli |
Karnımız acıkmaya başladığından (başımıza gelecekleri tahmin ettiğimiz
halde) yerel tatlar tadabileceğimiz bir restorana girmek istedik. “Ostabudin”
isimli minik, şirin ve yerel bir restoranı seçtik. İzlanda morina balığı,
arktik alabalığı ve yeşil zeytin siparişi verdik. Yanına da iki yerel bira,
Viking Lettöl ve Viking Stout.
Yemekler ve bira çok lezzetliydi ama ya hesap? Onu
hiç sormayın işte! Yaklaşık 350 TL’lik bir hesap ödeyince, restoranlara daha az
uğramaya karar verdik, hatta mümkünse hiç uğramamaya. J Tabaklarımızda kırıntı, şişelerin dibinde damla kalmadığına emin
olunca restorandan ayrıldık ve sokaklarda avare avare dolaşmaya devam ettik.
|
Cüzdan yakan balıklar |
Yürüyerek
Reykjavik belediye binasının önündeki gölete vardık. İlginç heykellere, gölet
kenarındaki güzel evlere bakıp düşüncelere daldık. İzlanda’nın çetin şartları
bir yandan insanın gözünü korkuturken, bir yandan da o sadeliği ve müstesnalığı
insanı kendine çekiyor. Dedikleri kadar var: Huzur İzlanda! J
Her ne kadar belli etmese de saat epeyce geç olmuştu. Otele dönüp, uykuya
daldık. Reykjavik'e Güney İzlanda'yı anlatırken tekrar döneceğim. Bu arada İzlanda’da kaldığımız yedi gece boyunca arabadan sadece içinde
temiz eşyalarımızın olduğu bir bavul ve yiyecek torbamızı indirdik. Geri kalan
tüm eşyalarımızı arabada bıraktık, yoksa her gece o yorgunlukla eşya indirmek
ve ertesi sabah geri yüklemek çekilmez.
Borgarnes
Pazar sabahı otelde mükellef bir açık büfe kahvaltının ardından
Reykjavik’ten ayrılma zamanımız gelmişti. Gelmeden önce internet sitelerinde
okuduğumuz ve hayalini kurduğumuz o ıssız yollar önümüzdeydi sonunda.
J Hava şansımıza güneşli ve hafif bulutluydu. İlk olarak kuzeye
“Borgarnes” kasabasına doğru yol aldık. Yolumuz üzerinde Avrasya Tüneli benzeri
ücretli bir tünelden geçtik.
|
Avrasya Tüneli? |
İsterseniz fiyordun etrafından dolanabilirsiniz
de. Borgarnes’de görmek istediğimiz yer “The Settlement Centre- Yerleşim
Merkezi”ydi. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonunda merkeze vardık.
Arabadan adımımızı atar atmaz bahsedilen şiddetli rüzgarların nasıl olduğunu
bizatihi yaşamış olduk. Saç-baş dağınık halde kendimizi merkeze atabildik
neyse. Buradaki iki ayrı sergide İzlanda’da yerleşimin nasıl başladığına dair
Saga (Viking destanı) ve ülkenin en şöhretli Viking’i ve ilk ozanı Egill
Skallagrimsson anlatılıyor. Sergiler sesli rehber eşliğinde geziliyor. Türkçe
seçenek yok ama belki ileride olur. Görevliler dilimizi sorup biz ‘Türkçe’
deyince ‘Oooovv, üzgünüz’ dediklerinden öyle bir izlenime kapıldık.
|
Yerleşim sergisinden enstantaneler |
Yerleşim sergisinde, Vikingli denizcilerin denizleri nasıl fethettiği ve
neden Norveç’teki evlerini terk ettikleri gibi sorular yanıtlanıyor. Adaya ayak
basan ilk insanlar ve dünyadaki ilk parlamento olan Althing’in kuruluş hikayesi
anlatılıyor. Sergiler interaktif olması sebebiyle minik Ozi’nin de epey
ilgisini çekti. Hareketli bir Viking gemisi kesitine bindi örneğin.
|
bir Viking kolay yetişmiyor :) |
Denileni
anlamasa da tüm sergiler boyunca kulaklıkları takılıydı. Hatta hangi dillerden
dinlediğini bile bilmiyoruz! J Ayrıca sergilerin genelinde loş/karanlık bir ortam olmasına rağmen hiç
korkmadı, ki şu aşağıdaki fotoğraftaki büyücüden korksa “Oğlum ne var
korkacak!” diyemezdim. Belki de “Bu adam çorbacı , çorba kaynatıyor
tenceresinde” diye beyaz yalanlara başvurmamız onu rahatlatmıştır.
Kimbilir. J Diğer sergi Egil’in Saga’sındaysa savaşlar, aşklar, entrikalar,
büyücülük ve pagan inanışları gibi hepsi birbirinden egzantirik konular
anlatılıyor. Sergileri gezdikten sonra arabayı hemen merkezin önündeki “Brakarey”
adasına çekip, öğle yemeğimizi yedik. Ozi bol bol çubuk kraker ve meyve tercih
ederken biz sandviçlere ve enfes skyr’lere gömüldük.
|
Çorbacı! :) |
Snæfellsnes yarımadası
“Snaefellsnes”
yarımadasına doğru yola çıktığımızda saat neredeyse öğleden sonra 3’e
geliyordu. Yollar mı düşündüğümüzden daha uzundu, biz mi yavaştık acaba? Yarım
saat sonra yarımadanın girişinde
“Gerduberg” kayalıklarında durduk. Bu doğa
harikası bazalt sütunlar kurşun askerler gibi yanyana dizili göz alabildiğine
uzanıyorlar. Ozi uyuyordu, onu hiç uyandırmadık. İyi de etmişiz aslında çünkü
muhtemelen aşırı şiddetli rüzgar yüzünden ona mukayyet olmamız zor olurdu.
Kendimize zor sahip çıktık.
|
Gerduberg kayalıkları |
"Ytri Tunga” sahili sonraki uğrak noktamız oldu. Ozi’yi uyandırdık artık.
Çünkü fok balıklarını görecektik! Rüzgar, kayalıklardaki kadar olmasa da devam
ediyordu. Sahilde birkaç aile daha vardı, kimisi ellerinde dal parçalarıyla fok
balıklarının ilgisini çekip, karaya yaklaştırmaya çalışıyordu. O arada Ozi’yi gördüklerinden
midir nedir, gayet yakına ve tam önümüze iki fok geldi. Suyun içinden
kafalarını dikip bize bakmaya başladılar.
J Burada liman foku
ve gri fok olmak üzere iki türü gözlemlemek mümkünmüş. Ne yazık ki, liman foku
nüfusu geçtiğimiz 40 yıl içinde yüzde 90, gri fok nüfusu ise son 10 yılda yüzde
67 azalmış. Acaba dünyada sadece insanlar kaldığında daha iyi ve yaşanılır bir
yer olacağını falan mı düşünüyoruz?!!
|
Ytri Tunga'nın fokları |
Fokları arkamızda bıraktıktan sonra, arabayla sahil boyunca ilerledik ve
“
Arnarstapi” köyüne geldik. Burası daha sonra uğrayacağımız “Hellnar” köyüyle
birlikte bölgenin önemli balıkçı köylerinden biriymiş. Eski ticari önemini
şimdilerde turizme bırakmış olsa da köyde halen küçük bir liman var. Ayrıca
insanlar yaz tatillerini geçirmek için de buraya geliyormuş. Köyün en önemli
simgelerinden biri
Snæfellsnes
yarımadasının koruyucu ruhu “Bárður
Snæfellsás” heykeli.
|
Bardur Snaefellsas |
Efsaneye göre Bardur bölgeye çok yararı dokunmuş bir yarı
trol, yarı insan. Yerel halk halen daha onun ruhunun bölgeyi korumaya devam
ettiğine inanıyormuş. Köyün hemen arkasında piramit şeklinde heybetlice uzanan
dağın adı da “Stapafell”. Bizim gibi acaba “Kirkjufell” dağını arkadan mı görüyoruz gibi bir ikileme düşmeyin diye özellikle belirtmek istedim. J
|
Stapafell dağı ve yazlık evler |
Ozi kendine koşmak için çok uygun, yemyeşil ve
engebeli bir parkur bulunca, onu arabaya geri sokabilmek ve “Hellnar”a doğru yola
çıkmak epey zaman aldı. Arnarstapi ve Hellnar arasında 2.5 km’lik güzel bir
yürüyüş rotası da mevcutmuş. Hellnar’da aynen Arnarstapi gibi sevimli bir
balıkçı kasabası. Yemyeşil kırlar, rüzgarlı kıyılar ve hırçın dalgalar. Hatta uzaklarda bir balina sürüsü gördük gibimize
geldi. Ama sonra dalga köpükleri olduğunda karar kıldık. Köyü
ziyarete gelenlerin uğrak noktası “Fjöruhúsið
Café”ye biz de uğradık.
|
yok yok Fjöruhúsið Café burası değil! :P |
Dışarıdan köhne ve eski püskü gözüken bu kafenin
aradığınız kafe olduğuna inanmak konusunda tereddütte kalabilirsiniz. Aslında belki yerini bulamasanız
ve hiç girip oturmasanız daha iyi bile olabilir, yani bütçeniz için. Çünkü biz bir kase balık çorbasına yaklaşık 80 TL para ödeyince bayağı bir hoş olduk.
Allah’tan tereyağı ve ekmek de geldi yanında. Ozi’ye de sıcak çikolata aldık.
En azından manzaramız müthiş deyip kendimizi avutarak çorbamızı içtik ve düştük
yine yollara.
|
Hellnar |
Kirkjufell, Blönduos
Aslında hedefimiz
yarımadanın ucunu da dönebilmekti ama zamanımız daralmıştı. O gece “Blönduos”ta
kalacaktık ve otele check in’de saat 22.00’ye kadardı. Bu
sebepleHellnar’dan direkt olarak
“Kirkjufell”e gitmeye karar verdik. (Dipnot: Sanırım o gece yarımadada bir
yerde konaklamak daha iyi bir fikir olacaktı.) Güneyden kuzeye geçmek için
yarımadanın tam ortasından geçen dağ yolunu kullandık. Bol virajlı ve mıcırlı
dağ yollarında tıngır mıngır giderken Ozi’nin kafede içtiği sıcak çikolata bir
anda hiç oldu, durduk, temizlik yaptık ve yola devam ettik. J Kirkjufell’e vardığımızda saat akşam 20.00
civarıydı. İzlandanca Kilise dağı manasına gelen dağın aşağısında aynı isimli
bir şelale ve nehir de var. Eğer internette İzlanda görseli aratırsanız dağ-şelale-nehir üçlüsüne mutlaka denk gelirsiniz. Hatta, Game
of Thrones’un 7. Sezonunda “Sandor Clegane” nam-ı diğer “the Hound” rüyasında
bu dağı (karlı halini) görüyor.
“Orada bir dağ var, tepesi bir ok başına benziyor, yanından ölüler geçiyor.
Binlercesi... ”.
|
Güzel Kirkjufell ve şelalesi |
Dağ çok da yüksek sayılmaz, 463 metre yükseklikte. İsterseniz rehber eşliğinde tırmanılabiliyormuş. Biz uzaktan izlemekle yetindik sadece. Akşam
güneşi dağın yemyeşil yamaçlarına vurmuş, harika bir manzara yaratmıştı. Şelale
ise daha erişilebilir bir mesafedeydi. Şelalenin yüksekliği fazla değil, 3
basamaklı. Ancak dağ manzarasıyla beraber çok büyülü gözüktüğünü söylemeden
geçemem. Batı İzlanda’da rüzgar hiç peşimizi bırakmadı. Üstelik iyice akşam
olduğundan, hava da iyice soğumuştu. Kot pantolonla arabadan çıkmayın derim,
yoksa bacakların donması garanti.
O gece kalacağımız otele
gitmek için Google maps’e göre önümüzde yaklaşık 230 km ve 3.5 saatlik bir
yolculuk vardı. Peki kimse bize bu yolun yaklaşık 1,5 - 2 saatlik kısmının
mıcırlı yolda olacağını söyledi mi? Hayır. “Malbik endar –asfalt biter” tabelası görme
fobimiz işte bu yolda başladı. Sonrasında birkaç kez daha maruz kaldık bu
tabelaya. J
Saat 22.00’ye yaklaşıyordu,
ama biz halen daha otele çok uzak mesafedeydik. Geç
kalacağımızı bildirmek için oteli
aradım. Görevli hanım hiç
sıkıntı olmadığını ve bekleyeceklerini söyleyince içimiz biraz rahatladı ama
yol bitmek bilmiyordu. Sanki taahhüt ettiğimiz saatte bile orada
olamayacaktık. Ozi çoktan uyumuştu. Altımızda takır tukur
çakıllı yol.
|
Ah şu "Malbik Endar"! |
Açıkçası Tal da, ben de geceleyin arabada kalmak zorunda mı
kalacağız, yoksa otele yetişebilecek miyiz diye endişeliydik. Yol çok ıssızdı.
Upuzun saatler boyunca taş çatlasın 3 tane arabayla karşılaştık. Sen misin
ıssız yollarda takılacağız diye sevinen.
J O arada bir de buzlanma
uyarısı verdi araba. Haziran ayında sıcaklık 3 santigrat derecenin altına
düştü! Dışarıda da çılgın rüzgar halen devam ediyordu. Endişe içinde düşünürken
bir güzelliğin farkına vardım. Saat gece 00:15’di ama karşımda güneş ışığına
bulanmış pespembe bulutlar! Tal’a neler dediğimi çok iyi hatırlıyorum: “Allah
aşkına bırak endişelenmeyelim. Bir daha böyle bir manzarayla kimbilir ne zaman
karşılaşacağız ki? Döndükten sonra, bu derece endişelenmemize rağmen,
kesinlikle dileğimiz tekrar burada olmak olacak!..”
J
|
İşte bizi kendimize getiren manzara... |
Bu arada Blönduos’a giderken Leif Eriksson’un doğduğu yer olan
“Eiriksstadir”e ve denizden su içen dev bir yaratığı andıran bazalt kaya
“Hvitserkur”a da uğrarız diye planlamıştık. Yapamadık. Belki sizin zamanınız
olur. Svinavatn gölü kenarındaki Hotel Huni’ye vardığımızda saat neredeyse
01:00’e yaklaşıyordu. Yolculuk, yol koşulları nedeniyle Google maps’in
tahmininin ötesinde uzun sürdü. Bizi bekleyen otel görevlisi hanıma çoook
teşekkür ettik. Öğrendik ki o da daha önce Antalya’ya gelmiş, ve ayrıca
İzlanda’da hava geçmiş yıllardaki Haziran aylarına göre biraz daha serin
geçiyormuş o sene. Odamıza girdikten sonra hemen uyuyamadık. Ozi saatlerdir
uyuduğundan biraz olsun uykusunu almıştı. Göl manzarasına nazır bir şeyler
atıştırdık önce, lak lak edip sonunda da uykuya daldık. Ertesi gün
Kuzey
İzlanda yolculuğu başlayacaktı!
|
Havaalanındaki bu tabelada yazan talimatlara uyduk, fotoğrafını çektik, sakladık! |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder