30 Haziran 2016 Perşembe

BU SEFER HELSINKI, FİNLANDİYA’YA...

HELSİNKİ

Helsinki deyince aklınıza neler gelir merak ediyorum aslında. Gidilip görülesi yerler sıralamasında pek üst sıralarda değildir sanırım. Açıkçası bizim de aklımızda pek yoktu ama baktık ki Schengen vizemizin “son kullanma tarihi” yaklaşıyor, açıverdik haritayı önümüze. İskandinav şehirlerini sevmiştik, belki biraz soğuk olurdu ama “Helsinki neden olmasın?” dedik. Diğer seçenek olan Amsterdam’ın uçak ve hotel masrafları dudak uçuklatınca da “tamam” dedik, aranan kan bulunmuştu. Bahsi geçen masraflar yarı yarıya düştü ve üstüne üstlük açık büfe kahvaltısı dahil 5 yıldızlı bir otelde kalabildik. Sonuç olarak; Nisan’ın sonlarına doğru çekirdek ailemiz düştü yine yollara.



Uçak yolculuğu geleneği bozulmadı. Gidişte ideal bir yolculuk, dönüş ise tam tersi. İstemeyeceğimiz her şey mevcut. =) Gözünü bile kırpmayan ve yerinde durmak istemeyen bir bebeyle başbaşa kalmış çaresiz ebeveynlerin dar düdük uçak koltuklarındaki dramı!

Helsinki’ye iniş sırasında kalınca bir bulut tabakasının içinden geçtik. Şehirde hava yağmurlu ve kasvetliydi. Hele ki ilk günün akşamı bir yağmur yağdı ki gök delinmiş gibi. Tramdan inip Hard Rock Cafe’ye koşana kadar 1 dk sürmeyen mesafede bayağı ıslandık. (Bebeğinizle gidiyorsanız kesin yanınıza arabasının naylon yağmurluğunu da alın. N’olur n’olmaz. Hava bu belli mi olur?

Havalaanından şehir merkezine gitmek için 2015’te açılan tren hattını kullandık. Çok da memnun kaldık, hem hızlı hem de çok kalabalık değil. Üstelik bu Helsinkililer şöyle bir güzellik yapmışlar: Eğer bebek arabalı bir yetişkinseniz toplu taşıma ücretsiz! Böylelikle sadece tek yetişkin için dört günlük bilet almamız yeterli oldu. Biletinizin fiyatı seçtiğiniz bölgelere göre değişiyor ve tram, otobüs, vapur hepsinde bu tek bileti kullanabiliyorsunuz.

Fin DJ “Darude”nin “Sandstorm” isimli şarkısını bilirseniz eğer ve hatta klibi de izlediyseniz, Helsinki sokaklarında turlamışsınız demektir. Klibin açılışı meşhur Helsinki Katedrali –Tuomiokirkko- ile yapılıyor. Biz de otele eşyalarımızı bırakıp, bu katedrale doğru yola çıktık. Katedralin merdivenleri ve önündeki geniş meydan önemli olaylarda bir mıknatıs gibi insanları kendine çeken herkesin toplanma yeri, ki buna üç gün sonra şahit olduk. Neoklasik tarzda inşa edilmiş yapının, içi de dışı da çok sade. Girişinde para ödemenize gerek yok. Saat 18:00’e kadar ziyaret edilebiliyor.

Tuomiokirkko



Katedralin hemen karşısında “Cafe Engel” sıcak atmosferiyle bize kucak açtı.  Oldukça nostaljik bir yerdi. Yaş ortalamasını düşürdük. Hele de Ozi. =) İskandinavların favorilerinden Lingonberry (Türkçesi  kekreyemiş) benim de hoşuma giden bir orman meyvesi. Kahve yanında kremalı Lingonberry’li tart ile bir kocaman Pulla istedik (tarçınlı olanından - kaneli) ve hepsini mideye indirdik.

Cafe Engel lezzetleri
Hava pek iç açıcı olmadığından kapalı yerlerde takılmaya devam ettik. Trama atladık, istikamet “Hakaniemen Kauppahalli”ydi. Burası iki katlı bir kapalı çarşı. Alt katta yiyecek, içecek, çiçek, üst katta hediyelik eşya, kıyafet, kitap, vs. satılıyor. (Merdiven yerine yük asansörünü kullanarak üst katına çıkabilirsiniz. Bu ayrıntıları hep Ozi sayesinde öğreniyoruz bu arada. =) ) Biz buradan “kahvi” yani kahve, ve Finlerin bayıldığı bizimse hiiiç hoşumuza gitmeyen tuzlu şeker “Salmiakki”den aldık. Belki bir gün canımız çeker de yemek isteriz!? 

Hakaniemen Kauppahalli


Bu arada tramla çarşıya gelirken Ozi uyuyakalıverdi. Böylece önümüzdeki günlerde onu öğle uykusuna yatırmak için yöntemi keşfetmiş olduk. Bir trama atlayıverdik uyku saati geldiğinde. İşlem tamam. Sadece bir gün işe yaramadı. Onda da tramdan inip iki adım atar atmaz uyuyuverdi! =)

Çarşının tezgahlarından birinde çok leziz görünen somonlar vardı, üzeri kızarmış ama içi sulu gözüken. Büyük somon parçasından istediğiniz kadar kestirip, yanına başka bir şeyler daha ekletip oracıkta yiyebilirsiniz. Biz de Ozi’nin uyumasını fırsat bilip aynen öyle yaptık. Somon, patates salatası, Rus ekmeği ve soya soslu yosun aldık. Somon harikaydı, patates salatası iyiydi, rus ekmeğinde bir numara yoktu, yosun da soya sosu olmasa gitmez. Ama tekrarlamak isterim ki somon gerçekten harikaydı! Üstelik bir restoranda yiyeceğiniz fiyatın çok daha altında, makul bir fiyata yiyebilirsiniz.

Olsa da yesek!
Helsinki’nin bir diğer güzelliği bedavaya su içebiliyor olmanız. Musluk suyunu içebiliyorsunuz, çok temiz ve gerçekten de bununla gurur duyuyorlar. Restoranların, kafelerin çoğunda masada bir sürahi ve bardaklar duruyor. Kendiniz gidip musluktan sürahinizi doldurabilirsiniz. 

Çarşıdan dışarı adımımızı attığımızda Ozi uyandı. Herhalde artık onun için eğlence zamanı geldiğini hissetti. =) Çarşının hemen yanında yerin altındaki “Helsingin LeikkiLuola”ya yani Helsinki oyun alanına girdik. Kış günlerinde soğuktan korunmak için herhalde yerin birkaç kat altına yapmışlar burayı. Tahmin ettiğimiz gibi Ozi çıldırdı buradayken! =) İlk defa böyle bir oyun alanına soktuk onu. Top havuzları, üzerine tırmanıp, zıplayacağı şişme oyun parkurları, arabalar, kaydıraklar! Oradan oraya koşturduk hep beraber, Ozi her şeyi defalarca denedi, oynadı, yattı, yuvarlandı. Neredeyse iki saat çok güzel zaman geçirdik. Belki haftaiçi akşam saati diyedir, hiç kalabalık da değildi.

Eğlenceye giden gizli yol...
Burada aynı zamanda “Play-liiga” başlığı altında hokeyvari bir oyun da oynanıyor anladığım kadarıyla. Plastikten hokey sopaları gördüm birçok kişinin ellerinde ama tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum.

Yukarıda da anlattığım gibi oyun alanından çıkıp da akşam yemeği için Aleksanterinkatu’daki Hard Rock Cafe’ye gidene kadar (trama da binmemize rağmen) bayağı yağmura maruz kaldık. Eğer bebek arabanız varsa, üst katta bulunan cafeye ulaşmak için yer gösterici kızdan yardım isteyin, sizi asansöre yönlendirecek. Küçük rockerları unutmamışlar yiyecek anlamında. Daha sağlıklı ya da daha fast food menü seçenekleri arasında tercih yapılabilir. 

Küçük rockerlar için!
Ozi için tavuk ısmarladık, gitar şeklinde mini bir tabakta servis edildi. Yedi mi deseniz, iki çatal! Ben çok aç değildim ve Ozi’den kalanları bitiririm diye bir şey söylemedim. Tal lezzetli bir hamburger sipariş etti. Epeyce kalabalıktı içerisi. Yemeğimizi bitirdik ama yağmur hala bitmemişti. Neyse otel yakındı, biraz hızlı adımlarla vardık otele.

Ertesi gün hava bir önceki günün tam tersiydi. Masmavi ve güneşli! Bu hava doğal olarak mutluluk hormonlarımızda bir artışı da beraberinde getirdi. Yazın uzun günler iyi güzel ama kışın da tam tersi durum, insanların canını epey sıkıyordur herhalde.

Bugün ilk olarak deniz kenarına doğru gittik. Baltık denizi kenarında Helsinki ve birçok ada/adacık üzerine kurulu. Suyla içiçe yaşıyorlar. Esplanade Park’ın içinden geçerek limana vardık. “Kauppatori” limanda kurulan açık hava pazarı. 


Havis Amanda heykeli


Kauppatori
Türlü türlü tezgah mevcut. Havalar biraz daha ısındığında tezgah sayısı da artıyordur muhtemelen. Biz de taze taze meyvelerden (frambuaz-çilek-yaban mersininden oluşan) bir tabak alıverdik. Ayrıca Ozi’ye çeri domates. “Domami” diye çığlıklar atan bir oğlumuz var çünkü. =) Deniz kenarında güzelce bir banka kurulup meyvelerimizi yedik.


Daha sonra limanda 15-20 dakikalık bir yürüyüşün ardından büyük dönmedolabın yanındaydık. Hiç kuyruk beklemeden dönmedolaba bindik ve şehri tepeden seyrettik. Eğlenceli oldu, Ozi’nin de hoşuna gitti. Yaklaşık 15-20 dk sürdü, iki veya üç tur attık.

Dönmedolaptan şehir ve deniz manzarası
Bu arada Helsinki’de bir başka güzellik daha. O da şu ki, kadınlar şehirdeki neredeyse her iş kolunda çalışıyor! Bizde hep erkek işi diye bakılan işlerde bile kadınları gördük. Sanki şehrin erkekleri evde oturuyor da, kadınlar tüm işleri sırtlanmış. 

“Aşk Köprüsü”, Uspenski Katedrali’nin hemen aşağısında. Katedrale gitmeden önce, Vantaa nehri üzerindeki köprüye kilidimizi astık. İnsanlar bu geleneği seviyor gerçekten, köprünün üzeri kilit doluydu.

Aşk Köprüsü çok popüler
“Uspenski Katedrali”, Helsinki Katedrali’nin aksine oldukça şaşalıydı. Rus etkileri barındıran bu Ortodoks ibadet evine ulaşmak bebek arabanız varsa oldukça zor bilesiniz. Hiç rampa yapılmamış, sadece merdivenler var. E bu demektir ki, kollarınıza kuvvet! Katedralin tepede kurulu olmasının tek avantajı güzel bir manzarası olmasıydı sanırım.

Uspenski Katedrali


Ozi’nin uyku vakti geldiğinden, çıkışta bir trama atladık, ver elini “Sibelius Parkı”. Fin ulusal bestecisi Jean Sibelius’un adı verilmiş bu parkta o düşünülerek yapılmış iki eser var. Birisi onun heykeli, diğeri de bir anıt. Heykelini görünce aklınıza kim gelecek acaba, kime benzeteceksiniz? Tek seçenek var bence! ;)

Sibelius Parkı'ndaki anıt ve heykel
Parktan ayrıldıktan sonra tekrar şehir merkezine döndük. Ozi hala uyuyordu, Cafe Fazer’e girdiğimiz an uyandı. Burası Karl Fazer’in 1891’de kurduğu şehrin köklü cafe / pastanelerinden birisi. Çeşit çeşit çikolata, şekerleme, hamurişi, salata, sandviç mevcut. Biraz tuzlu, biraz tatlı birşeyler atıştırdık. Hatta çeşidi abartmış bile olabiliriz! =)

Finlerin Ali Muhiddin Hacı Bekir'i Karl Fazer


Cafe Fazer’den çıkınca adını sürekli duyduğumuz AVM’lerden birine de gidelim bari dedik, ki burası Stockmann’dı. Ozi’ye bir uçan balon aldık. Adamlar işi biliyor, hemen girişe kurmuşlar tezgahlarını, tüm çocuklar toplanmış balonların başına. =) Aslında amacımız hediyelik eşyalar bakmaktı. Burada çeşidin bol ve nispeten ucuz olduğunu okumuştuk. Maalesef hediyelik eşya satışını kaldırmışlar. Biz de ne yapalım, ilk gün gördüğümüz Helsinki Katedrali’nin oradaki hediyelik eşya dükkanına gidelim dedik. Ama bir gittik ki çoktan kapatmış. Orası o ana kadar gördüğümüz tek hediyelik eşya dükkanıydı bu arada. Ertesi gün tekrar uğrarız diye düşünüp erteledik.

Akşam yemeği zamanı gelmiş, daha karnımız tam anlamıyla acık(a)mamıştı ama ne yapalım fiyatlar da yüksek ya, çok abartmadan biraz yerel tatlardan tadalım dedik. Esplanade Parkın içindeki (deniz tarafına doğru en sonunda) “Kappeli” restorana gittik. Dışarıdan pek öyle durmuyor ama epey ciks bir yer gibi geldi bize. Koskocaman heybetli bir avize tavandan aşağı sarkıyordu, hele de menü önümüze gelip fiyatları okuyunca ve hele bir de minik minik porsiyonları görünce evet dedik ciks bir mekanmış.

Kappeli'de yerel lezzetler
Fin yerel lezzetleriyle oluşturulmuş bir başlangıç tabağı ile ana yemek olarak geyik eti köftesi istedik. Finlandiya’nın Tadı olarak isimlendirilmiş tabakta ufacıcık yaban mantarı çorbası, turp köftesi (?), geyik köftesi, füme akbalık ve keçi peyniri vardı. Geyik köftesi hariç pek beğendiğim söylenemez. Allah’tan çok aç değildik! Biz oradayken kuşkonmaz zamanıydı bir de. Avrupalılar kuşkonmaza bayılıyor. Mevsimi geldiğinde, ona özel menüler hazırlanıyor, vs. Çok pahalıydı biz almadık.

Ozi de iyiden iyiye sıkılmaya başlayıp, oturmayı reddedince yavaştan ayaklandık. Saat dokuza yaklaşıyordu ama her yere hala aydınlıktı. Hotelimizin yakınındaki Kaisaniemi Park’a gittik. Ozi biraz sallandı, kaydıraktan kaydı, tahta arabaya bindi. Bu arada parklarda kilitli sandıklar var. İçlerinde de çeşit çeşit oyuncak, arabalar, kovalar, tırmıklar, vb. Belirli saatler arasında hepsi çocukların kullanımına amade. Ozi’yi parka sokmak kolay da ya çıkarmak! Zaten saat olmuş on ama hava hala daha kararmamış, o da şaşırdı, hak vermek lazım. =)

Saat 22:00 - Parkta bir tek biz...
Cumartesi sabahtan trama bindik yine ve “Linnanmäki Eğlence Parkı”na doğru yola koyulduk. Yalnız keşke gitmeden açılış saatlerine daha dikkat etseymişiz. 11.30 gibi kapısındaydık parkın ama bu mevsimde öğleden sonra birde açılıyormuş! Bizim gibi saatinden bihaber olan Helsinkililer de vardı neyse ki! Avuttuk bununla kendimizi. O kadar saat Ozi’yle ne mi yaptık ? Çevrede keşif turları yaptık durduk. Amaçsızca koşturmak Ozi’nin hoşuna gitti bizce. =) Park görevlileri gitgide biriken kalabalığı görünce saat tam 1’i beklemeden parkın kapılarını açtılar. Zaten giriş ücretsiz. Bineceğiniz aletlere göre gişeden tek tek bilet ya da daha çok alete binecekseniz kol bandı alıyorsunuz. Aklınızda olsun boyu 100 ya da 120 cm altında çocuğunuzla bedavaya binebileceğiniz birçok alet de var!

Linnanmaki Eğlence Parkı

Mesela “KotKot” ilk bindiğimiz oldu. Aletlerin çalışması için saat biri beklediler. Kuyruğa girdik ve o 10 dakika nasıl geçti bilmiyorum. Ozi çıldırdı. İlla bariyerleri aşıp, rayların üzerinde bizi taşıyacak olan yumurta şeklindeki arabaya binecekmiş. Neyse sonunda sıramız geldi de Kotkot’ta aile saadeti yaşadık. J 

KotKot
“Muksupuksu” adlı trene binemedik çünkü çocuğun yanında ebeveynini kabul etmiyordu. Biraz şehir manzarası seyretmek için panorama kulesine de (Panoraama) bindik. Beklediğimizden daha farklı bir alet çıktı bu. Düşünün ki bir simidin içine oturuyorsunuz ve o simit bir direkten yukarı çıkıyor. Sonra en tepeden hafifçe dönerek aşağıya iniyor. Ozi’yle bindiğimiz diğer aletler, mini dönmedolap (Vankkuripyörä) ve dönen fincanlar (Rumpukaruselli) oldu.

Parkın en efsanevi aletlerinden birisi “Vuoristorata”, yani roller coaster’ın Fincesi. Bilet almak gerekli. 1951’de açılmış bu ahşap roller coaster’ı bir görevli (brakeman) kullanıyor. Ama aşağıda falan dağil, bizzat kendisi de roller coaster’ın üzerinde. Onca sene içinde en az 5 defa yenilenmiş ahşap malzemesi. Otomatik hiçbir şey yok, her şey elle kumanda ediliyor. Bu tip aletlerle aramın pek iyi olmadığını düşününce, yalnız başıma binebilmiş olmam büyük cesaret. Ozi’yi bırakacak kimse olmadığı için böyle oldu. Önce Tal bindi, benim niyetim yoktu aslında ama beni ikna etmeyi başardı. Gayet heyecanlıymış, bağırdım çağırdım kendi kendime valla rüzgarla savrulurken. Oh bir rahatladım kendime geldim. İyi ki beni ikna etmiş. =)

Efsanevi "Vuoristorata"
En son olarak üçümüz “Malsemajuna”ya bindik. Bu alet de biletli bu arada. Eğlence parkının etrafında kuşbakışı bir gezinti yaptık bu trenle. Hızlı bir şey beklemeyin, gayet yavaş gidiyor. Etinden sütünden faydalandığımız bizi eğlendiren bu parkı yavaştan terk etme zamanı gelmişti.

Malsemajuna
Tram’dayken Ozi uykuya dalıverdi. Biz de şehir merkezine varınca direkt limandaki şehrin bir diğer pazarı olan “Vanha Kauppahalli”ye gittik. Burası “Hakaniemen Kauppahalli”nin tırnağı olamaz bence. Hem çeşit hem de ortam açısından. Balık çorbası içtik ama o kadar paraya değmedi sanki. Basmışlar kremayı içine. Gerek yok. Burası daha bir turistikleştirilmiş, restorasyon görmüş belli ki, daha yeni! Ama öbür pazarın sıcaklığı ve çeşitliliği ne gezer...

Vanha Kauppahalli

Bir numarası olmayan balık çorbası
Pazardan çıkınca bir baktık ki dışarıda kıyametler kopuyor. Her sene 30 Nisan – 1 Mayıs’ta kutlanan “Vappu”ya denk gelmiştik çünkü. Vappu birçok kutlamayı içinde barındıyormuş, Aziz Labor’u Anma Günü, bahar ve üniversite öğrencileri tatili, ve ayrıca İşçi Bayramı. Sokaklarda kutlanan bu karnaval tarzı eğlencenin odak noktasında aslında üniversiteli gençler var. Zaten geldiğimiz günden beri üzerlerinde rengarenk işçi tulumları ve kafalarında bere tipi beyaz şapkalarıyla gezinen birçok genç gördük. Kutlamanın resmi yiyecek ve içeceği kek ve “sima” isimli alkollü bir içecek. Sima “bal rakısı” diye geçiyor.

Çoşkulu kalabalığı arkamızda bırakıp, “Suomenlinna” adasına gitmek için bir vapura bindik. Ozi de hala uyuyordu. İçeri oturduk. Vapur bomboştu. Yaklaşık 15-20 dk sonra adadaydık. Meğerse kutlamalar burada da devam ediyormuş. Gençler pikniklerini yapmış, ana karaya dönüşe geçmiş. Biz de onların zıt yönünde ilerlemeye çalıştık. Şarkılar söyleyip, birbirleriyle şakalaşıyorlardı.
  
Suomenlinna dönüşü vapurdan Uspenski ve dönmedolap

Suomenlinna'daki coşkulu gençler
Burası güneşlenmeye ve pikniğe gelenler sayesinde yazın daha hareketliymiş. UNESCO Dünya mirası listesindeki adada yaşayan insan sayısı 850 civarı. Adanın üzerinde ayrıca müzeler, köprüler, İsveçlilerin savunma amaçlı inşa ettikleri kale ve denizaltı kalıntısı var. Kale içinde bir kilise ve deniz feneri de varmış. Biz oralara kadar çıkmadık. Sadece denizaltı kalıntısına kadar yürüdük. 




O arada Ozi uyanınca soluğu bir parkta aldık. Epeyce bir zaman geçirdik tabi parkta. Ozi çimenlerde vaklayan ördeklerin peşinden koşturdu. Onu bu ortamdan ayırmak emek ve yürek istedi ama neyse ki “hadi bak bu yolda koştur, yürü..” falan diyince bir gaza geldi. Bizden hızlı gitmeye başladı. =)

Suomenlinna'daki bu parkı bir türlü terk edemedik...
Anakaraya dönünce bıraktığımız gibi değildi ortalık. Her yerde boş şişeler, kalabalık iyice artmış. Hele de sokak arasından Helsinki Katedrali’nin önüne çıkınca “Ohaa!!” deyiverdik valla. Bütün şehir sanki katedralin merdivenlerine toplanmıştı. Buranın genel anlamda kutlamaların merkezi olduğuna inandık böylece. Biz de biraz buralarda takıldık. Şenlik havasına katıldık.

Sonra da akşam yemeği için “Leonardo”ya gittik. Merkez tren garının karşısındaki bu İtalyan lokantasında çok kötü bir kırmızı ev şarabı eşliğinde lezzetli bir risotto ve geyik etli pizza yedik. Restoranda oturan birkaç yaşlı müşterinin kafasında da o beyaz beremsi şapka takılıydı. Kimilerinin şapkası artık sararmıştı ve bir de yandan püskülü sarkıyordu. Onlar epey senedir bu kutlamalara katılıyordu herhalde!


Mısır gevrekli risotto yediniz mi hiç?!
Ertesi gün 1 Mayıs olunca kutlamalar devam etti. Biz de tam “Seurasaari” adasına gitmek için otobüs bekliyorduk. Bir baktık karşıdan ellerinde bayraklar, pankartlarla bir kalabalık yürüyor. Yol trafiğe kapatılmış. Şuna da şahit olmuştuk işte. Biz alışkın değiliz ama 1 Mayıs gayet güzel, şenlik havasında ve sıkıntısız, olaysız da kutlanabiliyormuş!

Helsinki'de 1 Mayıs korteji...
Bu arada hava o gün öyle bir ısındı ki, 25 derecelerde! İstanbul daha serindi o dönemde. Seurasaari’ye giden 24 numaralı otobüse yanlış yönden bindiğimizden şüphelenince, yolculardan birinden teyit istedik ve maalesef teyit edildi. Hemen inip, diğer yönde beklemeye başladık. Çokça zaman kaybı demek oldu bu ne yazıkki. Otobüs kıvrıla kıvrıla sokaklarda gitmeye başlayıp, gitgide doldukça bize fenalık basmaya başladı. Bu arada Ozi yine uyuyakaldı. Nerede olduğunu tam olarak hatırlamadığım bir yerde iniverdik otobüsten. Adayı gezi listesinden çıkardık. Zaten burası yazın ve üzerindeki Açık Hava Müzesi açıkken daha eğlenceli ve gezilesi oluyormuş diyerek kendimizi bir güzel de avuttuk.

Trama yürürken...
Biraz deniz kenarında yürüyüp sonra canımız ciğerimiz trama bindik. Şehre dönerken bari “Temppeliaukio” yani “Kaya Kilisesi’ni görelim istedik. Tramdan indikten sonra rahat 10 dakika yürüdük ve bir yokuş çıktık ama değdi. Hem kilise çok ilginçti hem de sonunda aynı cadde üzerinde iki tane hediyelik eşya dükkanına rastladık. (Helsinki de bence bir işkolu olarak hediyelik eşya dükkanı açmak düşünülebilir. Potansiyel mevcut.)

Burası bir kilise aslında
Kiliseye gelecek olursak, 1969 yılında açılmış bu yapı bir kayaya oyulmuş. Çoook sade. İçinde bir İsa heykeli bile yoktu, Haç görmek için bayağı gözlerinizle ortalığı taramanız gerekli. Kiliseden ziyade minik bir konser salonu görünümündeydi kısacası. Bir kısmı camlarla kaplı tavanı sayesinde ışık oyunları da oluyordu içinde. 

Kaya Kilisesi'nin içi
Buradan çıkınca hediyelik eşya dükkanlarından birine daldık. Hediyelik eşyalar pahalı ama her zaman dediğimiz gibi kaç kere Helsinki’ye geleceğiz ki? =)

Uçaktaki akşam yemeğine kadar mideyi tok tutmakta fayda vardı. Dolayısıyla buradan ayrılınca ver elini limanda kurulu pazarın yiyecek tezgahları. Koskoca bir patatesli sebzeli karışık balık tabağı aldık. Ayaküstü mideye indirdik.

Limanda ayaküstü balık çeşitleri
Sonuç olarak Helsinki "bir İskandinav şehri daha göreceğiz!" sevincimizi ve beklentimizi pek karşılamadı. Ama zevkler ve renkler tartışılmaz değil mi? Belki size farklı hissettirir. Bizim bir sonraki göreceğimiz İskandinav şehri neresi olur acaba? =)




Hiç yorum yok: