11 Nisan 2013 Perşembe

BU SEFER YİNE İTALYA'YA...

BOLONYA & FLORANSA, İTALYA


Delilik nedir? Kimilerine göre şu olay bir örnek olabilir: İki gün içinde dokuz kişilik bir grup olarak Bolonya ve Floransa’ya gidip gelmek! =) Dokuz kişinin içinde kimler mi var? Alfabetik olarak sayarsak: Anıl, Aylin, Aynur, Den, Derya, Göksel, İrem, Nilgün ve Tal. Ben ve Tal dört kişilik bir gruba alışmıştık ama sayı iki katını bile geçince biraz endişelenmedik değil. Acaba herkes memnun ve mutlu olacak mı? Aklımızı sürekli kurcalayan bu soruyla Cumartesi sabahı uçaktaydık.
bu kareye 18 ayak sığdırmayı denemedik bile! =)

Bolonya – Marconi havalimanından şehir merkezine gidiş için otobüse bindik. Tren/metro hattı yok. Merkez tren istasyonu son durak. Biz de orada inip istasyona yakın olan otelimize doğru heyecanla yürüyüşe geçtik. Ama içinizde en heyecanlı kimdi diyecek olursanız. Sanırım yeğenimiz İroş idi. =) Uçak biletlerini aldığımız andan itibaren gezeceğimiz yerleri, kalacağımız oteli internette araştırmaya başlamıştı bile!

Kasım’ın sonuydu ama gelmeden önce yağmurlu göstermesine rağmen hava gayet açıktı ve de ılık. En sevilen hava durumu. Kalabalık nüfusumuz yüzünden otel rezervasyonu konusunda biraz sıkıntı yaşasak da sonunda iyi kötü halledebildik. Herkesin gece yatacak bir yeri vardı.
Cumartesi günleri “Piazza del Otto Agosto”da bir pazar kurulduğunu öğrenmiştik. Önce oraya bir göz attık. Her yer giyecek eşyası doluydu ama Aynur ve Nilgün annelerin de onayladığı üzere malların kalitesi oldukça düşüktü. 
Bolonya pazarı
Pazarın kenarından şööyle bir girip çıktık biz de ve “Via dell’Indipendenza”ya saptık. Birçok dükkanla ve restoranla dolu bu cadde sanırım şehrin en geniş caddesi. Trafiğe kapalıydı, rahat rahat yürüdük. Sokak sanatçıları ve bisikletleri üstünde reklam taşıyan kızlar da vardı.
Via dell'Indipendenza, porticolar
Şehirde insanın gözüne çarpan ilk şey kaldırımların üstünü kaplayan “portico”lar. Yağmurlu havalar için yararlı bir şey olduğu kesin ama genele baktığınızda sanki biraz şehri karanlık bir havaya sokuyor. Yürürken gökyüzünü göremiyorsunuz. Sıkıcı bir durum. Uzun caddenin sonunda şehrin en ünlü meydanı “Piazza Maggiore”ye vardık. Burada Belediye binası, Neptün Çeşmesi, Sala Borsa, San Petronio Bazilikası bulunuyor. Bazilika ayin nedeniyle ziyarete kapalıydı. Yemekten sonra gelelim dedik. Meydanın tarihi ve esprili unsuru “Neptün Çeşmesi”.

=)

Neptün
Neptün heykelini yapan Bay Giambologna ters bir açıdan bakıldığında parmağın başka bir şey olarak algılanabileceğini tahayyül etmemiş. Belki de etti ama düzeltmedi, kimbilir! =) 18. yy’da şehrin ekonomik merkezi olan “Sala Borsa” bugün artık bir kültür merkezi olmuş. İçine girip, camdan bir taban altında korunan şehrin en eski kalıntıları üzerinde yürüdük. Bir de Sala Borsa’nın dış duvarına şehirde çeşitli zamanlarda yaşanmış terör saldırılarında ölenlerin anısına isim plakaları asılmıştı.


Sala Borsa'nın girişi

Tal’la gruptan ayrılıp Fısıltı Galerisi’ni aramaya giriştik ve bulduk da. Önce kendimiz denedik. Gerçekten işe yaradığını görünce de grubun geri kalanını “Palazzo di Podesta” ve “Palazzo re Enzo” arasındaki “Voltone del Podesta”ya getirdik. Buradaki durum şuydu ki. Kare şekildeki kemerli holün çapraz köşelerinde dikilip duvara karşı bir şeyler fısıldadığınızda, çaprazdaki kişi ne söylediğinizi gayet iyi duyuyor. Nasıl olduğuna dair bir açıklaması vardır elbette ama biz bilmiyorduk. Yine de epey eğlendik burada!


Fısıltı Galerisi'nde her köşeyi biz kaptık

Meydandan dar bir sokağa doğru girdiğimizde aslında “Quadrilatero”da olduğumuzu anladık. Burası fırın, manav ve şarkütericilerin bir arada olduğu eski bir pazar sokağı. Taze taze meyve sebzeler, tadının çok güzel olduğunu düşünmediğim halde görüntü ve sunum itibariyle çok çekici gelen şarküteri ürünleriyle dolu bu sokak iştahımızı iyice kabartmıştı.


Quadrilatero'da damak zevkine uygun bir şeyler bulunur

Listemizdeki gidilebilir restoranlardan birinin yakında olduğunu farkedince rotayı oraya çevirdik, Scalinatella restoran-pizzeria’ya. Bolonya, İtalya’nın gurme başkenti olarak geçiyor. Özellikle burada yediğimiz pizzalar ve tiramisular bunu kanıtladı kesinlikle. Sempatik garsonumuz Leona’nın erkek kardeşi bir Türk ile evli çıkmasın mı bir de. Muhabbet bizim yemeklerimize kadar geldi tabi. Lahmacunu, kebabı çook sevdiğini söyledi Leona Türkçe kelimeler de ekleyerek sözlerinin arasına. =)

karışık mantarlı!

sırf Tiramisu yemeye İtalya'ya gidilir mi?

Yemek sonrası planladığımız gibi San Petronio Bazilikası’na girdik. Bazilikayla ilgili ilginç detaylardan birisi ön yüzünün halen daha tamamlanmamış olması.
Bazilikanın tamamlanmamış ön yüzü
Bir diğeri de şapellerden birinin duvarında ortada kocaman şeytan figürü ile Dante’nin tasvir ettiği şekilde cennet ve cehennem çizilmiş. Hoş olmayansa aynı çizimde , şeytanın sağ üst köşesinde Hz. Muhammed’in bir zebani tarafından yenilirken tasvir edildiği bir bölüm de olması. Bu yüzden bazilika birçok tehdit almış ve halen de alıyordur sanırım. Allah’ın evi kabul edilen bir yerde Allah’ın peygamberlerinden biriyle ilgili olarak böyle bir çizim olması yakışık almıyor gerçekten.

Dante'nin tasviri

Bazilikayı arkamızda bırakıp gruptan bazılarımızın göze aldığı zorlu tırmanış için şehrin ünlü iki kulesine yöneldik. Bir zamanlar şan şöhret göstergesi olarak şehrin tüm zenginleri kuleler yaptırırmış bu şehirde. Zemin çok sağlam olmadığı için tüm kuleler eğilmiş ya da daha kötüsü depremlerle yok olmuş. Günümüze kadar yaklaşık 20 kule ayakta kalmayı başarmış.
Garisenda solda, Asinelli sağda
Bu kulelerin en yüksek iki tanesi de “Asinelli” ve “Garisenda” kuleleri. Eşek yani Asinelli’nin 498 basamağını çıkıp şehri tepeden görecekler ben, Tal, İrem, Göksel abi, Derya ve Anıl idi. Zorlu tırmanış başladı. Tahta basamaklar insanı biraz tedirgin ediyordu. Tavsiye hiç aşağı bakmadan yukarı çıkmak.
çık çık bitmeyen basamaklar...
Aşağı bir kere bakan Anıl o yüzden geri döndü. Neyse ki yukarı çıktığımıza değdi. “Kırmızı şehir” manzarası epey iyiydi. Tepede biraz soluklandık, fotoğraf çekip aşağı inişe geçtik.
kırmızı şehir...

Asinelli'den Garisenda
Hemen yandaki Garisenda Pisa’dan sonra ülkenin en eğik ikinci kulesiymiş, ki gözle de görünüyor bariz bir şekilde.
Garisenda'daki eğiklik bariz ortada
Grubun geri kalanıyla tekrar buluşup bu defa Santo Stefano Bazilikası’na doğru yol aldık. Yerel adıyla burası “Sette Chiese” yani yedi kilise. Çünkü dışarıdan bakıldığında tek bir kilise olarak gözükse de içine girip, derinlerine yürüdükçe birbirine bağlı yedi kiliseden oluşan bir kompleksin içinde olduğumuzu anladık. Herbir kilise de birbirinden farklı zamanlarda yapılmış.

"çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane" durumu...
Bu arada gün boyu yol üstünde gördüğümüz marketlere uğrayıp su ve Breezer ikmali yapmayı ihmal etmedik. Göksel abi marketlerdeki tüm satıcılarla ahbap ve tam bir Breezer fanatiği oldu çıktı. =)  Ayrıca burada dolaşırken hiç toplu taşıma kullanmaya gerek yok. Şehirde her yer öyle içiçe ve birbirine yakın ki, kolaylıkla yürünüyor.  

Sonunda beklediğimiz gün gelmişti. İtalya’da dondurma yiyecektik. Gelateria Gianni isimli dondurmacıyı aramak için düştük yine yollara bazilikadan çıkınca. Gianni’nin via Montegrappa’daki şubesine gelmiştik. Klasik ve İlahi Komedya, Şeytan gibi isimleri olan spesyal tatlardan hangilerini seçeceğimize karar vermek çok zor oldu.
Dondurmacı Gianni
Tal’ın hedefi mutlaka Ricotta peynirli olan Ricotta Stregata’dan yemekti. Ondan seçti. Ve daha ne çeşitler. Tiramisulu, nutellalı, maskarpon peynirli, pralinli, panna cottalı, viski kremalı, amarettolu... ve her bir top öyle büyük ki, dondurmayı bitirmek bayağı zamanımızı aldı. Kimse çıtını çıkarmadan külahlarına yumuldu. =) Kış mış demeden bu sefer iyi ki yemişiz dondurma!  


değişik tatlar


Avrupa’nın en eski üniversitesinin Bolonya’da olduğunu öğrenmiştik. İşte bu üniversite de “via Zamboni”deymiş. “Universita di Bologna” 1088’den beri eğitim veriyormuş. Günümüzde de halen bir öğrenci şehri olarak adı geçiyor buranın. Via Zamboni’nin genişçe ve araç trafiğine de açık bir cadde olduğunu düşünmekle hata etmişiz. Tam tersi çıktı çünkü.
via Zamboni


Dar ve araç trafiğine kapalı ama uzun mu uzun. Bu üniversite ne yazarlar, politikacılar, Papalar, mühendisler, iş adamları yetiştirmiş. Ünlü İtalyan yazar Umberto Eco’da bu üniversitede hocalık yapmış. Biz sadece cadde üzerinde yürüyebildik. Binalara giriş kapalıydı, muhtemelen haftasonu ve saat geç olduğu için.


nostaljik Fiat 500

Meşhur “Venedik Penceresi” tam da akşam yemeği yiyeceğimiz restoranın sokağındaydı. Yaklaşık iki yüzyıl önce şehrin altından geçen yeraltı suları açık kanallar şeklindeymiş. Bu kanallardan biri de via Piella’daydı. Duvardaki dikdörtgen şekilli oyuk kısımdan bakınca az biraz Venedik havası oluşuyor. Evlerin kenarından akan sular. Karanlıkta pek de bir şey anlamadık. Biraz “turist” işiydi burası aslında...


Venedik penceresi

Gelmeden evvel Tal araştırma kısmını halletmiş ve “Trattoria dal Biassanot”da rezervasyon yaptırmıştı. Kalabalıkla uygun yer bulmak zor olabilirdi ki rezervasyonumuz olmasına rağmen yine de biraz bekledik masaya oturabilmek için. Daha çok yerellerin takıldığı bu restoran ufak bir aile işletmesine benziyordu. Atmosfer sıcak ve gürültülüydü. Bu aynı zamanda Öğretmenler Günü kutlama yemeğimizdi. Grubumuzda bir öğretmen vardı ne de olsa! Nilgün anne. =)  Tal “Tagliatelle al ragu”, bizim bildiğimiz adıyla Bolonez soslu spagettiyi denedi ve fena olmadığını söyledi.

Tagliatelle al ragu


Herkes damak zevkine göre bir yemek seçti, genelde makarna çeşitleri denendi, ben risotto yedim. Yemeklerimize eşlik eden de bir beyaz Toscana şarabı oldu. Yemek sonrası grubumuz ikiye ayrıldı. Otele dönenler ve şehrin gecesini biraz daha görmek isteyenler. =) İlk grubu otele bıraktıktan sonra ben, Tal, Derya ve Anıl tekrar sokağa geri döndük. Via Indipendenza’daki ilginç dükkanların vitrinlerine göz attık. Piazza Maggiore’yi gece gözüyle gördük, neşeli İtalyanlar da sokaklardaydı. Ara sokaklara daldığımızda karşımıza tesadüfen “Hotel Commercianti” çıktı. 13. yy’dan kalma bir saraymış aslında. Sütunları eğikti. Şehirdeki her yapıda bir eğrilik büğrülük olduğuna karar verdik böylelikle. =) 


gece Neptün ve saray


Yürürken kendimizi, adını yanlış hatırlamıyorsam, via Farini’de bulduk. Ünlü markalar bu alışveriş caddesine toplanmıştı. Pek güzel aydınlatılmıştı tüm dükkanlar ve porticolar.




ışıldayan portico

Görmediğimiz bir yer vardı. “Strada Maggiore”deki Casa Isolani’nin tahta porticosunda bir ok saplı duruyormuş. Hangi tarafta olduğunu bilmediğimiz için ikili gruplara ayrılarak caddenin sağlı sollu porticolarına baka baka yürüdük ve Derya ile Anıl’ın yürüdüğü tarafta çıktı karşımıza ok. Rivayete göre, Ortaçağ soylularından birisi kendisini aldatan karısını bir okçuya vurdurmak istemiş. Ama kadın son anda fark edip, üzerindekileri atarak kaçmış, okçu da bocalayarak ıskalamış, ok tam da buraya saplanmış kalmış o tarihten beri! İster inanalım ister inanmayalım bu hikayeye, gerçekten de bir ok var porticonun tavanında. =)

üstten 3. ve 4. kirişin arasında sağa yakın duruyor ok görebilirseniz...
Pazar sabahı tüm grup erkenden kalkıp, biraz hayal kırıklığı yaratan otel kahvaltımızı edip, Bolonya merkez tren istasyonuna doğru koşar adımlarla ilerledik. Aslında Venedik’ten Roma’ya giden trenle, kırk dakikalık bir yolculuk sonucu güzel Floransa’ya varmıştık. Bolonya’da değil ama önceki deneyimimiz nedeniyle Floransa’da tur rehberleri edasıyla şehri gezdirmeye başladık grubun geri kalanına. =)




Asırlardır değişmeyen şehir son iki senede değişmemiş kesinlikle. Şansımıza o gün bir de Floransa Maratonu düzenleniyordu. Bayağı kalabalıktı her yer ve birçok yol da koşucuların geçişi için kapatılmıştı.


görevliler maratoncular dışındakilerden pek hoşlanmıyor gibiydi!

Burada geçirecek yaklaşık 4 saatimiz vardı sadece ve sadece. Bizim önceki seferde yaptığımız gibi müzelere de girmek yerine şehir turu yapmanın daha iyi olacağını düşündük. Eski gelişimizden kalma haritamı yanıma almıştım. Kimseyi çok fazla yormayacağını umduğumuz bir rota çizip, Duomo meydanıyla başladık. Duomo Katedrali yine bayağı rağbet görüyordu turistler tarafından. Çan kulesine tırmanmadık ama grup üyelerinden hepsinin kuleyle bir fotoğrafı oldu. =)


Piazza della Signoria’daki Perseo isimli cafeden herkes için birer sandviç aldık öğle yemeği olarak. Davut heykeli reprodüksiyonunun önü en çok kalabalık olan yerdi. Heykellere göz atmış, tam meydandan ayrılırken geleneksel (ve biraz da komik) kıyafetleri içinde bir bando takımına denk geldik. Çala oynaya önümüzden geçip gittiler.

Floransa bando takımı
Biz de kendi rotamıza geri döndük. Uffizi Galerisi’nin önünden geçtikten sonra artık Arno nehrinin kenarındaydık. Amacımız “Piazzale Michelangielo”ya çıkıp güzel bir manzara eşliğinde ve bir piknik havasında sandviçlerimizi yemekti. Eski köprü’den dönüşte geçecektik. O yüzden Oltrarno bölgesine yani karşı tarafa geçiş için “Alle Grazie” köprüsünü kullandık. Yol üstündeki bir marketten biraz abur cubur ve içeceklerimizi de tedarik ettikten sonra (tabi ki içlerinde breezer da vardı =) ) tepeye tırmanışa başladık. Önce şehir surlarının altından geçtik, dış mahalledeydik artık.
şehrin surlarından bir bölüm
Tepeye çıkmak için en kısa yol aynı zamanda en yorucu yol tabi ki. Belki bir devin ayaklarını rahatlıkla basacağı genişlikte basamaklarıyla bir merdivenden yukarı tırmanıyorduk... ağaçların altından. Pek parlak olmayan İtalyanca bilgimizle anladığımız kadarıyla galiba bir “kedi kolonisi koruma” merkezinin yanından da geçtik. Etrafta da sarışın ve esmer kediler gördük zaten. Kediseverler de çoğunlukta olunca içimizde hem çıkarken hem inerken onlarla oynama zamanımız oldu biraz. =)




Basamakların genişliği gitgide azaldı, diklik arttı ama nihayet tepedeydik. Şehrin ve nehrin tüm cazibesinin etkisine kapılmak için en güzel nokta sanırım burası. Tal ve benim için de şehrin bulunmadığımız bir noktası olduğu için ayrıca güzeldi. Hem herkes dinlenmeyi de hak etmişti. Mola zamanıydı. Seyir terasının basamaklarına yayıldık, herkes sandviçlerine yumuldu. Bir yandan kendimizi bir yandan da etrafımızdaki güvercinleri besledik. Göksel abi tepemizde dönen güvercinlerden birini yere indirip, tereyağından kıl çeker gibi eliyle yakalayıverdi ve biraz sevdikten sonra geri bıraktık. Öyle yakalanmaya alışık olmayan diğer kuşlar hemen tüyüverdi. Etraftaki diğer insanlar da doğal olarak şaşkınlıkla bize bakıyordu. Hayvan besleme/bakımıyla ilgili tüm sorular Göksel abi’ye sorulabilir. =)

nehir ve şehir


Meydanda hediyelik eşya alınabilecek tezgahlar da vardı, ki anneler ve Aylin teyze bir uğramadan geçmedi. Onları alışverişten ayırabildikten sonra, geldiğimiz yoldan aşağıya inişe geçtik.


Bu arada sürekli yanımızdan sportif İtalyanlar geçiyordu. Sanırım bizim Avrasya maratonunda olduğu gibi profesyonel sporcuların yanında amatörler ve halk da katılmıştı maratona. Boyunlarında madalyalarıyla eve geri dönüş yolundalardı.

Tekrar karşı tarafa geçmek için Ponte Vecchio’yu - Eski köprüyü kullandık. Maratoncuların güzergahında olduğu için zaten dar olan köprü biraz daha daralmıştı. Sadece kaldırımlar yayaların geçişine ayrılmıştı.
Ponte Vecchio'da maratoncuların parkuru
Piazza della Repubblica’ya geldiğimizde Aynur anne, çanta satan sokak satıcılarından birine beğendiği bir çantanın fiyatını sorma gafletinde bulunmuştu! Daha çok Amerikalı rapçileri anımsatan zenci satıcı peşimizi bırakmadı ama alınan çanta en azından işe yaradı. İstanbul’a dönerken bavul görevi gördü. =)



Bolonya’ya geri dönme zamanı gelmiş çatmıştı. Şurası kesin ki daha ilk saniyesinden son saniyesine kadar herkes Floransa’ya hayran kaldı...
 
Firenze hatırası...

Varışta otele dönüp ağırlık etmesin diye yanımıza almadığımız eşyalarımızı da çantalarımıza istifledikten sonra havaalanına giden otobüsteydik. Galiba kazasız belasız bu geziyi bitiriyoruz diye düşünürken başka bir şey oldu.

Otobüs bir durakta durdu. Havaalanı binası gözüküyordu. Zaten kapı ağzında bekleyen Göksel abi otobüsten iniverdi. Arkasından Aylin teyze bir hamleyle onu takip etti. Biz Tal’la neler olduğunu kavramaya çalışırken, otobüs kapılarını kapatıp tekrar yola koyuldu. Herkes şaşkın bir şekilde “E ne oldu şimdi, onlar niye indi vs. vs.” diye tartışırken, 2-3 dakika daha gittikten sonra otobüs durdu ve bu sefer hepimiz indik otobüsten, aslında inmemiz gereken yerdeydik. Resmen bir panik anı yaşanıyordu! Telefonları da kapalıydı. Bir taksiyle geri gidip, onları alıp gelelim diye düşünüyorduk ki, bir baktık yürüye yürüye geliyor iki kafadar çoktan! Herkeste bir deli sevinç tabi! =)


Sonuç itibariyle, dokuz kişi olarak seyahat etmek zor ama bir o kadar da değişik ve curcunalı bir tecrübe kesinlikle! =)


Floransa'da rastladığımız ilginç bir tasarım!


1 yorum:

irem dedi ki...

harika :)) okurken çok eğlendik :)