5 Nisan 2012 Perşembe

BU SEFER İTALYA'YA...

ROMA
İtalya’nın başkenti Roma, İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu. Romalılar’ın tarihinde de Türk tarihinde olduğu gibi kurt figürünün önemi büyük. Efsaneye göre Roma’yı kuran Romus ve Romulus kardeşleri bu kurt emzirmiş!





Romus ve Romulus kardeşler


Zaten sanki İtalyanlar da aslen Türk! Roma’da insan davranışları ve şehir hayatı İstanbul’a benziyor. Otobüsler ve metro tıklım tıklım. Birbirleriyle çok yüksek sesle ve kahkalar içinde konuşuyorlar. Karşıdan karşıya geçeceğiniz zaman hiçbir araba durmuyor ve size yol vermiyor.




Şu da bi gerçek ki, bize göre tarihlerine çok daha iyi sahip çıkıyorlar. Roma’nın kendisi müze gibi bir şehir. Binalar eski ama bakımlı, her köşe başında heykeller, tarihi kalıntılar, freskler.. Özellikle Sezar dayının heykelleri..
Kaldığımız “Hotel Selene” mesela eski bir yapıydı. Her sabah yeşil tahta panjurları büyük bir mutlulukla açıp odayı aydınlatıyorduk.
Nereleri gezdiğimize gelecek olursak.. Fiumicino Havaalanına iner inmez birer “Roma Card” edindik ki işimize yaradı. Vardığımızda öğle vaktiydi. Gitmeden önce internette yaptığımız araştırmaların sonucu olarak, ziyaret edeceğimiz bütün müzeler ve ören yerleri için önceden bilet satın aldık, rezervasyon yaptırdık. Bunu yaptığımız için de kendimizi tebrik ettik. Çünkü her yerde epey uzun kuyruklara tanık olduk. Roma gerçekten de "turistik" bir şehir.
Çok fazla derecede resim / heykel sanatı aşığı değilseniz, müze gezmeyin. Mesela Borghese Gallery’de sergilenen tablolara “bakmak” yerine, Borghese bahçesinde yürüyüş yapın. Isterseniz bir golf arabası kiralayın, isterseniz ginger (segway) ve onlarla gezinin. Borghese gallery’deki güvenlik görevlisi teyzeler ve amcaların pek dost canlısı olmadığını belirtmekte de yarar görüyorum. Dikkat edin, sizi terslemesinler.

Borghese Gallery 







Şehirdeki çeşmelerden şişelerinize su doldurabilirsiniz. Genel olarak şişe suyu gittiğimiz tüm Avrupa şehirlerinde pahalıydı, İtalya’da da öyle. Suyun tadı da pek o kadar matah değil açıkçası, biraz bayık. Bizim dağların suyunu tek geçerim.

Tavsiyedir ki Vatikan Müzesi’ni bir Cuma gecesi gezin. Gündüz olduğundan daha mistik bir atmosfer içinde gezeceğiniz kesin. Sistine Şapeli’ne giden koridorun tavanını izlemekten boynunuz tutulabilir. Tavan fresklerle süslenmiş ve o kadar ihtişamlı ki... Sistine Şapeli’nin en ilgi çeken freski kuşkusuz tavandaki Michelangelo’ya ait olan “Adem’in Yaratılışı”. Hani şu Tanrı’nın parmağı insanın parmağına tam değecek gibi olan sahne gözünüzde canlandı mı? İsterseniz hediyelik eşya bölümünden bu sahnenin magnetini / posterini / vs de satın alabilirsiniz. Bir de denk gelirseniz ücretsiz düzenlenen opera dinletisine kulak verin. Kulağınızın pası silinsin.

Tavana bakarken boynunuz tutulmasın!

FLORANSA  - Firenze

Cumartesi için günübirlik Floransa gezisi planlamıştık. Floransa İtalya’nın Toskana bölgesinde. Hızlı trene binerseniz yaklaşık 1,5 saatte Roma’dan Floransa’ya varıyorsunuz. 3 saatte giden normal trene göre 2 katı daha pahalı. Biz 44 Euro ödedik kişi başı gidiş dönüş için. Ama unutmamalı ki vakit her zaman nakittir!
Floransa’nın en büyük meydanı Duomo. Meydanın orta yerinde inşa edilmiş Duomo Katedrali görkemli bir yapı. Yeşil, kırmızı ve beyaz renk hakim. Üzerindeki işlemelerin el emeği olması insanı daha da şaşırtıyor. Çan kulesine (Campanile) tırmanırsanız güzel bir Floransa manzarasını hak ettiniz demektir. Şehir sanki sadece binalardan oluşuyor, kırmızı çatılar, dar minik avlular, ahşap oturma setleri olan bitkilerle donatılmış şirin teraslar..
  



Campanile - Çan Kulesi

Bir Firenze sabahı


Floransa’nın sanki Roma’ya göre daha sanatsal bir havası var. Belki de Rönesans sanatçılarının çoğunun burada yaşamış ve eserlerini burada ortaya çıkarmış olmasının etkisi de vardır.

Michelangelo’nun ünlü Davut (David) heykeli’ni görmek için Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’ne de gittik “Accademia di Belle Arti Firenze”. Sokak arasında ufak bir yer. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Tahmin edeceğiniz gibi David heykelinin başı da oldukça kalabalık. Heykel yapıldığı dönemde boyutları ve kusursuzluğuyla gerçekten bir çığır açmış. Heykelin boyu 4.34 m. Davut, İncil’deki bir efsaneye göre dev Golyat’ı yenerek krallığa yükselmiş.



Uffizi galerisi daha da geniş ve yine birçok tablo ve heykele ev sahipliği yapıyor.

Eski köprü  - Ponte Vecchio- üzerinde yanyana kuyumcular ve sanat eserleri satan dükkanlar sıralanıyor. Arno nehrini geçmek için çoğu insan bu turistik köprüyü kullanıyor. Hava karardığında dükkanların ışıkları nehir suyu üstünde çok güzel bir ışık oyunu yaratıyor. Güzel fotoğraflar çekebilirsiniz.

Renkli eski köprü!
Bir de köprünün korkuluklarında birçok asma kilit göreceksiniz. Aşıklar tarafından aşkları ömür boyu sürsün inancıyla buraya kilitlenmiş. Anahtarları da nehre atılıyormuş. Aslına bakarsanız genel olarak insanlar İtalya’da “aşka” kafayı daha bir takmış. Roma’daki “Aşk çesmesi”ndeki hengame ve arkadaşlarımızın buraya geleceğimizi söylediğimizde çeşmeye onların adına da para atma siparişleri bu tezimizi doğruladı.

Aşklar sonsuza kadar sürsün diye..
Biraz da Floransa sokakların görelim dedik. David heykelinin bir kopyasının bulunduğu “Piazza della Signoria” da başka birçok heykel daha var. Alışveriş yapmak isterseniz seçenek bol. Birçok ünlü İtalyan markasının dükkanları yanyana. Fiyatlar tabiki uçuk. Ferrari Store’dan hediyelik eşyalar da alabilirsiniz. Bu arada elimizi sallasak Ferrari’ye çarpacağı düşüncesiyle gittiğimiz İtalya’da 5 günde sadece 1 tane, üstelik de siyah Ferrari’ye rastladık. İnsanlar Ferrari’lerini nerelere saklamış?  =)

Toskana şarabı almak isteği içinde olduğumuzdan turistik mekanlardan uzakta gözümüze çarpan küçük bir şarap dükkanına girdik. Satıcı amca hiç İngilizce bilmiyordu ama evrensel dil olan el hareketlerimizi de kullanarak anlaşmayı becerdik. Hatta aldığımız şarapları kırılmayacak şekilde paketlemesini istediğimizi bile anlatabildik. İtalyanlar’ın özellikle yemek üstüne içmeyi sevdiği Limoncello’larından da bir şişe aldık Floransa’dan. Kuvvetli limon aromasıyla bu içki, hazmı kolaylaştırıyor.





Akşam Roma’ya dönüş için tekrar trene bindik. Gün boyu epey yorulmuşuz. Tabi ki yolculuk sırasında uyuyakaldık. Ama bunda trene yetişebilmek için attığımız deparın da etkisi vardı. O kadar kılpayı yetiştik ki, trene bindik ve tren  hemen hareket etti.





POMPEİİ + VEZÜV YANARDAĞI TIRMANIŞI

Pazar günü epeyce erken kalkmamız gerekliydi. Çünkü o gün için günübirlik Pompeii ve Vezüv gezisi organize etmiştik. Viator isimli internet sitesinden dünyadaki birçok şehirde gerçekleştirmek istediğiniz geziler varsa satın alabiliyorsunuz, biz de ondan yararlandık. Rehberimiz ve diğer katılımcılarla “Piazza de Poppolo”da buluştuk. Otobüsle yolculuğa başladık. Rehberimizi Anne İtalya’da yaşayan ve okuyan bir Amerikalı idi. Şoförümüz Aldo ile şakır şakır İtalyanca konuşuyordu.
İlk durak Pompeii antik şehri oldu. Vezüv yanardağının MS 79’da patlamasıyla tüm Pompeii şehri tamamıyla yok olmuş ve üstü kül / ponzayla kaplanmış. Yaklaşık 1700 sene toprak altında kalan bu gri şehir günümüzde Napoli yakınlarında.

Pompeii - Yolun ortasındaki taşlar zamanın yaya geçidi

Arkada Vezüv
Bize şehri gezdiren yerel rehberimiz çok tatlı bir kadındı. Burası yok olmadan önce Roma İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinden biriymiş. Efes gibi eskiden denize daha yakın olduğu düşünülüyor. Gladyatörlerin eğitim gördüğü alanlar, amfi tiyatro, konutlar, yiyecek satan dükkanlar, tapınak, okul, meydan, genelev vs birçok yapı var. İtalya’da birçok yerde pizza hala odun fırınlarında pişiriliyor. Zaten öylesi makbulmuş. Pompeii’de de içinde eskiden pizza pişirilip pişirilmediği bilinmese de bu odun fırınlarının en eski örneklerini görebilirsiniz. Genelevler, içlerindeki taştan yataklar, duvarlarda müşterilerin tam olarak ne istediğini anlamak için çizilmiş olan resimlerle ilginçti. Şehir meydanındaki sergi alanında, yanardağ patladığında kaçamayıp üstleri kaplanan ve oldukları halde taşlaşan insanların ve hayvanların maketleri var.

Yanardağ patlamasına yüzüstü yakalanmış birinin kalıbı...
Gezi sonunda isterseniz rehbere bahşiş de verebilirsiniz. Pompeii’nin yollarında yürümek, insanların evlerini görmek ve büyük bir trajediyle sonlanan buradaki hayatı düşünmek insana garip duygular hissettiriyor. Teknolojik ve bilimsel açıdan o kadar ilerledik ki, heralde yanardağ patlaması sonucu artık kimse hayatını kaybetmez.




Öğle yemeği için yeni kurulan Pompei’deki bir lokantada mola verdik. Menüde pizza vardı. Napoli ve Roma arasında en iyi pizzayı biz yaparız diye bir yarış zaten varmış. Margarita pizzanın hikayesi de Napolililer tarafından yazılmış. Fakir şehir, kraliçenin ziyaretinde hediye olarak ona İtalya’yı andıracak bir pizza pişirmiş. Pizzada peynir, domates sosu ve fesleğen yaprağı var. Bu malzemeler italyan bayrağının da renkleri olan beyaz, kırmızı ve yeşili temsil ediyor. Roma pizzasına göre biraz daha kalın.

Eğer elverişli mevsimde (muhtemelen Mart – Kasım ayları arası) gittiyseniz, Vezüv’e tırmanabilirsiniz. Bir noktaya kadar çıkış otobüsle. Gerisi tabana kuvvet. Patikanın başında bekleyen yaşlı dede ve yanındaki genç çocuk size tahta bir baston ödünç veriyor. Yukarı çıkarken hem mistik ortam hem de “asa”nız sayesinde kendinizi Gandalf gibi hissedeceksiniz muhtemelen.

Elde bastonla Vezüv tırmanışı
Yaklaşık yarım saatlik yürüyüş sonunda Vezüv’ün ağzına vardık. Oldukça derin ve yer yer tüten bir ağız. Burada olmak insanı biraz tedirgin etmiyor değil. Hala aktif olan bu yanardağın hareketleri bilim adamları tarafından 7/24 takip ediliyormuş.

Vezüv'ün ağzı
Tepede hava rüzgarlı ve serince ama manzara olağanüstü. Napoli şehri ve Napoli körfezi ayaklarınızın altında. Ama insan düşünmeden edemiyor. Bu yanardağ tekrar patlasa Napoli şehri de insan kaybı açısından olmasa da Pompeii’ye dönebilir. Zaten Vezüv patladığında rüzgar aksi yönde esseymiş bugün Pompeii yerine Napoli’nin yerinde yeller esermiş.

Doğal boyalarla boyanmış Vezüv taşları..


ROMA’YA DÖNÜŞ..

Roma’ya geri dönüş yolunda trafik epey kalabalıktı. Bunun sebebi gittiğimiz zamanın “All Saints Day – Azizler Günü”ne denk gelmesiydi. Ama Aldo Türk şoförleri aratmadı. Türlü manevralarla en hızlı şekilde bizi Roma’ya geri getirdi. Artık güzel bir akşam yemeği vaktiydi. Bir arkadaşımızın tavsiye ettiği İspanyol merdivenleri yakınındaki “AL 34” adlı restoranda karar kıldık. Genel olarak, İtalyan yemekleri herkesin dilindedir ya bizde öyle bir etki yaratmadı. Ukalalık gibi mi olur ya da damak zevkimiz az mı gelişmiş ya da kötü restoranlara mı denk geldik bilemedik. Pizzadaki ya da makarnadaki domates sosları hiç bizim taze mis domateslerimizle yapılmışlara benzemiyordu, yapay tatları vardı. Deniz mahsüllü makarnanın içinde bir biz eksiktik. Midyeler kumlu - çıtır çıtır. Başka bir gün yediğim mantarlı risottoda da aynı yapay tat vardı. Ama hakkını vermek lazım, birçok farklı restoranda yediğimiz tiramisuların hepsi de çok ama çok lezzetliydi. Kimi yerde muhallebi kıvamındaydı, kimi yerde kedi dili bisküviyle yapılmış. Ve tabi ki ev şaraplarının lezzeti de her daim çok iyiydi!






Leziz Tiramisu!


Sudan ucuz ev şarapları!

İtalyanca’nın tınısı enteresan. Özellikle etrafınızda carcar konuşan birçok İtalyan olduğunda. Sonuçta insan ister istemez Türkçe konuşurken bile kelimeleri onlar gibi uzatmak ve sonuna birşeyler eklemek istiyorsunuz. Misal, geliyoooreee, gidiyoooree .. . Bu arada her yerde karşınıza çıkacak, “Uscita” çıkış demek.
  
Pazartesi günleri genelde dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi müzeler kapalı oluyor ama istisnalar vardı. Bunlardan biri de Kolezyum idi. “Colosseum” gezdiğimiz atraksiyonlar içinde en hoşumuza gidendi kuşkusuz. Hele ki bu geziden dönüp de “Spartacus – Blood and Sand” i izlemeye başlayınca daha bir kişiselleştirdik orayı. Gladyatörlerin dövüştürüldüğü bu mekanda, bazı bölümler en eski halini koruyor. Yangın ya da depremle hasar görmüş kısımlar ise restore edilmiş. Renk farkından kolayca anlaşılabiliyor. Dövüşlerin yapıldığı arenanın altında gladyatörlerin eğitim gördüğü bölmeler ve dövüşlerde kullanılan hayvanların tutulduğu kafesler de var. Kolezyumun hemen girişinde eski Roma askerleri yahutta Sezar gibi giyinmiş birçok adam var, parasını verip fotoğraf da çektirebilirsiniz. Eğlence ve bahis için Gladyatör dövüşlerinin böylesi meşrulaştırılmış olması aslında hiç kabul edilebilir değil. Gladyatörler de aslında birer köleydiler. Özgürlüklerini kazanabilmeleri için dövüşmeleri ve para kazanmaları gerekiyordu. Ama tabi bunu yapana kadar çoktan ölmemiş olurlarsa.







Kolezyumdan sonra durağımız “Roma Forum” oldu. Burası Roma’nın ilk kurulduğu nokta. Palatino Tepesi'ne yani eski sarayın bulunduğu tepeye giden yolun başında Konstantin Kapısı var. Efsaneye göre Romus ve Romulus kardeşler bu tepede bulunmuş. Şehrin göbeğindeki “eski şehri” gezerken o kadar çok yağmur yağdı ki.  Herhalde İstanbul’da olsaydık burnumuzun ucunu dışarı çıkarmazdık. Yağmur yüzünden burayı çok rahat da gezebildiğimiz ve hakkını verdiğimiz söylenemez. Kazılardan çıkarılan eşyalar ve maketler köşkvari bir yapı içinde sergileniyor. İstanbul’da da düzgün bir yapılaşma olsaydı, şu anda biz de şehrimizin göbeğinde “eski şehri” görebilirdik.

Konstantin Kapısı
Via del Corso'nun bir ucu Piazza del Popolo diğer ucu ise Piazza Venezia. Piazza Venezia'da bolca merdivenli ve önü/üstü heykel dolu Complesso del Vittoriano - Vittoriano Müze Kompleksi ile karşılaşacaksınız. Burası birleşik İtalya'nın ilk kralı Victor Emmanuel adına inşa edilmiş. Merdivenler yorabilir. İçeride bir silah sergisine denk geldik. Kaçırılmayacak bir sergi değildi. Roma’nın yüksek bir yerinde konuşlandığı için merdivenlerin tepesinden güzel manzaralar görebilirsiniz.

Yürümekten yoruldunuz mu? O zaman İspanyol merdivenleri imdadınıza yetişecek. Bir Pazartesi akşamı uğradık oraya. Aslında merdivende oturacak bir nokta / basamak bulabilirseniz şanslısınız. Hava yağmurlu olmasına rağmen kalabalıktı, muhtemelen her daim de kalabalıktır. Gençlik orada, turistler orada. İspanyol merdivenleri adıyla anılmasının sebebi de merdivenin başında bulunan İspanyol Büyükelçiliği binası. Merdivenlerin en tepesine tırmanıp önünüze baktığınızda gördüğünüz cadde Condotti. Alışveriş için buraya göz atabilirsiniz. Girdiğimiz her hediyelik eşya dükkanını bir Uzakdoğulu işletiyordu.

Gece-gündüz yaz-kış kalabalık merdivenler..
Burası gibi, Fontana di Trevi - Aşk çeşmesi de muhtemelen her daim çok kalabalık. Ben bu çeşmenin o kadar büyük olduğunu hiç hayal etmemiştim. Ama üzerindeki o heykellerle şırıl şırıl akan su sayesinde çeşmeden çok süslü bir havuz gibi duruyor. Çeşmeye para atılmasıyla ilgili birçok efsane var sanırım. Aradığınz aşkı bulmak, Roma’ya tekrar gelmek, vs. Bekar arkadaşlarımızın siparişleri üzerine, sırtımızı dönüp çeşmeye birkaç kuruş attık biz de. =)




Gece-gündüz yaz-kış kalabalık çeşme...


Akşam yemeği için, Vedat Milor abimizin kitabında tavsiye ettiği Trastevere’deki bir restoranı aramaya koyulduk. Tiber nehrinden geçmek için Tiber adasını ve bu adadan geçen köprüyü kullandık. Trastevere Roma’nın Tiber nehri kıyısındaki semtlerinden biri. Daha çok restoranlar, cafeler, barlarıyla ünlü. Şansımıza “Ristorante Paris” kapalıydı. Halbuki Tal burada Roma’nın pizzalarından ve makarnalarından daha da önde gelen sakatat yemeklerini denemeyi kafaya koymuştu. Açlık iyice başımıza vurduğundan, dışından bakarak gözümüze kestirdiğimiz bir restorana giriverdik.. “Osteria Pucci”. İtalya’da yediğim yemekler içinde en beğendiğim mozzarellalı ıspanağı burada yedim. Hafif ve leziz. Arnavut bir garson siparişlerimiz aldı ve her masamıza uğradığında bizimle Türkçe konuşmaya çalıştı. Kalkandolap sözcüğüyle meğer buzdolabını anlatmak istiyormuş. =)

Trastevere ve Tiber nehri
Restoranlardaki İtalyanlar’ı izleyince yemek yemeyi çok sevdiklerine kendi gözlerinizle şahit oluyorsunuz. En çıtıpıtı insanlar bile büyük bir iştahla tepeleme dolu 3 tabak yemeği üstüste yiyebiliyor. Şaşırtıcı!
Aklınızda olsun, kimi kafelerde oturup servis almak istiyorsanız bu ekstra ücrete tabi. Ayaküstü bir espresso içip kaçarsanız bu daha ucuz.
  
Osteria Pucci espressosu..
Salı sabahı Vatikan vardı listemizde. Son günümüzde güneş açtı. Ülke içinde ülke denince Vatikan gelir akla sanırım ki. İtalya’nın içinde ama sınır kapısı yok, kontrol yok. Kuyruk beklemek durumunda kalabilirsiniz. İsviçre muhafızlarının kıyafetleri sizi gülümsetebilir. Fotoğraf çektirmekten çekinmeyin, zaten hepsi turistlere öyle alışkın ki, çok rahatlar.

Hala turistlerden sıkılmamış İsviçre Muhafızları!
Şehri tepeden izlemek için Vatikan’a kesin gidilmeli ve Cupola (kubbe) ya tırmanmalı. Bir bölüme kadar asansörü kullanabilirsiniz ama sonrasında 350 basamak daha çıkacaksınız. Vatikan parayı kırıyor desek yeridir. Müze giriş parası, alınan bağışlar, satılan hediyelik eşyalar. Maddi dünyanın kazanımlarını ve manevi hayatın erdemlerini bir araya getirmek zor olsa da, gerçek bu. Bu dünyadan göçüp gitmiş Papaların mezarlarının olduğu yeri gezerken ağlayan insanlara rastladık. Burası bizim için pek bir şey ifade etmedi ama Katolikler epey duygusallaşmıştı. St. Peter bazilikasında mor cüppeler giymiş rahipler ayin yapıyordu. Etrafta yine duygusal anlar yaşayan insanlar ve meraklı turistler. Burası Katolikler için en önemli ibadet merkezi. Papalık’ın kalbi olması da tabi göz ardı edilemez. Yazın giderseniz içeri tişört veya şortla girmek yasak. Kol ve bacaklar gözükmemeli.




Kuşbakışı Roma ve Vatikan.. 

Vatikan’dan çıktıktan sonra yetişmemiz gereken bir uçak olmasına rağmen, sınırlarımızı zorlayıp biraz “Melekler & Şeytanlar”ı yaşamaya devam etmek istedik. İstikamet “Piazza Navano” idi. Dan Brown'un kitabında rahiplerden biri bu meydandaki en büyük çeşmede boğularak öldürülüyordu. Burası dikdörtgen formu sebebiyle bildiğiniz yuvarlak meydanlardan değil. Etraftaki evlerin önleri kırmızı pembe çiçeklerin olduğu saksılarla süslenmiş, şirin bir meydan.
Şifreyi kırmak için gidilecek bir yer daha var, “Pantheon”. Pantheon’un ön cephesi tadilatda olduğundan tam olarak göz zevkimizi giderdiği söylenemez ama içerisi gayet mistikti. Bu daire şeklindeki tapınak tüm tanrılar için Antik Romalılar tarafından 7. Yüzyılda yapılmış . Günümüzde de kilise olarak hizmet veriyor. İçindeki mezarlardan, en bilindik isim sanırım ressam Rafael’e ait olan.







Pantheon'un ilginç tavanı

Daire şeklindeki “Castel Sant’Angelo” mimarisi açısından ilgi çekici. Tepesindeki melek heykeli de çok güzel gözüküyor. Vakit darlığından müzeye girmedik. Sant’Angelo Köprüsü’nü kullanarak şehrin öbür yakasına geçebilirsiniz.





 İşte yine dönüş zamanı. Floransa’da trene yetişme maceramızda olduğu gibi bu sefer de havaalanı trenine yetişmek için koşturduk. Tek aklımızda kalan “gelato” yani dondurma yiyememek oldu. Boğazımızın şişmesinden korktuk. Yaz olsaydı affetmezdik renk renk, çeşit çeşit dondurmaları!

ayaklı lokanta! içecek - dondurma - sandviç - pizza






Hiç yorum yok: