22 Aralık 2012 Cumartesi

BU SEFER KRAKOW, POLONYA'YA...

KRAKOW

Viyana treninden indiğimizde resmen sabahın körüydü. Saat 9’daki “Wieliczka Tuz Madeni” turuna yetişebilmek için bir an önce otele gitmeliydik. Ama ondan önce kahvaltı etmeli ve ertesi sabahki Varşova treni biletimizi postaneden teslim almalıydık. Planlarımızı düşündüğümüz saatlere göre gerçekleştirmemizi engelleyense Tal’ın bavulu oldu. Bavulun çekçeği yerinden çıkmaz oldu. Evet çok devasa değil, insan elinde de taşıyabilir. Ne var ki içindeki ağırlıkla beraber trene/uçağa yetişmeye çalışırken, merdiven çıkarken vs gayet sıkıntı verebiliyor. Tren istasyonunun önündeki meydanda Tal bavula el attı, içinde ne var ne yok boşalttık. Uğraştı durdu ama nafile! Çekçek ben çıkmayacağım dışarı diye diretti!

Tal'ın bavulla imtihanı!
 


İstasyonun yanındaki büyük alışveriş merkezi Galeria Krakowska” yolları gözükmüştü bize böylelikle. Akşam zaman yaratıp oraya mutlaka uğrayacaktık. Kahvaltıyı ayaküstü edelim dedik. Simitçi teyzeden simitler, bir de yanına istasyondaki küçük cafeden iki çay. Hem kendimizi hem de güvercinleri besledik. Canayakın güvercinler hiç çekinmedi bizden, dibimize kadar girdiler. Elimize kolumuza konup durdular.

rahat mı rahattı güvercinler!
 
Kahvaltının bitiminde, Krakow-Varşova treni biletlerimizi teslim aldık. Aslında internetten satın almıştım biletleri önceden, ama elektronik bilet diye bir şey yok. Postaneden pasaportumu göstererek adıma bir zarf teslim aldım, içinde Varşova’dan gelen biletlerimiz vardı. İstasyon civarından ayrılıp son hız otele doğru yürüyüşe geçtik. Çekçeksiz bir bavulla Tal’ın işi epey zordu. Bir de otel gizli saklı bir yerlerde olunca, bulmamız zaman aldı. Maden turunu otel aracılığıyla ayarlamıştım gelmeden. Sempatik resepsiyonist kız muhtemelen turu düzenleyenlerle telefon görüşmeleri yaptı. Diğer katılımcılarla beraber bir minibüse binip çıktık yola.

Wieliczka Tuz Madeni
Wieliczka” yaklaşık 700 senelik geçmişe sahip çok eski bir tuz madeni. Günümüzde maden olarak işlevi eskisi kadar değil. Rehberin söylediğine göre artık turizm tuzdan daha çok  gelir getiriyor! Doğru da sayılır herhalde. 1978’den beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bu yeri yılda yaklaşık 1 milyon turist ziyaret ediyormuş. 1945’den bu yana ise toplamda 36 milyon kişi ziyarete gelmiş. Çok yüksek bir rakam ve insan içeri girip derinlere doğru inmeye başladıkça bu ilginin sebebini anlıyor.


bitmeyen merdivenler...
 
Öncelikle dümdüz aşağı madenin başladığı yere inmek için 350 basamak indik. Ahşap merdivenden döne döne. Zaman zaman da önümüzdeki kalabalığın dağılmasını bekledik. Rehberimiz kışın ilkokul öğretmenliği yapıyormuş. Sürekli “Aman arkada kalmayın, çıkış yolunu bir tek ben biliyorum, yoksa kaybolabilirsiniz!” şeklinde grubu şakayla karışık uyardı. Kaybolmak mümkün mü? Mümkün tabi ama sadece belirlenen yolları takip etmeyip macera ararsanız.

130 metre yerin altında!

Sonuçta biz sadece 135 metre derinliğe ve 3. katmana kadar inecektik. Oysa madenin en derin yeri 327 metre ve 9 katman var. Ayak bastığımız yerler kara kara taşlar gibi duruyordu ama aslında tuzun üstünde yürüyorduk. Bunu da rehber elindeki feneri alıp taşlara tutunca fark ettik. Kristal gibi içerisi gözüküyordu. Tuz olduğuna inanmıyorsak duvarları yalayabileceğimizi de ekledi. =) Bazı yerlerde irili ufaklı patlamış mısır taneleri yapışmış sanki tavana, duvara. Hepsi tuz ve biz tuzdan koridorların içinde yürüyorduk resmen.

patlamış mısır gibi duvarlardan fışkıran tuzlar

Madenciler eski zamanlarda hiç gün yüzü görmeden uzun süreler burada çalışmak durumunda kalıyormuş. Bu yüzden burası evleri gibi olmuş. Yatakhane, yemekhane, ahırlar ve şapeller var içeride. Hatta burada doğup, hiç dışarı çıkmadan burada ölen atlar bile varmış. Turistlerin ziyaretine açılmış 20 oda bulunuyor. Azize Kinga, madendeki en önemli figürlerden ve en büyük oda/şapel de ona adanmış. Aslen bir Macar prensesi olan Kinga, rivayete göre tuz madenini bulan kişi. Polonyalılar onu gerçekten çok seviyor ve ona değer veriyor. Şapel madendeki en büyük dini bölüm. Duvarda yine tuzdan Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” tasvir edilmiş. Papa heykeli, tuzdan büyük avizeler, vs. Tüm bu şapel Polonyalı maden işçileri tarafından oyulmuş. İşçilerin sanatsal bakış açıları da muazzammış.


temsili maden işçileri ve atlar

Azize Kinga şapeli oldukça görkemliydi!
Diğer bir önemli oda da Kopernik’e adanmış olandı. Odanın ortasında dünyanın ve diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü açıklayan Polonyalı astronoma ait tuzdan bir heykel duruyor.

Kopernik heykeli

Madenin içinde bir de sağlık merkezi kurulmuş. Buranın havası çok temiz ve alerjenlerden uzak, ayrıca sabit bir sıcaklık var. Astım, alerji ya da solunum yolu problemi çeken hastalar tedavi için buraya geliyormuş. Bu arada içeride sigara içmek ve açık ateş yakmak yasak. Ayrıca fotoğraf ya da video çekmek istiyorsanız örneğin Kinga şapelinin girişinde oturan görevli abiye para ödemeniz gerekli.

avizeler bile tuzdan!

Koridorlarda yürürken masaldan fırlamış yedi cücelerle de karşılaştık. Tuzdan heykelleriyle ait oldukları yerdelerdi işte. Çıkışa yaklaşırken 9 metre derinliğiyle en derin tuz gölünün de yanından geçtik. Karanlıkla beraber korkunç gözüktüğünü söylemek yersiz sanırım. Başka bir gölde sandalla gezinti yapılabiliyormuş birkaç sene öncesine kadar. Maalesef bir kaza meydana gelmiş ve gezintiye çıkmış birkaç kişi boğulmuş. O zamandan beri de gezintiler yasaklanmış.

yedi cücelerle karşılaştık...


sandalla gezinti sırasında burada boğulanlar olmuş
Karnınız acıkırsa Varşova Odası’nda bir cafe de var. Burada ayaküstü bir şeyler yiyebilirsiniz. Mesela “Zapiekanka”. Genişçe bir baget ekmeği üzerinde erimiş kaşar ve mantar. Afiyetle yedik. Başka çeşitleri de varmış. Ispanaklı, tavuklu, domuz etli, vs. Bu odada başka etkinlikler de düzenleniyormuş, konserler, toplantılar...

zapiekanka pide gibiydi
Yukarı çıkmak için merdivenleri kullanmayacağımızı duyduğumuza sevindik. Ama bineceğimiz asansörü görünce de yürüse miydik acaba diye aklımızdan geçmedi değil. Dar ve sıkışık bir ortam. Bir an önce gün ışığı görmek istiyor insan. Ya asansör bozulursa n’aparız o karanlıktaa? En iyisi hiç düşünmemek ve durduk yerde bol bol kahkaha atmak! Neyseki asansördeki herkes aynısını yapıyordu. =) Bir dakika geçmeden yeryüzündeydik yine şükür ki. Günümüzde de madencilerin kolay bir hayatı olmadığını biliyoruz, ama o eski zamanlardaki şartlarla imkansızı başarmışlar.

madenden çıkarılan kaya tuzu

İyi ki sabah gelebildiğimiz en erken zamanda gelmişiz. Dışarısı bayağı kalabalıklaşmış, içeri giriş kuyruğu uzamıştı.

Dönüşte şoför abiden bizi “Schindler’in Fabrikası”na en yakın yerde indirmesini istedik. Yolu tarif etti ama tam olarak neresi olduğunu bulana kadar biraz karıştırdık yolları. =) Filmden de hatırlarsanız Oskar Schindler II. Dünya Savaşı sırasında fabrikasında iş sağladığı birçok Yahudi’nin hayatını kurtarmıştı. İşte bu fabrika müzeye çevrilmiş durumda. Biz müzenin içine girmedik, çok kalabalıktı. Sadece giriş kısmını biraz dolaştık o kadar. “Kim bir hayat kurtarmışsa, dünyayı tümden kurtarmıştır.” Bu söz Schindler’e ithafen fabrikanın duvarındaki plakaya yazılmış.

Schindler
 
Vistula'nın üstünde

Tekrar şehir merkezine dönerken Vistula nehrinin üstünden karşıya geçip “Kazimierz”e yani Yahudi mahallesine göz attık. Krakow’un geneline baktığınızda çok eski ve kadim bir şehir olduğu anlaşılıyor. Burası Varşova’dan önce Polonya’ya yüzyıllar boyunca başkentlik yapmış. Şehrin bazı kesimlerinde karanlık bir hava hakim, Kazimierz, Podgorze gibi. Krakow 1978’den beri UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeymiş.



eski eski eski....

Her şey koruma altında tamam ama sanki restorasyona bile izin verilmiyor. Evler, binalar bakımsız. İnsanın içine bir hüzün ve karamsarlık çöküyor. Hele bir de hava kapalıysa. Nazi istilası sırasında bu bölgeler birer Yahudi gettosuna dönüştürülmüş, duvarlarla çevrilmiş ve birçok insan hayatını kaybetmiş… Sinagoglar ve müzeler de var burada. Bu arada en bilindik toplama kamplarından biri olan “Auschwitz” Krakow’a çok yakın. Biz “Dachau”da yeterince döneme ait acı ve hikayeye tanık olduğumuzu düşündüğümüz için Auschwitz’i es geçtik. Kazimierz’de bir şeyler yemek isterseniz restoran/kafe seçeneği bol.


Eğer “Nowa Huta”ya gitmek isterseniz, Kazimierz’den başlayan Trabant’lı turlara katılabilirsiniz. Nowa Huta komünist hükümetin idaresi altındaki yıllara ait manzaralarla karşılacağınız kısım. Resepsiyoncu kızın da pek tavsiye etmemesi yüzünden biz gidip görmedik. Burada eskiden büyük bir demir-çelik fabrikası kuruluymuş. Tek tip, yüksek, estetik olmayan binalarla dolu bir yer.


Kazimierz'den Trabant'la Nowa Huta gezisi  

Yavaş yavaş Krakow ile ilgili efsanenin kaynağına doğru yol alıyorduk artık. Efsaneye göre şehir mitsel Kral Krak’ın öldürdüğü ejderhanın mağarasının üstüne kurulmuş. Bu ejderha özellikle çocuklar için bir eğlence kaynağı şimdi. Çünkü ağzından alevler çıkarıyor. Zamanlama konusunda tereddütte kaldık. Rastgele zamanlarda alev çıkıyor gibiydi. Bakalım ne zaman alev göreceğiz diye çocuklardan farksız bir şekilde bekledik durduk. Sonunda yakalayabildik de. Heykel Wavel kalesinin hemen eteğinde, ejderhanın ini de – Smocza Jama- arkasında.

Sabreden derviş muradına ermiş! =)

terlikli amcadan bira isteyen?
 Nehir kenarında kısa bir yürüyüşten sonra Wavel Kalesi’ne doğru çıktık ve Herbowa kapısından bahçesine girdik. Burası ilginç bir yer. Geçirdiği onca yıkımın ardından romanesk, gotik, rönesans ve barok gibi farklı mimari akımların etkisinde inşa edilmiş binalar yanyana duruyor. Özellikle de katedral. Binalardan birisi de günümüzde sergi ve konferans merkezi olarak kullanılıyor. Bir bölüm de müze. Naziler’e karşı direnişin önemli bir simgesi sayıldığı için kalenin Polonyalılar için anlamı daha büyükmüş.

Kalenin içindeki Katedral farklı mimari akımlardan etkilenerek yapılmış
Kaleden çıktıktan sonra ağaçlıklı dümdüz bir yoldan eski şehir – stare miasto- merkezine doğru aheste aheste yürüdük. Yorulmuştuk ve atıştırmak için aldığımız patates kızartmalarının da etkisi geçiyordu herhalde. Ağaçlıklı yoldan merkezdeki ana meydan “Rynek Glowny”ye çıkan uzun alışveriş caddesi “Grodzka”ya saptık. Buralar tam anlamıyla şehrin turistik bölümleri. Başta hediyelik eşya dükkanları olmak üzere diğer dükkanlar yanyana dizili. Cadde boyunca yürüyüp merkeze yaklaştıkça havamız da değişmeye başladı. Bunun en önemli sebebi şüphesiz etrafın güzelleşmesi oldu. Güneş yüzünü göstermeye başladı. Viyana’daki gibi burada da faytonla tur atabilirsiniz. Hem atlar hem de arabalar daha güzeldi Viyana’dakilere göre. Daha asillerdi sanki, belki de beyaz renk olduğu için.

 

Rynek Glowny gerçekten Avrupa şehirleri içindeki en büyük meydanlardan biri herhalde. Her tarafta çiçekçiler, sokak sanatçıları, kenarlarda kalabalık kafeler. Ortada “Sukiennice” ve bir köşede gotik “St. Mary Katedrali”. Gözümüze kestirdiğimiz bir kafeye kapağı atıp, soğuk Polonya biralarımızı sipariş verdik.  
Tyskie!!!

O güne kadar içtiğim en leziz birayı içtim, “Tyskie”! =) Tam önümüzde bir de gösteriye başlayınca sokak dansçıları “değmeyin keyfimize” moduna girdik.

cafede otururken Rynek Glowny manzarası, solda dansçılar hazırlanıyor

Yan masaya pek kibar bir amca elinde kırmızı bir gülle geldi. Gülü masada oturan kadına verip karşılığında tek bir sigara istedi. Pek karşılaşmadığımız ilginç bir durum. Kafede oturup tembellik yapmak çok hoşumuza  gitmişti. Sabahtan beri tam gaz koşturmuşuz ve farkında olmadan da epey yorulmuşuz. Geyik yapıp, etrafı seyrederken bir anda bir trompet sesi duyunca kafamızı St. Mary’nin kulesine çevirdik.  
Trompetçi
Efsaneye göre şehir 13. Yy’da Tatarlar tarafından saldırıya uğradığında Tatar bir okçu trompetçiyi insanları uyarmak için çaldığı şarkının tam ortasında boğazından vuruvermiş. O yüzden günümüzde her saat başı çaldığı şarkı tam o noktada kesiliyor.  
St. Mary ve Sukiennice
Trompet ziyafetinden de sonra Sukiennice’ye uğrayıp artık otele geri dönmeye karar verdik. Akşam yemeği için meydanda gördüğümüz Hard Rock Café’de yer ayırttık. Geçmişi 14. Yy’a uzanan Sukiennice bir nevi Kapalıçarşı-Mısır çarşısı. Orijinali 16. Yy’da yanıp kül olmuş. Bugün gördüğümüz Rönesans dönemine göre inşa edilmiş hali. Tüccarların buluşma boktası olan bu yerde şimdilerde yine hediyelik eşyalar, el işleri, tahtadan aksesuvarlar satılıyor. Hemen pazar binasının yanındaysa eski belediye binasının ayakta kalan son bölümü kulesi duruyor. 
Sukiennice'nin içi

Otele giderken bulutlar yine kararmaya başlamıştı. Acayip yoğun bir yağmur geliverdi beraberinde. Çatıkatındaki odamızdan yağmuru seyredip biraz da ayaklarımızı dinlendirdikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Neyse yağmur yine durmuştu. Hard Rock’ta hamburgerler mideye indirildi ve bu sefer bir başka Polonya birası “Zywiec” denendi. Ama “Tyskie” hala favori!
Zaman kaybetmeden “Galeria Krakowska” ya gidip çekçekli bir bavul almalıydık. Bir de  ertesi sabahın kahvaltısı için sandviç, içecek, vs. Sabahki tecrübe göstermişti ki merkez istasyon -“Krakow Glowny”de kahvaltı için pek seçeneğimiz olmayacaktı. Alışveriş merkezine giderken bindiğimiz tram bilmediğimiz yollara saptı, muhtemelen kayboluyorduk ki akıl edip indik ve ters yönden gelen diğer bir trama binebildik. =)

 
Merkezin kapanışına 1 saat falan vardı. İçeri girince şaşırdık aslında. Nüfusu 1 milyonu bulmayan bir şehir için fazla büyük bir yer. Sağa sola yukarı aşağı koşturduk durduk. Sonunda bir köşede çanta ve bavul satan bir dükkan ilişti gözümüze. Satıcı ablayla sadece el kol hareketleriyle ve mimiklerle anlaşarak İstanbul’dakinin neredeyse yarı fiyatına ve gayet kaliteli bir bavul aldık. Neye niyet neye kısmet. Önceden İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz istediğimiz gibi bir bavul bulma çalışmalarının burada sonuçlanacağı 40 yıl düşünsek aklımıza gelmezdi. =) Son hedef yiyecek bulmaktı. En üst kattaki devasa Carrefour’a attık kendimizi ve üstlerindeki yazılardan hiçbir şey anlamayarak ekmek, krem peynir, meyve suyu aldık.

Artık tek duamız sabah çook erken saatteki Varşova trenine yetişebilmekti. Cidden çok erken bir saat - 05:47. Yetiştik neyse ki ama tabi Krakow’dan koşar adımlarla uzaklaşmak zorunda kalarak. =) 

 
Krakow-Varşova treni

Krakow’dan Varşova’ya gitmek yaklaşık 3 saat sürüyor. Tren biraz eskice. Koltuklar süper rahat değil. Biletimizde yer rezervasyonu yoktu. Tal’la yanyana oturabilmek için ters gitmek zorunda kaldık. Aslında uyanık olup koştura koştura girmek lazımdı yer kapmak için kalabalık trende. Sandviç hazırlama çabalarım sonuç verdi. En azından ben tok karna uykuya daldım. Tal ise direkt! =) Sonuç itibariyle güzergah ve manzara hakkında pek yorum yapamayacağım. Uykunun tatlı kollarındaydık çünkü. =)

tren gelir hoş gelir... =)
 

Hiç yorum yok: