25 Ağustos 2012 Cumartesi

BU SEFER MÜNİH, ALMANYA'YA...

MÜNİH
 
Almanya’ya ilk kez gidecektik. Diğer ülkelerde olduğu gibi buradaki şehirler arasında da birçok fark olduğunu önceden okuduk. Berlin’e gitmek de aklımızda vardı. Ama özellikle Tal’ın hayran olduğu BMW’lerin anavatanı olunca Münih’de karar kıldık. Münih, ülkenin olmasa da Bavyera bölgesinin başkenti kabul ediliyor. Ayrıca ülkenin varlıklı kısmı burada yaşıyormuş, bu nedenle fiyatlar diğer şehirlerdekine göre daha yüksekmiş.
 
 



Franz Josef Strauss Havalimanı’na indiğimizde Perşembe gecesiydi. Alandan çıkmadan bir duvarı boydan boya kaplayan BMW ızgarası(böbreği) şeklinde bir reklam panosu karşıladı bizi. =) Kalacağımız otel de hemen ana tren garının - Hauptbahnhof - karşısındaydı. Yerleşmek kolay oldu ve gecenin o saatinde attık kendimizi sokaklara. Ekim ayıydı ama hava soğumuştu. Marienplatz’a doğru yürüyüşe geçtik. Bu arada gezi için “Oktoberfest”in geçmesini beklemiştik. Çünkü o dönemde fiyatlar normalin neredeyse 3 katına çıkıyor. Eğer özellikle Oktoberfest’e katılmak gibi bir niyetiniz yoksa tabi, gezinizi bunun dışında bir döneme ayarlamanız tavsiye olunur. Oktoberfest biranın su gibi aktığı ve yaklaşık 2 hafta süren bir festival. İlk olarak 1810 yılında Prens Ludwig ve Prenses Therese’nin evlilik kutlamalarıyla başlayan bu festival geleneği hala sürdürülüyor. Kurulan onlarca bira çadırında yerel kıyafetler içinde garsonlar size bira servisi yapıyor. Bu zaman için özel olarak hazırlanan daha koyu biralar tüketiliyormuş.
 
2011 Oktoberfest tasarımlı bira bardağı
 
Sokaklar gece olmasına rağmen kalabalık sayılırdı. Önce Karlsplatz’a vardık yönümüzü tayin edip, ünlü şehir kapısı Karls’ın altından geçerek Neuhauser caddesine giriş yaptık. Cadde üzerindeki kapalı dükkanların vitrinlerine baka baka Marienplatz’a kadar geldik ve karşımızda yeni belediye binası beliriverdi. Bu gotik yapı ışıklandırması sayesinde oldukça mistik gözüküyordu. Hemen yanında da eski belediye binası vardı. Bir de yine değişik ışıklandırmasıyla iki kuleli “Frauen Kirche”yi görmemek imkansızdı bu yürüyüş esnasında. Kilisenin bir kulesinin cephesi tadilat yüzünden kapatılmıştı maalesef. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yürü babam yürü Isar kapısını da arkamızda bırakarak Isar nehrine kadar gelmiştik. O saatte o kadar enerjik olmak biraz şaşırtıcıydı sanki ama yeni bir yerde geziyor olmanın heyecanına bağladık durumu. Gündüz gözüyle de birkaç kez daha buralara uğrayacaktık.


Cuma sabahı Dachau trenine binmek için erkenden kalktık. Gardaki Le Crobag’de cafede kahvaltı ettik. Meşhur “Pretzel”den aldık. Pretzel bir çeşit simit ama simide göre sanki daha tuzlu ve görüntüsü de bir fiyongu andırıyor.
 
pretzel
 
Münih’ten Dachau’ya gitmek oldukça kolay. 2 numaralı S-bahn’a binip, yaklaşık 15 dk sonra Dachau kasabasındasınız. “Kamp”a giden otobüs hemen S-bahn çıkışındaki duraktan kalkıyor. Otobüs yolculuğu da yaklaşık 10-15 dk sürüyor.

Dachaulular kasabalarının öncelikle toplama kampıyla anılmasından hoşlanmıyormuş tabi ama tarihi gerçekler değiştirilemiyor. Gelecek nesiller de bundan nasibini alıyor. Hitler’in derdi sadece Yahudilerle değilmiş. Toplama kampını ziyaret ettiğimizde bunu açık açık gördük. Onun düşüncesine göre toplumda ne kadar “aykırı” sayılabilecek insan varsa, sosyalistler, komünistler, homoseksüeller, çingeneler, düşünürler, engelliler, Slavlar, Yehova Şahitleri, vs burada toplanmış. Hepsine fiziki ve manevi türlü işkenceler edilmiş, üniformaları ayrı ayrı renklerde üçgen bir kumaş parçasıyla işaretlenmiş. Homoseksüeller pembe renk örneğin.

Kampta giyilen o bilindik üniformalar

Tarihi kayıtlara göre, Dachau’daki gaz odasında hiç insan öldürülmemiş. Ama fırınlarda ölümünün ardından yakılan insanlar olmuş. Barınaklarda savaşın sonuna doğru kapasitesinin yaklaşık 10 katı fazla kişi kalıyormuş. Suçlu ya da suçsuz bazıları da buradaki hücrelerde hapis tutulmuş. İnsanlar bu “kamp”ta infaz edilmiş, intihar et(tiril)miş ya da hastalanıp ölmüş. Zaten o koşullar altında ve o ruh hali içinde yaşıyor sayılır mı ki insan, hala nefes alabildiği için sadece?

Kampın hapisane kısmı, her kapı birer koğuş...

Bir koğuşun duvarına oradaki mahkumla ilgili bilgiler yansıtılmıştı..

Fırın...

Barınaktaki bu yataklar orijinal değilmiş, aslına uygun olarak tekrar yapılmış...

Bu insanların anısına çeşitli heykeller dikilmiş. Heykellerin en büyüğü, orada esir edilen insanların hem fiziksel hem de psikolojik durumunu çok iyi gözler önüne seriyor. İçiçe geçmiş birçok zayıf bedenli ölü insan formu. Her birinin yüzünde ayrı ayrı korku ve endişe belirtisi. Burada yakınlarını kaybedenlerin gelip ibadet etmesi için de ayrıca dini mabetler inşa edilmiş.



Kampın konuşlandığı yer öylesine huzur dolu bir yer ki, böylesi bir vahşet nasıl işlenebilmiş. İnsanın olduğu yerde her şey oluyor ne yazık ki. Bir zamanlar tutsak insanların gözyaşı döktüğü, acı çektiği, delirdiği bu mekanda artık özgürce yürüyebilmek garip bir duygu. “Hayat Güzeldir – La Via A Bella” filmini severdim zaten, yaşananlara çok değişik bir bakış açısıyla yaklaştığı için. Burada gördüklerimiz ve hissettiklerimizden sonra filmi hem daha da çok sevdim, hem daha da çok hüzünlendim.

Herbir dikdörtgenin üstünde bir baraka varmış...

 
Dachau çıkışında, gelmeden önce rehberli tur için rezervasyon yaptırdığımız BMW Müzesi’ne doğru yol aldık. BMW Müzesi, BMW Welt, BMW Genel Merkezi ve BMW Fabrikası’ndan oluşan kompleks, Olimpiyat merkezinde yer alıyor. Eğer fabrikayı da gezmek istiyorsanız çoook önceden irtibata geçin ve yer ayırtın. Sadece haftaiçi fabrika gezisi yapılabiliyor ve talep çok yoğun. Tura katılmadan da gezemiyorsunuz. Biz yer olmadığı için fabrikayı gezemedik.

Soldan sağa: BMW Welt, Fabrikası, Müzesi, Genel Merkezi
 

BMW Müzesi ve BMW Welt değişik mimarileriyle ilgi çekici. BMW Müzesi’nde tabiki otomobiller, yarış arabaları, motorsikletler, araba ve uçak motorları sergileniyor. Müzeyi rehberle gezmekte yarar var.
 
Bir klasik..

BMW marka uçak motoru
 
Tal, buradaki Nicolas Cage’e çok benzettiğimiz rehberimize arabasının markasını sordu. Cevap şok ediciydi. Zaten adam da aman kimse duymasın deyip etrafa bakınarak ve gülümseyerek cevap verdi. Münih’te kullanmak için bir arabası yokmuş. Metro her işini görüyormuş. Ancak İspanya’da yaşayan eşinde 2. el bir Audi varmış. Ona göre BMW çok iyi bir otomobil markası ama çok da pahalı. Türkiye’deki BMW fiyatlarından haberdar olsa adamcağız herhalde yığılır kalırdı.

Sahile, kıra, bayıra bu arabayla gidiliyormuş bir zamanlar, kapı kolunun konumuna dikkat!
 
BMW tarafından uygulanan bir taktik olsa gerek ki; rehberin ağzından Mercedes lafı eksik olmadı. Sürekli Mercedes ile BMW’yi kıyaslama ve neredeyse hep BMW’nin üstünlüğüyle sonuçlanma.. =)

BMW Welt’de ise henüz “müzelik” kategorisine girmemiş, en yeni ve prototip araba ve motorsiklet modelleri dizili. İki mekanda da tüm arabalara dokunmak istiyorsunuz. Işıklandırma ve konumlandırma o kadar iyi ki. Bu isteğinizi BMW Welt’de giderebilirsiniz. Arabalara ve motorsikletlere dokunabilir, binebilirsiniz. Ayrıca eğlenceli interaktif ve deneysel oyunlar oynayabileceğiniz bölümler de var. Tal gibi BMW fanatiğiyseniz, ülkeye dönüşte en azından bir süreliğine nasıl bir BMW satın alabilirim acaba diye kara kara düşünürsünüz. Ayrıca bir de hediyelik eşya dükkanı var ama içeriği zayıf, fiyatları da pahalı bulduğumuzu belirtmek şart.

BMW gezisi sona erdiğinde, artık akşam yemeği vakti gelmişti. Soluğu methini çok duyduğumuz “Hofbrauhaus”da aldık. Burası neredeyse 400 yıllık oldukça eski bir bira evi. Her köşesi tarih ve tabi ki bira kokuyor! Ortada geleneksel kıyafetler içinde canlı müzik yapan bir orkestra ve tüm masalarda bardaklarını tokuşturan ve sosislerini mideye indiren neşeli insanlar! Maalesef oturacak yer yoktu. Galiba gelmeden önce rezervasyon yaptırmalıydık.  

Hofbrauhaus'un süslü tavanı ve kalabalık


Hofbrauhaus’da şansımız yaver gitmeyince, güzel bir lokanta aramaya koyulduk. Bunu yaparken “Glockenspiel” çalan bir sokak sanatçısına kulak verdik bir süreliğine. Çok değişik bir müzik aleti. Biraz piyanoyu biraz kanunu andırıyor.

Glockenspiel değişik bir müzik aleti

Gidilecekler listemizde olan gurme dükkan Dallmayr’ın nerede olduğunu ve kırmızı-mavi-beyaz renkleriyle Bayern München taraftar dükkanını da gördük. En sonunda da gözümüze kestirdiğimiz Augustiner Restaurant’da lezzetli yemeklere ve tabi ki lezzetli biralarımıza kavuştuk. Bu restoranda kredi kartıyla ödeme yapabiliyor olabilmek de bir artı. Bazı lokantalar sadece nakit ödeme kabul ediyor.

Cumartesi sabahı, 1972 Yaz Olimpiyatları’nın yapıldığı Olimpiyat parkı da gezi planımızda vardı. Açıkçası, olimpik stadyumunun içini gezmeye pek rağbet etmedik. Bunun yerine yapay gölün etrafında yürüdük. Göl kenarı burayı ziyarete gelen ünlülerin beton üzerindeki el izleri ve imzalarıyla çevrili. Mesela Jon Bon Jovi, Metallica, Elton John, Richie Sambora, Liza Minelli..
 

 
 
Burada tabi ki birçok sportif organizasyon, konser, toplantı, sergi düzenleniyor. Aslen bir radyo vericisi olan Olimpik kuleye çok hızlı bir asansörle çıktık. Tepeden manzara  güzel. Şehir merkezini biraz uzaktan da olsa görüyorsunuz ama hemen yandaki stadın içine kuşbakışı göz atabilirsiniz. Ayrıca çook uzaklarda Alpler de gözüküyordu.
 
 
 
Olimpik Stadyum ve Köy
 
Üst katta aşağıda el izleri olan ünlülere ait çeşitli eşyalar sergileniyor. Mesela Elton John’un ayna kaplı piyanosu! Kuleden indikten sonra park içinde yürüyüşe devam ettik. Olimpik çadır üstünde yürümek, gölde kanoya binmek gibi birçok macera dolu aktiviteye de katılabilirsiniz. Ama herhalde havalar biraz daha sıcak olduğunda daha iyi olur. Tabi burada ’72 Olimpiyatları sırasında yaşanan olaylar unutulmamış. Teröristlerce öldürülen 11 İsrailli sporcu anısına bir anıt dikilmiş.


 

Olimpiyat Parkı’ndan ayrıldıktan sonra şehir merkezine geri döndük. Marienplatz’daki yeni belediye binasının avlusuna girdik. Kafayı çevirdiğimiz her tarafta değişik heykeller ve pencere şekilleri göze çarpıyordu. “Ratskeller” isimli ünlü restoranın da girişi de bu avludan. Sanırım burada da kredi kartı geçmiyor! Sonrasında Frauen Kirche’nin kulesine çıkıp şehri buradan izledik. Ortaçağ’dan kalma bu kilise şehrin en önemli yapılarından. Kırmızı bir çatısı ve görkemli kuleleri var. Yukarı çıkış için kullanacağınız basamaklar dar ve fazla.

Belediye binasının kıpkırmızı çiçekleri
 

Ve gelelim Dallmayr’a! Bir yer düşünün ki içinde şarküteri, manav, kasap, çay/kahve/alkol/çikolata bölümleri, fırın, pastane var. Bu kısımların hepsini içinde barındırıyor Dallmayr. Kısımdan kısıma geçerken insanın aklı henüz yeni ayrıldığı bölümde kalıyor ve bazılarının görüntüleri süper olmasa da hepsinden tatmak istiyorsunuz.

Dallmayr'ın en güzel kokan bölümü!

Yumurta likörü!?!?


O kadar kalabalık ki iğne atsanız yere düşmez ve her tezgah rengarenk. İnsanlar çılgın gibi yiyecek/içecek alıyor. Dükkanın üst katı café şeklinde düzenlenmiş ama hiç yer yoktu ve orada oturamadık. Karnımızın açlığı da eklenince öğle yemeğimizi buradan aldıklarımızla hazırlamaya karar verdik. Max-Joseph meydanının ortasındaki anıtın dibinde ekmek arası dana şinitzel ve ince patates köftesi döşendi, afiyetle yenildi.
 
bir öğlen atıştırması..
 
Kahve kokusuna teslim olursanız siz de çeşit çeşit kahveden çektirin. Şeftalili, vanilyalı ve orijinal “Rooibuschçayı da denenebilir.
Dip not: Buraya gitmeyi Pazar gününe bırakmayın çünkü kapalı.

Yemeğimizi de yedikten sonra, Almanya’dan alınmak üzere sipariş verilen Birkenstock terlikleri aramaya koyulduk. Marienplatz’daki Galeria Kaufhof bayağı büyük bir alışveriş mağazası. Biraz onun içinde dolandık. Ama aradığımız terlikleri hemen otelin dibindeki mağazada bulduk. Burası tıpkı Kadıköy’deki pasajlardan fırlama 1960-70’lerden kalma nostaljik bir dükkandı. Bu görevi başarıyla tamamladıktan sonra teknolojik alışveriş için Haidhausen’deki en büyük(!) Mediamarkt’a gittik. Ama burası için kim en büyük diye bilgi vermiş bilemedik çünkü pek de öyle en büyük olmak gibi bir iddiası yoktu. Bir alışveriş merkezinin içinde bir köşede durmaktaydı. Üstelik sadece American Express kredi kartı kabul ediyorlar ya da nakit! Hiçbir şey almadan çıktık.

Tren istasyonunda bir mini Mediamarkt!
 

Şehir merkezine geri döndüğümüzde açık hava pazarı Viktualienmarkt’a doğru yol aldık. Ama tabi çoktan kapanmıştı. Biz de boş tezgah-klubelerin arasında biraz yürüdük. Neler sattıklarını anlamaya çalıştık. Mesela bal, hediyelik eşyalar, çiçek, vs. Akşam saatleri el ayak çekilmiş, sokaklar ıssızlaşmıştı. Şehir kapılarından biri olan Sendlinger Tor’a doğru yürüyüşe devam ettik. Hava soğuk olmasına rağmen yürümek insanı ısıtıyor.

Bu arada yiyeceklerle ilgili önemli bir nokta; Almanya’da ya da en azından Münih’te sosis yemek isterseniz, bilin ki üstü plastik gibi bir madde kaplı olacak. Ağzınıza ilk attığınızda çıtır çıtır edecek. Bu kabuğu soyabilirsiniz de. Biz pek de lezzetli bulmadık ama deneyin yine de.

Son günümüzde aklımızda İngiliz Bahçesi – Englischer Garten – ve Deutsches Museum vardı. İngiliz bahçesi’ni kesinlikle kaçırmayın. Münih’e gelip her gününüzü burada geçirseniz bile sıkılmazsınız. Tahminimizce özellikle sonbahar ayında çok güzel manzaralara sahip burası. Yavaş yavaş ağaçlardan süzülen sarı yapraklar, yanınızdaki at yolunda tıngır mıngır ata binenler, sanki zaman durmuş. Tiziano Terzani’nin “Atlıkarıncada bir tur daha” isimli kitabında anlattığı, aslında Himalayalar’daki başka bir yerden bahseden satırlarını okurken, gözlerimin önünde İngiliz Bahçesi belirdi. ..ve orman binlerce yıllık vaadini tuttu. İçine doğru yürümek yeterliydi. Her adımla daha çok canlanıyor, daha gizemli, daha kutsal bir hal alıyordu. Ağaçlar, görkemli bir katedralin sütunları gibi görünüyordu; güneş ışıkları sanki büyülü vitraylardan süzülürmüş gibi yaprakların arasından akıyordu. Az sonra çevremizde, zamanımızı anımsatan hiçbir şey kalmadı. Tek insani iz, kah yükselen kah karanlık bir yolda alçalan, sonra yine yükselen, daha da yücelere uzanan patikaydı.”



1789’da oluşturulmaya başlanmış bahçenin içinde göller, bira bahçeleri, Çin kulesi, Japon çayevi bulunuyor. Biz göl kenarında türlü kuğu, kaz, ördek besleyip, ağaçların altında uzuuun ve huzur dolu bir yürüyüş yaptıktan sonra soluklanmak için Çin Kulesi altındaki Bier Garten’da oturduk. Ahşap kulenin içinde sadece üflemeli çalgılardan oluşan bir orkestra canlı müzik yapıyordu. Kalan son paralarımızla kendimize bir kup bardağında sıcak şarap ısmarladık. Hayatımda tattığım en leziz sıcak şaraptı. Hem şarabı hem de baharatları çok kaliteliydi. Bir de muhtemelen kalan son paramızla aldığımız için.. =) Bahçeden ayrılmak ve o masalsı güzelliği geride bırakmak zor oldu.

Çin kulesi

elde kalan en son parayla alınan leziz sıcak şarap.
 

Deutsches Museum, Isar nehrindeki bir ada üzerine kurulu önemli bir Bilim ve Teknoloji Müzesi. Maalesef biz içini gezemedik, hem bahçede planladığımızdan daha fazla vakit geçirmiştik hem de içeri giriş için sadece nakit para verebiliyorsunuz ve bizim Euro’muz kalmamıştı artık. =) İçerideki sergiler doğal bilimler, madde ve üretim, enerji, iletişim, ulaştırma, müzik aletleri, yeni teknolojiler gibi konular üzerineymiş. Ayrıca tabi ki çocuklar içinde bir bölüm var.
 
Bilim ve Teknoloji Müzesi'nin giriş kapısı
 
Biraz  müzenin bahçesinde ve girişinde, ardından da hediye dükkanında dolaşmakla yetindik, en azından birazcık da olsa bilim ve teknoloji havası aldık. =) Aslına bakarsanız sadece hediye dükkanını gezmek bile biraz da olsa müze gezmek gibi oldu. Türlü türlü icatvari eşyayı ve oyuncağı inceledik durduk.

Ayrılık zamanı göz açıp kapayıncaya kadar gelmişti. Münih, bizi ağırlarken olduğu gibi yine güneşli yüzüyle ve sakin bir şekilde uğurladı.



Şanslıysanız..
 
++ Kredi kartı geçen bir yere kapağı atmışsınızdır. Restoran olur, mağaza olur.
 

Şanssızsanız..

++ Hep nakit ödeme kabul eden restoranlara denk gelir ve en sonunda soluğu Mcdonald’s ya da Burger King’de alırsınız. =)
Dip not: Para çekme makineleri yani, “Geldautomat”lar her yerde... ama banka çekeceğiniz miktar ne olursa olsun yüklü bir meblağ komisyon alıyor. O yüzden Münih’e yanınızda bol nakitle gitmekte fayda var!

++ Gecenin ilerleyen saatlerinde sokakta yürürken kaldırımda ya da U-Bahn / S- Bahn raylarının üstünde minik fareleri görürsünüz!

 
Aklımız bu bahçede kaldı...



1 yorum:

Unknown dedi ki...

Selam,
Münihde yasayan bir kisi olarak ilgiyle okudum buranin yesilligini görmek istiyorsaniz mayis ayindan sonra gelmeniz lazim günlerin en uzun oldugu zamanda burda 21:30 da hava kararir bir sehir ici gezisinde en iyi ulasim araci bisiklet ben hafta sonlarinda ingilz bahcesinden baslayarak sehir ici turuyla stresimi atiyorum avrupanin en düzenli sehrinde