Cumartesi öğleden önce şehre vardık. Hava pek de sıcak değildi. Öğrendiğimize göre bu ısınmış haliymiş. Avrupa’yı esir alan soğuk hava dalgası burayı da etkilemiş. Sıcaklık uzun süre eksi 15'lerde seyretmiş.
Ruzyne Havaalanından Prag’a ulaşmak diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi kolay değil. Tek bir tren ya da tramla merkeze varamıyorsunuz. Önce 119 no’lu otobüsle Dejvická metro istasyonuna gelmeli oradan da metroya binmelisiniz. Altı bölümden oluşan şehrin tarihi merkezine otobüslerin girmesi yasaklanmış. Stare Mesto – Eski Şehir, Josefov- Eski Yahudi mahallesi, Nove Mesto – Yeni Şehir, Mala Strana – Daha Küçük Şehir, Hradcany ve Vysehrad bu altı bölümü oluşturuyor. Bizim kaldığımız otel Stare Mesto’da idi. Otele yerleştikten sonra hemen kendimizi sokaklara attık.
Prag’ın turistik bir şehir olduğu su götürmez bir gerçek.
Ama neyse ki bu turistik durum henüz fiyatlara yansımamış. Genel olarak diğer
Avrupa şehirlerine göre ucuz bir ülke, hem de şaşırtıcı derecede.
Şehrin ortasından Vltava nehri
geçiyor. Nehir üzerindeki en önemli köprü tarihi “Karluv Most - Charles Bridge”.
İstikamet bu köprü üzerinden geçerek “Prag Kalesi”ne – “Pražský Hrad“ doğru gitmekti. Sadece yayalara açık
olan Karlova caddesinin sonu köprüye çıkıyor. Keyifli bir yürüyüş yolu ama
cadde üzerindeki çok sayıda turistik/hediyelik eşya satan
mağaza sizi biraz yavaşlatabilir. Kırmızı renkli klasik arabalarla 40 dakikalık
şehir turu da yapabilirsiniz. Fiyatı da 1200 CZK yani yaklaşık 55 Euro. klasik arabalarla şehir turu.... |
Eğer
300 CZK daha verirseniz Prag Kalesi’ne de çıkabiliyorsunuz. Biz denemedik ama
muhtemelen bu nostaljik şehri epey nostaljik duygular içinde gezmenin bir yolu
bu olsa gerek. Daha modernize bir araç kullanmak isterseniz de “Segway”i (namı
diğer Ginger’ı) deneyebilirsiniz. Kaleye çıkarken bunlara binenlere imrenmedik
değil. =)
Charles Bridge'den Kale manzarası |
Karluv köprüsü iki kenarında birçok heykel ile süslü ve
hem girişinde hem de çıkışında iki heybetli kapı bulunuyor. Heykeller
genellikle dini simgelerden oluşmuş. Bizim için en ilgi çekecek olan heykel
köprünün sonuna yakın olan Osmanlı’yı simgeleyen heykeldi. Göbekli, pos bıyıklı
ve sarıklı, elinde bir hançer tutan heykelin yüzünde de acımasız bir ifade var.
Üstelik bir de köle taciri gibi yansıtılmış. Osmanlılar’ı o devirlerde pek de
fazla sevmiyorlarmış anlaşılan.
solda Osmanlı... |
Köprünün ortasında başı kalabalık bir bölüm
görürseniz, siz de durup bir batıl
inanca ortak olabilirsiniz. Altın renkli, tam olarak kime ait olduğunu
anlamadığım figüre (Papa mı acaba ?), elinizi sürün, bol para geçiyormuş
elinize! İşe yaradı mı diye soracak olursanız, hala bekliyoruz etkisini görmeyi
=) Köprü epey geniş ve sadece yayalara açık. Üzerinde ayrıca sokak satıcıları
ve müzisyenler de var. Köprü üzerinde yürümeye başlamadan önce denizci
kıyafetleri içinde çığırtkanlar sizi nehir üzerinde yapılan tekne turlarına
çağırabilir. Tekneler eski şehir tarafından kalkıyor.
Köprü bittikten sonra artık “Mala Strana - Daha Küçük
Şehir” tarafına geçmiştik. Şehre ayak bastığımızdan beri bir şey yememiştik.
Subway’a uğrayıp lezzetli sandviçlerimizi aldık ve hiç durmadan yola devam
ettik. Kale yolu çetindi, yokuşlar da nefes kesici ama bizim onca insandan
neyimiz eksikti! (bu arada 22 no’lu trama binerek de bu bölgeye
gelebilirsiniz.) Kale bölgesi oldukça geniş bir alana yayılıyor. Zaten dünyada
en geniş alana yayılı kale kompleksiymiş. Daha erken bir saatte varsaydık
muhtemelen daha çok yeri görebilirdik. Kale 9. Yüzyıldan beri devletin ve
kilisenin merkezi konumundaymış. Günümüzde de Çek Cumhuriyeti Başkanı’nın resmi
merkezi. Kale şehre tepeden bakıyor, değişik bölümlerinden şehre ait güzel fotoğraf
kareleri yakalayabilirsiniz. Uzakdoğulu gelin ve damat, eşleri dostlarıyla
beraber buradaydı, neşe içinde fotoğraflar çekiyorlardı!gelin-damat-Prag... |
Kale bölgesinde ilk olarak St. Vitus Katedrali’ne girdik.
Burası Prag’ın en önemli ve en büyük kilisesi. Eski Çek Kralları burada gömülüymüş.
Sivri hatları bir gotik mimari esere baktığınızı anlamanızı sağlıyor.
Buradan
çıktıktan sonra kale bölgesinde yürüyüşe devam ettik. Katedralin hemen
karşısında bir turist ofisi var. İsterseniz rehberli bir tura katılıp tüm kale
bölgesini gezebilirsiniz.
Kale bölgesindeki bir başka kısım “Altın Yol – Golden
Lane” . Buraya giriş için ayrıca bilet almanız gerekiyor. Bunu bilmiyorduk ve
elimizi kolumuzu sallayarak içeri giriyorduk ki, kapıdaki görevli “Biletiniz
yok değil mi?” diyerek güldü ve yine de bizi içeri aldı.
Kapanış saati
yaklaşıyordu, sanırım bu yüzden de göz yummuş olabilir. =) Kale duvarının hemen
dışına yapılmış en fazla iki katlı minik minik evler yanyana sıralanmış burada.
Bu evlerden 22 numaralı olanda Franz Kafka da bir süreliğine kızkardeşiyle
beraber yaşamış ve eserlerini yazmaya devam etmiş.
Kafka'nın bu evde yazdığı kitap.. |
İsminin altın yol olmasının
sebebi eskiden burada birçok kuyumcu olmasıymış. Şimdilerdeyse bu şirin evler çoğunlukla
hediyelik eşya ve vakıf dükkanlarına çevrilmiş. Altın yolda yürüdük bakalım
zengin olacak mıyız! =)
Altın yolun bitiminde eğer meraklısı iseniz “Oyuncak
Müzesi”ne girebilirsiniz. Sanırım 3 ya da 4 katlı bir bina. Neler yok ki
içeride. Kimisi ürkütücü oyuncak bebekler (sanki canlanacak ve size zarar
verecekler), uzaktan kumandalı oyuncak arabalar, bebek evleri, ışık ve ses
çıkaran maket oyuncaklar, tren rayları, peluş oyuncaklar, oyuncakların Mona
Lisa’sı sayılan Kale maketi.. Oyuncakların Mona Lisa'sı imiş bu kale |
mavi olan uzaktan kumandalı! |
Bir kat sadece Barbie ve Ken bebeğe ayrılmış. Sanırım en çok bu kısım ilgimi çekti. Her türlü model ve kıyafetteki bebek mevcut. Barbie’nin geçirdiği evrim gözler önünde. 1959 yılında üretilen 1. Barbie bebeğin günümüzdekiyle alakası yok. Bir kere esmer! İçinde bulunduğu zamanın ve devrin koşullarına ve tarzına göre kendini sürekli yenilemiş Barbie. Başka büyük kısımda Star Wars ve Star Trek oyuncaklarına ayrılmıştı. Hepsi o kadar detaylı ki oyuncak deyip geçmek ayıp olur.
ilk Barbie!! sene 1959... |
Müzeden çıktıktan sonra bu sefer yokuş aşağı tekrar şehir merkezine doğru yürüyüşe başladık. Karnımız biraz acıkmaya başlamıştı. Akşam yemeğine daha vakit vardı. Çünkü yemekten önce Prag’da çok önemli bir sanat dalı kabul edilen “Black Theatre – Kara Tiyatro” için yer ayırtmıştık. Birer kahve ve “strudel / sacher torte” molası için “Cafe Louvre”a gittik.
Kafka, Capek, Einstein Louvre'un misafirleri arasındaymış! |
Cafe
1902’de açılmış. İsterseniz yemek de yiyebilirsiniz burada, sadece cafe olarak
da hizmet veriyor. Yemek için henüz pek gelen yoktu ama cafe kısmı epey
kalabalıktı. Einstein ve Kafka da buranın ziyaretçilerindenmiş. Kahve, elmalı
strudel ve sacher torte siparişi verdik. Hepsi de 10 numaraydı. Lezzetli! Ve
sunuş biçimleri de zaten iştahınızı açıyor yeterince. O strudelin yanındaki
krema bile kabarık gözükse de anında yalayıp yutulur cinsten.
Strudel'in resmini çekmek için ara verebildim neyse ki... =) |
Yediklerimizin ve
içerisinin sıcaklığının üzerimize çökerttiği rehavetten kurtulup tiyatroya
yetişmenin vaktiydi artık. “Image Black Theatre” otelimizin yakınındaki Parizska
Caddesi’ndeydi. Wencelas Meydanı’ndan geçerek bu caddeye doğru yol aldık. Bu
meydan oldukça geniş, alışveriş ve yemek yemek için seçenek bol, ayrıca Ulusal
Müze binası da burada. Biz görmedik ama Ulusal Müze’nin önünde Jan Palach için
yapılmış haç şeklinde bir anıt varmış. Bu genç öğrenci Sovyetlerin
o zamanların Çekoslavakya’sını işgali sırasında Çeklerin içinde bulunduğu moralsizliği
protesto etmek için tam da burada kendini yakmış.
Ulusal Müze |
Kara tiyatronun girişi |
Daha önce hiç canlı olarak pandomim gösterisi izlememiştim, o yüzden sanırım
pandomim ışıkla yapılan şovdan daha ilginç geldi bana. Pandomimcilerin sadece
hareketleriyle ne demek istediklerini bu kadar iyi anlatabilmesi ve bizi
güldürebilmesi çok değerli kılıyor yaptıkları işi. Işık gösterisine gelecek
olursak; ortalık kapkara oluyor, vücutlarına giydikleri neon ışıklarla ve müzik
eşliğinde değişik figürler ve koreografi uyguluyor sanatçılar. Bazen uçuyorlar
bazen duruyorlar bazen dönüyorlar, aslında bizi bir hayal dünyasına daldırıp
gittiler. Fotoğraf çekmeye izin verilmiyor. O karanlıkta patlayacak bir
flaş tüm gösteriyi bozabilir.
Akşam yemeği için hemen hemen tüm Avrupa şehirlerinde karşılaşacağınız
Hard Rock Cafe’ye gittik. Eskiden İstanbul’da vardı ama kapandı. Hamburgerleri
gayet başarılı ve içeride çalan müzik de tabi ki çok iyi. Gece otele dönerken
girdiğimiz markette değişik alkollü içeceklerle karşılaştık. Buraya özgü en
meşhur içkiler “Absinth” ve “Becherovka”. %70 alkol oranlı Absinth ünlü ressam
Van Gogh ile özdeşleşmiş bir içki. Absinth içip “yeşi peri” leri gördükten
sonra kulağını kestiği söylentisi dolanmakta. Becherovka nispeten daha “tatlı”
bir armut likörü, en azından tarçınlı tadı yüzünden öyle hissediliyor. Ama daha
önce çekirgeli, solucanlı, böcekli absinth görmemiştik yahutta cannabisli
votka! İnsanın midesi kaldırmıyor o görüntüyü ama ilginç gözüktüğünü söylemeden
de geçemeyeceğim. Tadını merak etmiyorum.Denemek isteyen? =) |
Prag mezarlığı |
Fünikülerle tepeye yolculuk... |
Petrin kulesinin yüksekliği 60 m civarında. Eyfel’den oldukça kısa! İsterseniz asansöre binin ya da tabana kuvvet. Hava biraz soğuk olduğu için döne döne tırmanırken rüzgar biraz işimizi zorlaştırmadı değil. Ancak yukarıdan gördüğümüz şehre tepeden hakim manzara buna değdi.
Petrin Kulesi |
kuşbakışı Prag Kale Bölgesi |
Petrin Parkının içinde bir de “Aynalı Labirent” var. Ekstra ücret ödeyip buraya giriş yapabilirsiniz. Dışarıdan bir minik şatoyu andırıyor, içerideyse duvarlar ve tavan aynayla kaplı. Yönünüzü bulmakta zaman zaman şaşırabilirsiniz. Keşke biraz daha büyük olsaymış. =)
Petrin’den aşağı inerken şanssızlık eseri fotoğraf
makinemin deklanşörü yerinden çıkıp düşmek suretiyle kayboldu. Yaklaşık yarım
saat yürüdüğümüz yollarda yerlere baka baka tekrar yürüdük ileri geri. Ama
nafile. Bana bir deklanşör borçlusun Petrin parkı!
Kültür, sanat ve müzik şehri Praha’nın biraz da yerel
lezzetlerini tatmak için Staromestske
Namesti - Eski şehir meydanındaki daha
önceden gözümüze kestirdiğimiz sokakta kurulu tezgahlara gittik. “Langose”
ekmek hamuru üzerinde ketçap, peynir ve sarımsak konularak yapılan pizzaya
benzer bir yiyecek, başarılı bulduk. Patates, lahana ve domuz pastırmasından
oluşan “Halusky” o kadar iyi değildi. Tatlı niyetine de “Trdelnik”! Üzeri şeker
ve tarçınla kaplı halka şeklindeki hamurların pişerken saldığı koku olağanüstü!Acaba isimlerimiz halen duruyor mu kalbin kenarlarında =) |
Sıla’nın “Tam da Bugün” isimli şarkısının Prag’da
geçen klibinde de bu duvarı görebilirsiniz. Geleneğe uyduk. Duvardaki henüz tam
olarak kurumamış boyalardan aşırıp aşırıp isimlerimizi yazdık barışın ve
sevginin simgesi duvara.
Bu şehirde insan kendini gerçekten halen daha Orta
Çağ’daymış gibi hissediyor. Binalar, Arnavut kaldırımları ve taşlarla kaplı
sokaklarda yürürken sanki yanınızdan bir at arabası ya da üzerinizden bir cadı
geçecek! =) Söylenene göre 2.Dünya Savaşı sırasında Hitler bile bu şehre
dokunmamış ve bu sebeple çok da tahribat yaşanmamış. Bu arada ilginç ama otobüs
duraklarında sigara içmek yasak (!). Halbuki restoranlarda falan sigara
içilebilir alanlar var.Akşam yemeği için daha önce Derya’nın bir arkadaşından aldığı tavsiye doğrultusunda bir Arjantin lokantası “La Casa Argentina”yı aramaya koyulduk. Ama bu sırada biraz kaybolduk. Kendimizi futbol maçı sonrası stadyumdan ayrılan kalabalığın arasında bile bulduk. Sonunda lokantaya ulaşıp aslında otelimize epey yakında bir yer olduğunu anlayınca da güldük halimize. Açlık almış başını gitmişti. İçerinin sıcaklığı, canlı müzik, tango yapan bir çift, yorgunluk ve leziz et yemekleri – şarap ikilisi derken neredeyse masada uyuyakalacaktık.
Eski şehir merkezinde “Astronomik Saat” in seremonisini son
günümüze kadar bir türlü yakalayamamıştık. Pazartesi günü sabah saat başı da
yaklaşırken soluğu orada aldık.
Ortaçağdan kalma olmasına
rağmen halen çalışan saatin başında kalabalık toplanmış, beklemedeydi. Saat
başı geldiğinde figürler hareket etmeye başladı bir bir. Elinde ayna tutan figür kibir ve kendini
beğenmeyi, elinde altın kesesi tutan figür açgözlülük ve faizciliği, iskelet
figürü ölümü, mandolin çalan Osmanlı figürü ise keyif ve eğlenceyi sembolize
ediyormuş.
yine Osmanlı.. |
Aynı meydandaki iki kuleli ve heybetli Tyn Katedrali’nin içine
giremedik. Burası özellikle geceleri ışıklandırması sayesinde pek mistik
gözüküyordu.
Günün geri kalanını diğer
yerleri gezerken aklımıza işlediğimiz ilginç dükkanları gezmeye ayırdık.
“Botanicus” hemen otelin dibinde aktar benzeri bir dükkandı. İçeri adım
attığımızda sanki Mısır çarşısındaydık! Baharatlar, kokulu sabunlar, şifalı
otlar, masaj yağları vs. Hemen az ilerisinde tahta kuklalar satan bir başka
dükkana girdik. Sağınız solunuz önünüz arkanız her yeriniz kukla. En çok
ahşaptan hareketli kuklalar ve şehrin simgesi sayılan kedi figürlü eşyalar var.
Charlie Chaplin, Michael Jackson gibi birçok ünlünün de kuklasını yapmışlar. “Manufaktura”
isimli başka bir dükkanda da geleneksel mekanik Çek oyuncakları satılıyordu.
Bunlar tenekeden yapılma ve kurulan oyuncaklardı, itfaiye arabaları, bisikletler, traktörler. Acaba çocuklar hala bu oyuncaklara ilgi gösteriyor
mu, yoksa sadece geçmişteki günlerini anan büyükler mi bunların peşinde? Karar
veremedim.
Wencelas Meydanı ile eski şehir meydanı arasında araç girişine
kapalı bir alanda kurulu “Havelske trziste” - açıkhava pazarında ne ararsanız var.
Sebzeler, meyveler, çiçekler, ahşap
eşyalar, süs eşyaları, sanatçılarının bizzat kendi sattığı suluboya/yağlıboya
Prag manzarası ve kedi resimleri. Swarovski taşının anavatanı Çek Cumhuriyeti
ama fiyatlar sanırım pek de düşük değildi. Sadece dükkan sayısı buralardakine
göre daha fazla. =) Yalnızca vitrinlere göz atmakla yetindik biz de.
“Blue” diye ağırlıklı olarak hammaddesi cam olan elişi
eşyaların satıldığı bir dükkana da uğrayabilirsiniz ama fiyatlar biraz pahalı.
Biz nispeten daha ucuza geleneksel mutfak malzemelerinden almak için bir
dükkana daldık. Galiba adı “Darky Gifts” idi. Sanırım emaye malzemeden yapılma
tencereler, kaseler, maşrapalar, çaydanlıklar, fincanlar, vs. hepsi canlı
renklerde ve üzerlerindeki Prag çizimlerine genellikle bir de kedi eşlik
ediyor. Yemeğimizi yemiş, alacaklarımızı almıştık. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Bu bohem, gizemli şehre hoşçakal deme vaktiydi artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder