27 Eylül 2012 Perşembe

BU SEFER PRAG, ÇEK CUMHURİYETİ'NE...

PRAG
 
Prag gezimiz Mart ayına denk geldi. Bu sefer diğerlerinden farklı olarak sadece Tal ve ikimiz değildik. Derya ve Gürer arkadaşlarımız ile beraberdik. Atıldığımız bu dört kişilik yeni macera üç gün sürecekti.
Cumartesi öğleden önce şehre vardık. Hava pek de sıcak değildi. Öğrendiğimize göre bu ısınmış haliymiş. Avrupa’yı esir alan soğuk hava dalgası burayı da etkilemiş. Sıcaklık uzun süre eksi 15'lerde seyretmiş.











Ruzyne Havaalanından Prag’a ulaşmak diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi kolay değil. Tek bir tren ya da tramla merkeze varamıyorsunuz. Önce 119 no’lu otobüsle Dejvická metro istasyonuna gelmeli oradan da metroya binmelisiniz. Altı bölümden oluşan şehrin tarihi merkezine otobüslerin girmesi yasaklanmış. Stare Mesto – Eski Şehir, Josefov- Eski Yahudi mahallesi, Nove Mesto – Yeni Şehir, Mala Strana – Daha Küçük Şehir, Hradcany ve Vysehrad bu altı bölümü oluşturuyor. Bizim kaldığımız otel Stare Mesto’da idi. Otele yerleştikten sonra hemen kendimizi sokaklara attık.

Prag’ın turistik bir şehir olduğu su götürmez bir gerçek. Ama neyse ki bu turistik durum henüz fiyatlara yansımamış. Genel olarak diğer Avrupa şehirlerine göre ucuz bir ülke, hem de şaşırtıcı derecede.
Şehrin ortasından Vltava nehri geçiyor. Nehir üzerindeki en önemli köprü tarihi Karluv Most - Charles Bridge”. İstikamet bu köprü üzerinden geçerek “Prag Kalesi”ne – “Pražský Hraddoğru gitmekti. Sadece yayalara açık olan Karlova caddesinin sonu köprüye çıkıyor. Keyifli bir yürüyüş yolu ama cadde üzerindeki çok sayıda turistik/hediyelik eşya satan mağaza sizi biraz yavaşlatabilir. Kırmızı renkli klasik arabalarla 40 dakikalık şehir turu da yapabilirsiniz. Fiyatı da 1200 CZK yani yaklaşık 55 Euro.
klasik arabalarla şehir turu....
Eğer 300 CZK daha verirseniz Prag Kalesi’ne de çıkabiliyorsunuz. Biz denemedik ama muhtemelen bu nostaljik şehri epey nostaljik duygular içinde gezmenin bir yolu bu olsa gerek. Daha modernize bir araç kullanmak isterseniz de “Segway”i (namı diğer Ginger’ı) deneyebilirsiniz. Kaleye çıkarken bunlara binenlere imrenmedik değil. =)
Charles Bridge'den Kale manzarası


Karluv köprüsü iki kenarında birçok heykel ile süslü ve hem girişinde hem de çıkışında iki heybetli kapı bulunuyor. Heykeller genellikle dini simgelerden oluşmuş. Bizim için en ilgi çekecek olan heykel köprünün sonuna yakın olan Osmanlı’yı simgeleyen heykeldi. Göbekli, pos bıyıklı ve sarıklı, elinde bir hançer tutan heykelin yüzünde de acımasız bir ifade var. Üstelik bir de köle taciri gibi yansıtılmış. Osmanlılar’ı o devirlerde pek de fazla sevmiyorlarmış anlaşılan.
 
solda Osmanlı...
 
Köprünün ortasında başı kalabalık bir bölüm görürseniz, siz de durup  bir batıl inanca ortak olabilirsiniz. Altın renkli, tam olarak kime ait olduğunu anlamadığım figüre (Papa mı acaba ?), elinizi sürün, bol para geçiyormuş elinize! İşe yaradı mı diye soracak olursanız, hala bekliyoruz etkisini görmeyi =) Köprü epey geniş ve sadece yayalara açık. Üzerinde ayrıca sokak satıcıları ve müzisyenler de var. Köprü üzerinde yürümeye başlamadan önce denizci kıyafetleri içinde çığırtkanlar sizi nehir üzerinde yapılan tekne turlarına çağırabilir. Tekneler eski şehir tarafından kalkıyor.
Köprü bittikten sonra artık “Mala Strana - Daha Küçük Şehir” tarafına geçmiştik. Şehre ayak bastığımızdan beri bir şey yememiştik. Subway’a uğrayıp lezzetli sandviçlerimizi aldık ve hiç durmadan yola devam ettik. Kale yolu çetindi, yokuşlar da nefes kesici ama bizim onca insandan neyimiz eksikti! (bu arada 22 no’lu trama binerek de bu bölgeye gelebilirsiniz.) Kale bölgesi oldukça geniş bir alana yayılıyor. Zaten dünyada en geniş alana yayılı kale kompleksiymiş. Daha erken bir saatte varsaydık muhtemelen daha çok yeri görebilirdik. Kale 9. Yüzyıldan beri devletin ve kilisenin merkezi konumundaymış. Günümüzde de Çek Cumhuriyeti Başkanı’nın resmi merkezi. Kale şehre tepeden bakıyor, değişik bölümlerinden şehre ait güzel fotoğraf kareleri yakalayabilirsiniz. Uzakdoğulu gelin ve damat, eşleri dostlarıyla beraber buradaydı, neşe içinde fotoğraflar çekiyorlardı!

gelin-damat-Prag...


Kale bölgesinde ilk olarak St. Vitus Katedrali’ne girdik. Burası Prag’ın en önemli ve en büyük kilisesi. Eski Çek Kralları burada gömülüymüş. Sivri hatları bir gotik mimari esere baktığınızı anlamanızı sağlıyor.
 
Buradan çıktıktan sonra kale bölgesinde yürüyüşe devam ettik. Katedralin hemen karşısında bir turist ofisi var. İsterseniz rehberli bir tura katılıp tüm kale bölgesini gezebilirsiniz.
Kale bölgesindeki bir başka kısım “Altın Yol – Golden Lane” . Buraya giriş için ayrıca bilet almanız gerekiyor. Bunu bilmiyorduk ve elimizi kolumuzu sallayarak içeri giriyorduk ki, kapıdaki görevli “Biletiniz yok değil mi?” diyerek güldü ve yine de bizi içeri aldı.

 
Kapanış saati yaklaşıyordu, sanırım bu yüzden de göz yummuş olabilir. =) Kale duvarının hemen dışına yapılmış en fazla iki katlı minik minik evler yanyana sıralanmış burada. Bu evlerden 22 numaralı olanda Franz Kafka da bir süreliğine kızkardeşiyle beraber yaşamış ve eserlerini yazmaya devam etmiş.
Kafka'nın bu evde yazdığı kitap..
İsminin altın yol olmasının sebebi eskiden burada birçok kuyumcu olmasıymış. Şimdilerdeyse bu şirin evler çoğunlukla hediyelik eşya ve vakıf dükkanlarına çevrilmiş. Altın yolda yürüdük bakalım zengin olacak mıyız! =)
Altın yolun bitiminde eğer meraklısı iseniz “Oyuncak Müzesi”ne girebilirsiniz. Sanırım 3 ya da 4 katlı bir bina. Neler yok ki içeride. Kimisi ürkütücü oyuncak bebekler (sanki canlanacak ve size zarar verecekler), uzaktan kumandalı oyuncak arabalar, bebek evleri, ışık ve ses çıkaran maket oyuncaklar, tren rayları, peluş oyuncaklar, oyuncakların Mona Lisa’sı sayılan Kale maketi..

Oyuncakların Mona Lisa'sı imiş bu kale

mavi olan uzaktan kumandalı!

Bir kat sadece Barbie ve Ken bebeğe ayrılmış. Sanırım en çok bu kısım ilgimi çekti. Her türlü model ve kıyafetteki bebek mevcut. Barbie’nin geçirdiği evrim gözler önünde. 1959 yılında üretilen 1. Barbie bebeğin günümüzdekiyle alakası yok. Bir kere esmer!  İçinde bulunduğu zamanın ve devrin koşullarına ve tarzına göre kendini sürekli yenilemiş Barbie. Başka büyük kısımda Star Wars ve Star Trek oyuncaklarına ayrılmıştı. Hepsi o kadar detaylı ki oyuncak deyip geçmek ayıp olur.


ilk Barbie!! sene 1959...

Müzeden çıktıktan sonra bu sefer yokuş aşağı tekrar şehir merkezine doğru yürüyüşe başladık. Karnımız biraz acıkmaya başlamıştı. Akşam yemeğine daha vakit vardı. Çünkü yemekten önce Prag’da çok önemli bir sanat dalı kabul edilen “Black Theatre – Kara Tiyatro” için yer ayırtmıştık. Birer kahve ve “strudel / sacher torte” molası için “Cafe Louvre”a gittik.

Kafka, Capek, Einstein Louvre'un misafirleri arasındaymış!
Cafe 1902’de açılmış. İsterseniz yemek de yiyebilirsiniz burada, sadece cafe olarak da hizmet veriyor. Yemek için henüz pek gelen yoktu ama cafe kısmı epey kalabalıktı. Einstein ve Kafka da buranın ziyaretçilerindenmiş. Kahve, elmalı strudel ve sacher torte siparişi verdik. Hepsi de 10 numaraydı. Lezzetli! Ve sunuş biçimleri de zaten iştahınızı açıyor yeterince. O strudelin yanındaki krema bile kabarık gözükse de anında yalayıp yutulur cinsten.
Strudel'in resmini çekmek için ara verebildim neyse ki... =)
Yediklerimizin ve içerisinin sıcaklığının üzerimize çökerttiği rehavetten kurtulup tiyatroya yetişmenin vaktiydi artık. “Image Black Theatre” otelimizin yakınındaki Parizska Caddesi’ndeydi. Wencelas Meydanı’ndan geçerek bu caddeye doğru yol aldık. Bu meydan oldukça geniş, alışveriş ve yemek yemek için seçenek bol, ayrıca Ulusal Müze binası da burada. Biz görmedik ama Ulusal Müze’nin önünde Jan Palach için yapılmış haç şeklinde bir anıt varmış. Bu genç öğrenci Sovyetlerin o zamanların Çekoslavakya’sını işgali sırasında Çeklerin içinde bulunduğu moralsizliği protesto etmek için tam da burada kendini yakmış.

Ulusal Müze

Kara tiyatronun girişi
 
Tiyatroya vardığımızda gösterinin başlamasına yarım saat kadar vardı. Koltuk numarası olmadığı için önce giden güzel yeri kapar mantığı işliyor. Ayrıca kredi kartıyla ödeme kabul etmediler, sadece nakit geçerli. Belki başka yerlerde farklıdır. Gösteri pandomim ve ışık şovundan oluşuyor.
Daha önce hiç canlı olarak pandomim gösterisi izlememiştim, o yüzden sanırım pandomim ışıkla yapılan şovdan daha ilginç geldi bana. Pandomimcilerin sadece hareketleriyle ne demek istediklerini bu kadar iyi anlatabilmesi ve bizi güldürebilmesi çok değerli kılıyor yaptıkları işi. Işık gösterisine gelecek olursak; ortalık kapkara oluyor, vücutlarına giydikleri neon ışıklarla ve müzik eşliğinde değişik figürler ve koreografi uyguluyor sanatçılar. Bazen uçuyorlar bazen duruyorlar bazen dönüyorlar, aslında bizi bir hayal dünyasına daldırıp gittiler. Fotoğraf çekmeye izin verilmiyor. O karanlıkta patlayacak bir flaş tüm gösteriyi bozabilir.
Akşam yemeği için hemen hemen tüm Avrupa şehirlerinde karşılaşacağınız Hard Rock Cafe’ye gittik. Eskiden İstanbul’da vardı ama kapandı. Hamburgerleri gayet başarılı ve içeride çalan müzik de tabi ki çok iyi. Gece otele dönerken girdiğimiz markette değişik alkollü içeceklerle karşılaştık. Buraya özgü en meşhur içkiler “Absinth” ve “Becherovka”. %70 alkol oranlı Absinth ünlü ressam Van Gogh ile özdeşleşmiş bir içki. Absinth içip “yeşi peri” leri gördükten sonra kulağını kestiği söylentisi dolanmakta. Becherovka nispeten daha “tatlı” bir armut likörü, en azından tarçınlı tadı yüzünden öyle hissediliyor. Ama daha önce çekirgeli, solucanlı, böcekli absinth görmemiştik yahutta cannabisli votka! İnsanın midesi kaldırmıyor o görüntüyü ama ilginç gözüktüğünü söylemeden de geçemeyeceğim. Tadını merak etmiyorum.

Denemek isteyen? =)
Pazar sabahı güne erken başladık, önce “Josefov” yani Yahudi mahallesi. Parizska Caddesi’nde 100 m kadar yürüdükten sonra sol tarafınızda kalıyor. Mahallenin çeşitli bölgelerine dağılmış 5 tane sinagog ve bir de eski Yahudi mezarlığı var. Her yere giriş ücretli. İçlerinde en bilineni İspanyol Sinagogu. Biz hiçbirine girmedik. Mezarlığa girişin ücretli olması ilginç tabi. Mezarlık yanındaki sinagogun girişindeki merdivenlere tırmanırsanız mezarlığı görebilirsiniz. Mezartaşları itibariyle ilginç bir görüntüye sahip bu mezarlık oldukça ufak. Ağaçlar altında kasvetli bir havası var. Umberto Eco "Prag Mezarlığı"nda burayı şöyle anlatmış: "Ortaçağdan beri var olan bir yerdi ve bu yüzyıllar içinde izin verilen sınırların dışına yayılamadığı için mezarlar üst üste binmişti; belki yüz bin kadar olan cesedin taşları da birbirine girmiş durumdaydı... Belki de mezar taşı yontucuları mezarlığın büyüsüne kapılmışlar ve bütün rüzgarlarla eğilmiş fundalık çalılarını andıran taşlar konusunu abartmışlardı; mekan şimdi dişsiz bir cadının kocaman açtığı ağzını andırıyordu..."



Prag mezarlığı
 
Yahudi mahallesinin ardından Petrin Parkı içindeki Eyfel kulesinin minyatürü olan Petrin Kulesi’ne doğru yola çıktık. Kuleye ulaşmak için yürüyebilirsiniz ya da füniküleri kullanabilirsiniz. Yokuş yukarı yürümektense fünikülere binmek daha keyifli, emin olun.


Fünikülerle tepeye yolculuk...

Petrin kulesinin yüksekliği 60 m civarında. Eyfel’den oldukça kısa! İsterseniz asansöre binin ya da tabana kuvvet. Hava biraz soğuk olduğu için döne döne tırmanırken rüzgar biraz işimizi zorlaştırmadı değil. Ancak yukarıdan gördüğümüz şehre tepeden hakim manzara buna değdi.

Petrin Kulesi
 
kuşbakışı Prag Kale Bölgesi
 

Petrin Parkının içinde bir de “Aynalı Labirent” var. Ekstra ücret ödeyip buraya giriş yapabilirsiniz. Dışarıdan bir minik şatoyu andırıyor, içerideyse duvarlar ve tavan aynayla kaplı. Yönünüzü bulmakta zaman zaman şaşırabilirsiniz. Keşke biraz daha büyük olsaymış. =)

Petrin’den aşağı inerken şanssızlık eseri fotoğraf makinemin deklanşörü yerinden çıkıp düşmek suretiyle kayboldu. Yaklaşık yarım saat yürüdüğümüz yollarda yerlere baka baka tekrar yürüdük ileri geri. Ama nafile. Bana bir deklanşör borçlusun Petrin parkı!
Kültür, sanat ve müzik şehri Praha’nın biraz da yerel lezzetlerini tatmak için Staromestske Namesti - Eski şehir meydanındaki daha önceden gözümüze kestirdiğimiz sokakta kurulu tezgahlara gittik. “Langose” ekmek hamuru üzerinde ketçap, peynir ve sarımsak konularak yapılan pizzaya benzer bir yiyecek, başarılı bulduk. Patates, lahana ve domuz pastırmasından oluşan “Halusky” o kadar iyi değildi. Tatlı niyetine de “Trdelnik”! Üzeri şeker ve tarçınla kaplı halka şeklindeki hamurların pişerken saldığı koku olağanüstü!
 

 
Tal’ın eskiden aynı işyerinde çalıştığı arkadaşı Eliz artık Prag’da çalışıyordu. Ona teslim edilecek emanetler vardı, Pazar akşamı onunla buluştuk. Emanetleri teslim ettikten sonra biraz da onun rehberliğinde yürüyüş yaptık. Bizi "Lennon Duvarı"na götürdü. Bu duvar Karluv Köprüsü’nden Kale’nin olduğu tarafa geçtikten sonra sol tarafta kalıyor. Sessiz sakin bir sokakta kocaman bir duvar. 1980 yılında suikast sonucu öldürülen John Lennon anısına bu duvara sürekli grafitiler yapılıyor, şiirler, çoğunlukla Beatles’a ait şarkı sözleri, yazılar yazılıyor.


Acaba isimlerimiz halen duruyor mu kalbin kenarlarında =)
Sıla’nın “Tam da Bugün” isimli şarkısının Prag’da geçen klibinde de bu duvarı görebilirsiniz. Geleneğe uyduk. Duvardaki henüz tam olarak kurumamış boyalardan aşırıp aşırıp isimlerimizi yazdık barışın ve sevginin simgesi duvara.
Bu şehirde insan kendini gerçekten halen daha Orta Çağ’daymış gibi hissediyor. Binalar, Arnavut kaldırımları ve taşlarla kaplı sokaklarda yürürken sanki yanınızdan bir at arabası ya da üzerinizden bir cadı geçecek! =) Söylenene göre 2.Dünya Savaşı sırasında Hitler bile bu şehre dokunmamış ve bu sebeple çok da tahribat yaşanmamış. Bu arada ilginç ama otobüs duraklarında sigara içmek yasak (!). Halbuki restoranlarda falan sigara içilebilir alanlar var.



Akşam yemeği için daha önce Derya’nın bir arkadaşından aldığı tavsiye doğrultusunda bir Arjantin lokantası “La Casa Argentina”yı aramaya koyulduk. Ama bu sırada biraz kaybolduk. Kendimizi futbol maçı sonrası stadyumdan ayrılan kalabalığın arasında bile bulduk. Sonunda lokantaya ulaşıp aslında otelimize epey yakında bir yer olduğunu anlayınca da güldük halimize. Açlık almış başını gitmişti. İçerinin sıcaklığı, canlı müzik, tango yapan bir çift, yorgunluk ve leziz et yemekleri – şarap ikilisi derken neredeyse masada uyuyakalacaktık.

 
Eski şehir merkezinde “Astronomik Saat” in seremonisini son günümüze kadar bir türlü yakalayamamıştık. Pazartesi günü sabah saat başı da yaklaşırken soluğu orada aldık.
 
Ortaçağdan kalma olmasına rağmen halen çalışan saatin başında kalabalık toplanmış, beklemedeydi. Saat başı geldiğinde figürler hareket etmeye başladı bir bir. Elinde ayna tutan figür kibir ve kendini beğenmeyi, elinde altın kesesi tutan figür açgözlülük ve faizciliği, iskelet figürü ölümü, mandolin çalan Osmanlı figürü ise keyif ve eğlenceyi sembolize ediyormuş.
yine Osmanlı..
 
Aynı meydandaki iki kuleli ve heybetli Tyn Katedrali’nin içine giremedik. Burası özellikle geceleri ışıklandırması sayesinde pek mistik gözüküyordu.
Günün geri kalanını diğer yerleri gezerken aklımıza işlediğimiz ilginç dükkanları gezmeye ayırdık. “Botanicus” hemen otelin dibinde aktar benzeri bir dükkandı. İçeri adım attığımızda sanki Mısır çarşısındaydık! Baharatlar, kokulu sabunlar, şifalı otlar, masaj yağları vs. Hemen az ilerisinde tahta kuklalar satan bir başka dükkana girdik. Sağınız solunuz önünüz arkanız her yeriniz kukla. En çok ahşaptan hareketli kuklalar ve şehrin simgesi sayılan kedi figürlü eşyalar var.

 
Charlie Chaplin, Michael Jackson gibi birçok ünlünün de kuklasını yapmışlar. “Manufaktura” isimli başka bir dükkanda da geleneksel mekanik Çek oyuncakları satılıyordu. Bunlar tenekeden yapılma ve kurulan oyuncaklardı, itfaiye arabaları, bisikletler, traktörler. Acaba çocuklar hala bu oyuncaklara ilgi gösteriyor mu, yoksa sadece geçmişteki günlerini anan büyükler mi bunların peşinde? Karar veremedim.  
 
Wencelas Meydanı ile eski şehir meydanı arasında araç girişine kapalı bir alanda kurulu Havelske trziste” - açıkhava pazarında ne ararsanız var.
 
Sebzeler, meyveler, çiçekler, ahşap eşyalar, süs eşyaları, sanatçılarının bizzat kendi sattığı suluboya/yağlıboya Prag manzarası ve kedi resimleri. Swarovski taşının anavatanı Çek Cumhuriyeti ama fiyatlar sanırım pek de düşük değildi. Sadece dükkan sayısı buralardakine göre daha fazla. =) Yalnızca vitrinlere göz atmakla yetindik biz de.
Blue” diye ağırlıklı olarak hammaddesi cam olan elişi eşyaların satıldığı bir dükkana da uğrayabilirsiniz ama fiyatlar biraz pahalı. Biz nispeten daha ucuza geleneksel mutfak malzemelerinden almak için bir dükkana daldık. Galiba adı “Darky Gifts” idi. Sanırım emaye malzemeden yapılma tencereler, kaseler, maşrapalar, çaydanlıklar, fincanlar, vs. hepsi canlı renklerde ve üzerlerindeki Prag çizimlerine genellikle bir de kedi eşlik ediyor.

 
Çek mutfağının geleneksel yemeklerinden olan “Svickova”yı tatmayı son güne bırakmıştık. Öğle yemeği için ara sokakta karşımıza çıkan bir restorana giriverdik.

 
Dana eti üzerinde sos, krema, biraz kızılcık reçeli, yanında da yumuşak ekmek dilimleri. Abartılacak kadar muhteşem bir lezzet olmadığını söyleyebiliriz, ama karın doyurur. Yanında mutlaka Çek birası da olmalı! =)

Yemeğimizi yemiş, alacaklarımızı almıştık. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Bu bohem, gizemli şehre hoşçakal deme vaktiydi artık...



Hiç yorum yok: