13 Ağustos 2012 Pazartesi

BU SEFER STOCKHOLM, İSVEÇ'E...

STOCKHOLM

Stockholm, “İskandinavya’nın başkenti” olarak adlandırmaya layık görmüş kendini. Henüz Oslo’dan başka diğer İskandinav şehirlerini görmemiştik ama en azından Oslo’ya göre daha dinamik ve hareketli olan bu şehir kendi kendine taktığı bu ünvanı hak ediyordu.

Oslo treninden indikten hemen sonra garın karşısındaki turizm ofisine kapağı attık ve 3 günlük “Stockholm Card”ımızı satın aldık. Yine birçok müze girişi ve toplu taşıma bu kart sayesinde ücretsiz ya da indirimli.


Baltık Denizi kenarındaki bu şehir 14 ada üzerine kurulu. Adalar birbirine köprülerle bağlı. Bizim istikametimiz ise Södermalm adasıydı. Çünkü yüzer otelimiz buradaydı! Otel araması yaparken kriterlerimiz en başta temizlik ve tabi uygun fiyat. İskandinav ülkelerinde hijyen konusunda endişelenmek yersiz. Haziran dönemi burası için tam sezon başlangıcı ve otel fiyatları da tabi ki artıyor. Şehir merkezindeki otel fiyatları uçuktu. Daha ucuz otellerde de ortak kullanımlı tuvalet / banyo vardı. Bunu istemedik ve karşımıza çıkan başka teklifleri değerlendirelim dedik.. sonunda kendimizi bir tekne otele rezervasyon yaparken bulduk! Stockholm de bayağı popüler bir seçenek, tekne otel. Bizim teknemizin adı “Rygerfjord” idi.
yüzer otelimiz.. =)
Tekne deyince gözünüz korkmasın. Bir otel odasındaki her temel konfor unsuru mevcut. Kamara ve yatak belki 2 kişi için biraz ufaktı ama kendimize ait tuvaletimiz ve banyomuz vardı en azından. Üstelik de deniz üzerindesiniz ve güzel bir şehir manzarasına sahipsiniz, ilginç bir deneyim olduğu kesin. Genelde tekne oteller bu civarda bağlı duruyor anladığımız kadarıyla. Yakınlarında pek fazla lokanta seçeneği yok. Dolayısıyla en azından sabahları kahvaltınızı teknede almanız tavsiye olunur. Çok fazla sallantı da yok. Bizi hiç deniz tutmadı. Resepsiyonist kız çok tatlıydı ve öğrendik ki bir zamanlar bir Türk ile evliymiş ama ayrılmışlar. Bir de kızları varmış. Çat pat Türkçe muhabbet tabi ki eksik olmadı.
Eşyalarımızı tekneye bıraktıktan sonra çıktık sokaklara. Kartın bedavaya sunduğu fırsatlardan birisi de “Tarihi Kanal Turu” idi. Gezinti tekneleri her yarım saat başında belediye binasının hemen yanından kalkıyordu. Biraz beklememiz gerekti ve o arada da yağmur başladı. Tam üzülmüşken yağmur yağıyor diye, denizden şehri görmek ve neşeli rehber kız keyfimizi yerine getirdi. Her yeri incik cıncık anlattı. Adaları, belediye binasını, katedralleri, vs .. Daha birçok ilginç yerden geçtik. Ve sonunda en büyük 2. ada Kungsholmen etrafında bir elips çizerek başladığımız yere geri döndük.

Tarihi kanal turu hemen Belediye Binası'nın yanından başlıyordu.

Tekne gezintisi bittiğinde müzelere girmek için saat geç olmuştu artık. Şehrin sokaklarında turlamaya karar verdik. Akşam yemeği vakti de yaklaşıyordu. İsmi tam bir geyik konusu olacak “Götgatan” caddesi vardı sırada. =) Burası Södermalm adasında upuzun inişli çıkışlı bir cadde.
mühim bir cadde...
Birçok dükkan, restoran var. Alışveriş ve yemek yemek için ideal.  Akşam yemeği için gitmeyi planladığımız “Pelikan” isimli restoran da bu cadde üzerindeki bir sokaktaydı. Etrafa bakına bakına başladık yürüyüşe. Pelikan’ın ününü gitmeden evvel yaptığımız internet araştırmalarında duymuştuk. En iyi İsveç köftesini yemek için parmaklar burayı gösteriyordu. Restoran epeyce kalabalıktı. Biraz bekledik. İki bölüme ayrılmış pub-bar gibi kısım ve restoran kısmı. Aslında iki taraf da kalabalıktı. Yerlilerden ve turistlerden oluşan bir kalabalık bu Orta Çağ’dan kalmış havasındaki restorana canlılık getirmişti. Ortam bayağı loştu ve havada tabiki keskin yemek kokusu hakimdi. Hemen hemen herkesin tabağında da top top köfteler. Sonunda 2 kişilik bir masaya yerleştik. Birer porsiyon İsveç köftesi kafadan sipariş listemizdeydi. Ortaya çok lezzetli bir püre, bira ve Tal’ın gelmeden önce methini duyduğu “aquavit” aldık.
çekici bir menü..

sert aquavit!

Patatesten yapılan bu içkinin menüde santilitre hesabıyla satıldığını görünce şaşırdık. Tal yanlış hatırlamıyorsam 4/5 cl gibi bir miktar istedi. Ama bir yudum aldıktan sonra neden böyle satıldığını anladık. Öylesi keskin ve yemek borusundan inişi öyle güzel hissediliyor ki! =) Köftenin sunumuna gelecek olursak, 4-5 kocaman top köfte, üzerinde kahverengi sosu, salatalık turşusu ve tabi “lingonberry” reçeli. Ikea’daki köftelerle pek alakası yoktu yediğimiz köftelerin. İsveçlilerin pek sevdiği kırmızı tatlı/ekşi reçel, yoğun karabiber tadı olan köfteleri mideye indirmenizi kolaylaştırıyor, daha doğrusu köftelerin karabiber tadını azaltıyor. Ama tabi tatlı tuzlu bir arada yemeyi sevmiyorsanız pek hoşunuza gitmeyecektir. Karnımızın tokluğu, içerideki sıcak hava, günün getirdiği yorgunluk ve büyük ihtimalle içkilerin de etkisiyle gecenin sonuna doğru iyice mıyışmıtık oturduğumuz yerde. Restorandan ayrıldığımızda saat 11’e geliyordu ama hava hala tam olarak kararmamıştı.
Bulutlar da olmasa havanın daha kararmaya niyeti yoktu...

Ertesi günü müzelere ayırmıştık. Müze adası “Djurgarden”a doğru yola çıktık. “Vasa müzesi” ilk sıradaydı. “Vasa” talihsiz bir savaş gemisi. Talihsizliğinin sebebiyse 1628’de ilk seferine çıktıktan yaklaşık 10-15 dakika sonra batmış olması...
Tüm heybetiyle Vasa!
Baltık denizinin yumuşak tabanına gömülen gemi battıktan tam 333 sene sonra 1961’de sudan çıkarılmış. Gemide mürettebat ve onların arkadaşları, akrabalarıyla beraber yaklaşık 150 kişi varmış. 30 kişinin öldüğü düşünülüyormuş. Şehri yasa boğan facianın sebebiyse o zamanlarda taşlardan oluşan balastın yeterli gelmemesi ve ters esen bir rüzgar sonucu geminin yan yatıp su almaya başlaması.
Vasa'dan bir kesit...
Vasa, olduğu gibi müzenin içinde sergileniyor. Üzerine çıkılmasına izin verilmiyor çünkü resmen gözleri gibi bakıyorlar bu gemiye ve koruma çalışmaları sürekli devam ediyor. Karanlık, soğuk ve oksijensiz bir ortamda gemi sonsuza kadar saklanabilir ama durum tabiki böyle değil. Bu nedenle müzenin iklimi yani sıcaklığı, nem oranı, vs gibi değerleri sürekli gözlem altında tutuluyor.
Müzeyi gezerken vücut ısımız da takip altındaydı.

Bu şaşalı gemiden gözlerinizi alabilirseniz, gemiden kurtarılan eşyalara, ekipmanlara, geminin maketlerine de bir göz atın. Top, tüfek, yelken, pipolar, tavla seti, kapkacak, değişik birçok alet edavat.
Tavla o zamanlarda da sevilen bir oyunmuş.
Interaktif aktivitelere de katılabilirsiniz isterseniz. Siz Vasa’nın kaptanı olsaydınız mesela, nasıl davranırdınız ki gemi batmaktan kurtulsun. Ayrıca gemide hayatını kaybedenlerden bazılarının yüzleri tahmini olarak şekillendirilmiş ve maket haline getirilmiş. İsimleri belli değil ama yüzleri orada işte.
Johan.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık buradayken ve çıkarken aklımızdaki soru “Bizde niye böyle “müzeye benzemeyen” müzeler yok?” idi.
Vasa’nın hemen yanındaki “Nordiska Museet”i es geçtik. Burası bir etnografya müzesi sayılır. İsveç’e ait etnografik öğeleri görmek için “Skansen”e gitmeyi tercih ettik.


Bu açık hava müzesi İsveç hayatını anlatan eski ve küçük İsveç resmen. Ortalıkta geleneksel kıyafetleri içinde gezinen insanlar görüyorsunuz. Çeşit çeşit işyeri, atölye var etrafta. Cam üfleme ustaları, demirci, ayakkabıcı, bisiklet ustaları işbaşında. Postane, belediye binası gibi devlet daireleri ve kilise, hatta rasatane bile var. Ayrıca ülkenin daha çok en kuzey kesimlerinde yaşayan Samiler’in de klübelerinin örnekleri. Ve tabi İskandinavya’ya özgü hayvanlar, ren geyikleri, kahverengi ayılar, bizonlar, foklar, tilkiler, kurtlar. Ama en enteresanı ren geyiği görmek oldu. Hiç o kadar büyük olduklarını düşünmemiştik. Heybetli boynuzlarıyla sanki sürekli yandan yandan sizi seyrediyorlar.

ren geyiği dinlenirken..

İçine girdiğimiz ahşap tek katlı konutlardan birinde yine geleneksek kıyafetleri içinde görevli bir kız bir bohça açmış, içindeki el işlerini anlatıyordu. Danteller, örgüler.. Bebekleri kundaklama stili bile aynıymış eskiden sanki her yerde.

Devlet eskiden çoğunlukla şehirlerde yaşayan işçi sınıfı da bahçeyle uğraşabilsin diye, küçük arazileri dönüşümlü olarak işçilere tahsis ediyormuş. Haftasonu geldi mi işçiler ve aileleri burada bahçe işleriyle uğraşıp stres atabiliyormuş. Bu ilginç sistemin örneği Skansen’de vardı. Önünde kocaman bahçesi ile küçücük bir kulübe ve bahçede türlü meyve – sebze ekiliydi. Kulübenin içindeki mobilyalar az ve öz, bir minik kuzine, 2 sandalye, bir masa ve bir sedir. Ama o kadar şirin bir şekilde döşenmiş ki. İnsanlar belki de bahçeden topladıkları taze sebzelerle yemekler pişirip burada afiyetle yiyordu. Verandada oturup bahçelerini seyrederken onunla gurur duyuyorlardı. =)
Şirin haftasonu evi ve bereketli bahçesi..
Skansen’de çok canayakın bir tavuskuşu ortalıkta geziniyordu. İşte o kanatlarını açma anı yok mu! Hele bir de güneş ışığı vurdu mu üzerine. Pırıl pırıl parlıyor göz alıcı renkleri.

Eğer hayvan beslemeyi seviyorsanız, göldeki bilumum çeşit ördeği ve kazı beslemek de sizi mutlu edebilir. Biraz obur oldukları gerçek.

Skansen’in tepe bölgelerinden şöyle bir Stockholm’u seyredelim derken hemen buranın eteklerinden gelen çığlıklar kulağımıza çalındı. Ve aşağı bakıp da ne görelim , bir lunapark. =) Zaten akşam saati olmuş, artık burada görecek başka bir şey kalmamıştı. Rota belli oldu. Gröna Lund ...

Gröna Lund, eğlencenin kalbi! Şehrin merkezinde böyle bir eğlence parkı olması ne kadar eğlenceli!. İçinde ne ararsanız var. Roller coaster’lar, atlı karıncalar, sizi bir topun içine oturtup yukarı fırlatan zımbırtılardan, hayaletli korku evi ve aklınıza gelip gelebilecek çeşit çeşit lunapark aracı. Hepsine binmek yürek ister. Tal’ın ısrarına dayanamayıp bir tanesine binme gafletinde bulundum. İlk başta iyiydim ama ne zamanki roller coaster hızlanmaya, ani ve dik manevralar yapmaya başladı, işte o zaman bende film koptu. Aslında biraz da utandım kendimden, küçücük sevimli çocuklar gıklarını çıkarmadan, hatta en heyecanlı bölümünde şak diye fotoğrafınızı çeken makineye poz vererek tadını çıkarıyordu o anların. Bizim de fotoğrafımız çekilmişti tabi. Benden başka hiçbir Allah’ın kulunda o yüz ifadesi yok, Tal dahil. Herkes mutlu, neşeli, eğleniyor ben ise acılar içinde kıvranıyorum.

“Spökhuset” hayaletli korku evi macerası da ayrı. İçerisi kapkara, zemin tuhaf bir maddeyle kaplı, acayip sesler, dumanlar.. bir de peşinize takılan bir mumya ve Halka filmindeki Samara kılıklı bir kız! Sonuç; Tal’ın Samara’dan kaçmaya çalışırken düşürdüğü şemsiyesi ve yardımsever Mumya’nın şemsiyemizi çıktıktan sonra bize geri getirmesi. =)

İçerideki avare avare gezintimizi sürdürürken, anladık ki burada bir konser de düzenlenecek. Sahne hazırlığı yapılıyor. Başka bir bölümdeyse aksiyon çoktaan başlamış. Canlı müzik eşliğinde herkesin dans ettiği bir dans pisti! Yaşlısı genci, hiçbiri üşenmemiş, en güzel elbiselerini giymiş, en profesyonel hareketlerini sergiliyordu çiftler. İnsanların bu haline imrenmedik desek yalan olur. Herkes mutlu mesut, kimseyi umursamadan dans etmeye gelmiş. Bir ara biz de gaza geldik, hadi dans edelim diye atladık ortaya ama bir iki hareketten sonra vazgeçtik. =) Her tipten değişik insanın rahatça takıldığı böylesi bir ortam ne kadar muazzam!
dans dans dans...

Ertesi gün tarihi yerler hedefteydi. Bunun için “Gamla Stan- Eski Şehir’e Stadsholmen adasına doğru yol aldık. Eski Şehir, Stockholm’un ilk kurulduğu yer. Buranın dar sokaklarında şirin ve rengarenk evlere bakarken insan Orta çağa dönüyor. 

Gamla Stan'ın renkli evleri..

Adada ayrıca birçok önemli tarihi yapı var. Kraliyet Sarayı – Kungliga Slottet- herhalde bu yapıların içinde en önemlisi. İtalyan Barok stilinde inşa edilmiş sarayın yapım tarihi 1754. Sarayın bir kısmı 1697’de bir yangınla yok olan eski kalenin yıkıntıları üzerine inşa edilmiş. Saray birkaç bölümden oluşuyor, ana bina, hazine, silahlık, şapel, müzeler gibi. Biz her bölümü gezmedik. Amaç tam öğlen 12’de gerçekleştirilecek olan saray muhafızları değişim törenini yakalamaktı. O saate kadar görebildiğimiz kadar yer görmeye çalıştık. Ana binada çok da değişik bir şey yok. Kraliyet ailesine ait eşyalar, mobilyalar, tablolar, vs.  Silahlık bölümü daha ilginçti. Burada krallar ve kraliçelere ait kıyafetler, zırhlar ve at arabaları sergileniyordu.



Sanki Külkedisi çıkacak içinden.

At arabalarındaki atlar ne kadar süslüymüş eskiden. Rengarenk kıyafetleri ve kafalarına takılı süsleri. Hazine kısmı da sıkı korunuyordu. İçeride hanedanın çeşitli zamanlarında kullanılmış taçlar vardı. Hepsi ışıl ışıl, parıl parıl, göz kamaştırıcı. Saat 12’ye yaklaşırken sarayın dış avlusuna doğru yürüyüşe başladık. Çoğunluğu meraklı turistlerden oluşan kalabalık avluyu neredeyse tamamen doldurmuştu. Kadın-erkek karışık nöbetçi askerler herkesi bir düzene sokmaya çalışıyordu. Nöbet değişimi için askerler yerlerini aldı. Tüm coşkusuyla bando da avluya giriş yaptı ve tören başladı.

Nöbet değişimi...

Askeri disiplin hakimdi ortamda. Rap rap ayak hareketleri, selamlaşmalar, ve bayrak değişimi. Yeni gelen muhafızlar nöbeti devraldıktan sonra bando girdi devreye. Tüm tören boyunca marşlar çalan bando artık popüler parçalar çalmaya başladı. Repertuarda tabiki bir ABBA şarkısı da vardı!

Neşeli bando geliyor

Ada üzerindeki Riddarholmen kilisesi, 1290 yılında inşa edilmiş ve şehirdeki en eski ve en iyi korunmuş yapı konumunda. Günümüzde hem müze hem ibadet yeri hem de kraliyet mezarlığı olarak kullanılıyor. Şehir kartınız varsa giriş bedava.
Şehrin simgelerinden Belediye Binası’na – Stadshus- doğru yürümeye başladık. Bu kırmızı tuğladan bina Gamla Stan’da değil, Kungsholmen adasında. İlaç kutusu gibi uzun bir kulesi olan bu şık binanın daha uzağındayken fotoğraflarını çekmeye başladık.

Belediye binası

Bu arada güneş açmış ve gözlerimizi kamaştırmaya başlamıştı. Yaz güneşi nerede olursa olsun insanın içini ısıtıyor. İşte o kuleye tırmanmak ve şehri bir de taa yükseklerden izlemek istedik. İçeride sıkışıklık yaşanmaması için belli saatlerde ve belli bir kapasitede kişiyle yukarı çıkmaya izin var. Merdivenler yorucu da olsa sonuç için katlanılabilir. Her şehri şöyle bir tepeden görmekte yarar var. Eğer sabredebilirseniz gittiğinizin en son günü bunu yapın. Böylece gezip gördüğünüz her yeri uzaktan tanıyıp daha bilinçli bir şehir seyri yapmış olursunuz. =)

kuşbakışı Gamla Stan

kuşbakışı Stockholm


Ana binayı da sadece rehber eşliğinde gezebiliyorsunuz. Her saat başı bir tur var. Binanın tarihini ve mimarisini anlatan birçok dilde hazırlanmış broşür içinde Türkçe olanıyla da karşılaştık ve sevindik doğrusu. Genelde pek bu duruma rastlamıyoruz. Rehberimiz “dı sitti of sıttokolm” diye bazı harfleri bastıra bastıra konuşan çok tatlı biriydi. =) Stadshus’un Mavi odasında Nobel ödülleri dağıtıldıktan sonraki resepsiyon düzenleniyormuş. Adı mavi oda ama kıpkırmızı bir yer.
Mavi Oda (?)
Mimar en başta mavi karolar döşemeyi düşünürken vazgeçmiş ama adı böyle kalmış. Mimar bu ve benzeri büyük kararsızlıklar içinde kalarak burayı en sonunda bitirebilmiş. Başka bir bölüm olan Altın oda’da İsveç’in koruyucusu olduğuna inanılan Ana Tanrıça mozaiği var. Bu, mozaiği yapan sanatçının ilk çalışmasıymış ve İsveç halkı tarafından Ana Tanrıça’nın çirkin resmedildiği düşünüldüğü için hiç beğenilmemiş. Sanatçı neredeyse idam ediliyormuş. Mozaikte İsveç’i temsil eden Tanrıça dünyanın merkezinde tam ortada oturuyor, doğusunda Türkler, batısında Amerika , Fransa var. İnsan o duvarda Türk bayrağını görünce nedense duygulanıyor. =)
Koruyucu, kollayıcı Ana Tanrıça

sağ alt köşeye yakından bir bakış

Eski Viking toplantı/eğlence salonlarından esinlenilerek yapılmış bölümde gözler tavanına yöneliyor. Ahşap işçiliği göz kamaştırıcı ve tabi renkli çizimler de.
Viking toplantı salonu
Tahta at figürüne şehri gezerken çokça rastlayabilirsiniz, özellikle de kırmızı olanına. Biz bir tahta at da Belediye binasının avlusunda gördük. =)
Çıkışta Gamla Stan’daki Nobel Müzesi’ne gittik ama yetişememiştik, kapalıydı. E o zaman, Şehir Müzesi’ni -Stadsmuseum- bir gezelim dedik. Burası bir etnografya müzesi. İsveçlilerin yaşamlarına, kullandıkları eşyalara, mobilyalara ait detayları burada görebilirsiniz. Temsili bir eski ilkokul sınıfı bile var içeride.. sıralar, öğretmen masası, kara tahta.. Seyrettiyseniz eğer, bu sınıfta insan kendini “Orphanage” filminde gibi hissediyor! Biraz ürkütücü.. =)

Enerjiniz yerindeyse ve hava da geç karardığı için insan hiç saatin farkına varmıyor. Müzeden çıktıktan sonra şehirde gezintimizi sürdürdük. Yokuşlar indik, yokuşlar çıktık. Almanya’dakine benzer “Bier Garten” vari bir yerin içinden geçtik. İğne atsanız yere düşmez, banklar öyle kalabalık. Bu arada da kendimizi şehrin bir diğer simgesi “Katarinahissen”in yanında bulduk.
Katarinahissen
1883 yılında ilk olarak buharlı çalışmaya başlayan asansör 1936 yılında yenilenmiş. Bu asansöre binerseniz Slussen’den Södermalm’ın üst tarafına çıkıyorsunuz. Biz asansöre binemedik kapalıydı ama asansörden inince karşınıza çıkan restoranın içinden geçerek indiğiniz platformdan etrafı seyredebilirsiniz. Tepeden güzel bir Eski şehir ve ada manzarası ayaklar altında. Bu üst kattaki restoran da biraz pahalı. Burada yemek yemeyi es geçebilirsiniz.
Pilimiz bitiyordu. Bir şeyler atıştırdık ve şehirdeki son gecemizde gezebildiğimiz kadar gezmeye karar verdik. Gitmeden önce hazırladığımız yenilmesi gereken yiyecekler listesinde tatlılarıyla meşhur “Jensen’s Bofhus” diye bir yerin adı geçiyordu, buraya da uğradık. Tüm günün yorgunluğunu almaya yetmedi bu enerji verici yiyecekler, ama yüzer otelimize geri yürüyecek ve üst güvertede oturup biraz daha fotoğraf çekip lakırdı edecek kadar enerji sağlamıştı. =) Sonuçta ertesi sabah çoook erken bir saatte 06:21’de yakalamamız gereken bir Kopenhag treni vardı!

Döndükten sonra “Millenium Üçlemesi”nde (ya da “Ejderha Dövmeli Kız” serisinde) Stockholm sokaklarında gezinen Lisbeth Salander’ı izledikçe aslında sanki tam da bu şehre ait bu kadın dedik... Etkileyici bir şehir Stockholm.



Şanslıysanız..

++ Gröna Lund’da canlı müzik eşliğinde umarsızca ama profesyonel dansçılar gibi dans eden mutlu halkı seyredebilirsiniz.

++ Gotik İsveçli gençlikle beraber Gröne Lund’da bir konsere katılabilirsiniz.


Gamla Stan'da bir sokak arası

2 yorum:

Unknown dedi ki...

stockholm kart aldık demişsiniz ? fiyatı ne idi - nerelerde geçerli idi , bilgi verebilir misini ?

Busefernereye dedi ki...

Merhaba, kusura bakmayın epey geç gördüm sorunuzu. Kartla ilgili bilgilere şuradan ulaşabilirsiniz. http://www.visitstockholm.com/en/Stockholmcard/
teşekkürler! iyi gezmelerrr! :)