16 Ağustos 2012 Perşembe

BU SEFER KOPENHAG, DANİMARKA'YA...

KOPENHAG

Stockholm – Kopenhag tren yolculuğu sırasında etrafı seyretmiş, uyumuş, karnımızı doyurmuş ve İskandinavya turumuza ait son 3 günümüzün planını yapmaya çalışmıştık. Yol üzerinde özellikle de İsveç - Malmö’den Kopenhag’a geçerken gördüklerimiz bizi şaşırttı. Bunlardan ilki kompartmanımızın duvarında asılı hız göstergesi Baltık denizi üzerindeki Oresund köprüsünden geçerken bir anda saatte 201 km hıza ulaştığımızı gösteriyordu. Nispeten sakin giden tren buradan geçerken bayağı hızlandı. İkincisi de denizin ortasındaki rüzgar türbini tarlasına şahit olduk. Yüzlercesi ahenkle dönüyordu. Adamlar temiz enerji elde etmek için bayağı uğraşıyor belli ki.

Kopenhag ve Oresund Köprüsü







Trenden indiğimizde öğle vaktiydi ve bizi hemen istasyonun çıkışında duran üstünde Danimarka bayrağı kaplı sevimli fil heykeli karşıladı. Önce otelimizi bulup, bavullarımızı bıraktık ve ardından sokaklara vurduk hemen kendimizi.

Bize anlatılana göre, iki ada üzerine kurulu Kopenhag’ın mimari yapısı, evler kanallar, vs. çok beğenilen Amsterdam’a benzetilmeye çalışılmış. Başarılı olup olmadığını anlamak için bir “Kopenhag Kart” edindik ve ardından kartın bir güzelliği olan bedava kanal turuna katılmak için “Nyhavn” yani “Yeni Liman”a doğru yola koyulduk. Yürüye yürüye gittik. Bunun için kullandığımız yol şehrin en popüler alışveriş caddesi “Stroget” oldu. Cadde üzerindeki “Lego” dükkanı dikkatimizden kaçmadı. Dönüşte uğramaya karar verdik.

rengarenk Nyhavn

Nyhavn kırmızı, mavi, sarı, yeşil türlü renkle boyanmış binalarla dolu. Bu liman 17. Yüzyılda eski denizciler tarafından kazılarak açılmış yapay bir liman, yaklaşık 300 m uzunluğunda. Kanal turu sanırım Stockholm’dekine göre daha eğlenceliydi. Bunun sebebi muhtemelen karaya daha yakın gitmemiz ve şehre ait daha çok şeyi yakından görebilmemizdi. Bulutların dağılması ve güneşin yüzünü göstermesi de iyi oldu. Daha Nyhavn’dan ayrılmadan ilk tarihi binayı işaret etti rehberimiz. Bu gri ve gösterişsiz bina Danimarkalı ünlü masalcı Hans Christian Andersen’in eviydi.

Andersen'in evi

Rehberin alçak köprüler yüzünden sürekli kafamızı eğmemiz gerektiği uyarısıyla geçirdik tüm gezintiyi. Bazı köprüler vardı ki üzerinden geçen yolla aynı hizada, hiçbir yükseltisi yok. O nedenle de kanallarda gezinen bu tekneler hep yayvan ve alçak.

Aman kafalara dikkat!

Opera binası, bir yelkencilik okulu, çeşitli işyerleri, büyük denizcilik şirketi “Maersk” ün binalarını gördük. Ayrıca “Noma” isimli Michelin yıldızlı çok önemli bir restoranı da. Orada yemek yemenin bütçemizi sarsacağını düşünerek aklımızdan bile geçirmedik. Bir de “Christianshavn” denilen daha ciks ve sayfiye yeri kıvamındaki bölgeye uğradık. Buradaki evler, bitkiler ve tekneler gerçekten bakımlıydı ve klas bir hava saçıyordu.

Christianshavn

şurada ömür güzel geçer sanki...
Bir de şehrin en önemli kiliselerinden St. Saviour’s (bir diğer adı galiba “Sarmal kilise”) kilisesini de suyun üstünden görmüş olduk. Geri dönüşte Nyhavn’a eski denizcilerin yaptığı gibi tekneyle yaklaşmak nostaljik duygular yarattı. Tur bittiğinde bardaktan boşanırcasına yağan yağmura yakalandık. Tropik yağmur gibiydi. 5 dakikalığına öyle şiddetli yağdı ki.

Lego dükkanı artık bizi bekliyordu. İçerisi bir şekerci dükkanını andırıyordu adeta ve çocuklar gibi şendik. Her kutunun içi yüzlerce Lego parçasıyla dolu. Nyhavn’ın Legolardan inşa edilmiş bir maketi de vardı içeride. Koskoca bir duvar da güzel bir şehir manzarası oluşturacak şekilde sadece Legoyla kaplanmış. Oradan ayrılmak zor oldu. İncelenecek çok ayrıntı vardı.


plastikten şekerler sanki...
Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in masallarının görselleştirildiği müzede resmen çocukluğumuza geri döndük. Müze de denmez ki buraya aslında. Kibritçi kız, Kurşun asker, Çıplak Kral karşınızda dikiliyor birer birer. Ayrıca Andersen’in sevdiğimiz bir lafı da burada gözümüze çarptı “At rejse er at leve” – “Seyahat etmek yaşamaktır”. Masalcı adam seyahat etmeyi o kadar seviyormuş ki, zaman içinde okuyucularına seyahatnameler de yazmış. Biraz ironik olacak ama, ortamın tadını çıkarabilmeniz için dua edin ki içerisi çocuklarla dolu olmasın!

Andersen ilham gelmesini bekliyor galiba!

"Gezmek yaşamaktır" demiş Andersen, doğru demiş.


Kral çıplaaaakkk!!! demek cesaret işi...

“Ripley’s Belive It or Not!” müzelerinden biri de Kopenhag’da. Burayı da müze olarak adlandırmak zor ama eğlenceli vakit geçireceğiniz bir gerçek. Her köşebaşında bir muziplik ve şaşırtıcı detaylar. Napolyon’un sürekli değişen imzasının örnekleri, günde sekiz evlilik teklifi alan sakallı kadın Antonia’nın fotoğrafı (sakalı nereden baksanız 20-30 cm vardı!), kağıttan gelinlik, dünyanın en nadir bulunan yumurtası (tavuk yumurtasının 183 katı büyüklüğünde bir fil kuşu yumurtası), bir pirincin üzerine yazılmış bir mektup.. ve benzeri türlü abuk sabuk şey hepsi bir arada! =)

Napolyon'un kararsız bir kişiliği mi vardı acaba?

!?!?!?!?

Merkez tren istasyonunun hemen karşısında bitiveren Tivoli Bahçeleri 1853’te kurulmuş başkentlilerin eğlence ve kültür merkezi. Kopenhag kart alırsanız bir kereye mahsus içeri giriş bedavaya oluyor. Hakkımızı, buraya Cuma akşamüstü girerek kullandık. İsabetli bir karardı. Sanki çoluk çocuk, yaşlı genç, bütün şehir buradaydı ve her köşe cıvıl cıvıldı. Kalabalığın bir sebebi de muhtemelen “Aqua” konseriydi. Erkekler bile avaz avaz bağırarak "I'm a barbie girl” şarkısını söylüyordu!



Tivoli’de binmenin akıllı işi olmadığını düşündüğüm türlü lunapark alet ve edavatı vardı. Tal’ın da ısrarıyla tıpkı Gröna Lund’da olduğu gibi birine binmeyi gözüm yedi. 4’te 1’im yaşındaki çocuklar güle oynaya bir halde sırada beklerken ben içim titreye titreye kurbanlık koyun gibi sıradaydım yine. Nitekim, madenci olduğumuz ve karanlık tünellere girdiğimiz roller ın üstündeyken şipşak çekilen fotoğraflarımıza baktığımızda sorun bende mi acaba diye düşündüm bir kez daha. Herkes ne kadar mutluydu! Bense öyle acılar içinde ve korkmuş haldeydim ki. Bu poz şu anda ibret-i alem olması amacıyla buzdolabımızın üstünde magnet halinde takılı.

Masaldan fırlamış gibi..

hayır hayır.. çok yükseklere çıkıp 360 derece dönen bu kamikaze uçağına binmedim!

İçeride bir de yapay bir göl ve tropik balıkların olduğu dev akvaryum var. Burada yemek yemek için de seçenek bol. Fiyatları göze alıyorsanız, yerel lezzetler tadabilirsiniz. Biz Tivoli'deki Wagamama’da nispeten ucuza Uzakdoğu yemekleri yedik. Bir de ertesi gün için yüzde 20 indirim kuponu verince gönlümüzü fethettiler. =) Hava karardıkça etraftaki neşeli insan oranı ve gürültüsü de gitgide arttı. Hiç rahatsızlık verdi mi derseniz, yoo..



Ertesi gün ilk olarak Andersen’in “Den lille havfrue – Küçük denizkızı” masalına ithafen Edvard Eriksen tarafından yapılan denizkızı heykelini denizden sonra bu sefer de karadan  görmeye gittik. 1913’te dikilen bu heykelin dünyada ünü büyük ve ziyaretçisi de çok. Küçük denizkızı heykelinin boy boy figürlerini satan seyyar çift iyi yere tezgah açmış. Figürler kapış kapış gidiyordu. Buraya gelmek için otobüse bindik. Dönüşte ise yol üstündeki diğer yerlere uğrayarak yaya takıldık.

Küçük denizkızı yaz-kış oturmuş bekliyor orada.

Mesela her tarafı mermerden yapılmış ünlü “Mermer kilisesi”ne. 1760 yılında Kral IV.Frederick tarafından tamamlanmış Amelienborg Sarayı’nın bir kısmına. (Ama bu sefer sarayın avlusunda yapılan muhafızların nöbet değişim törenini izlemedik.)  Nordik mitolojide yer alan önemli figürlerden Tanrıça Gefjun’a adanmış Gefion çeşmesi’ne. Buralara uğraya uğraya sonunda yine Nyhavn’a vardık. Biraz da enerji kazanalım istedik. Bunun için de waffle’ları mideye indirdik. Cumartesi günü olması sebebiyle sanki, burası önceki güne göre oldukça kalabalıktı. Hem turistler hem yerel halk restoranlarda oturmuş ara sıra yüzünü gösteren güneşin tadını çıkarıyordu.

Danimarkalılar’ın en gurur duydukları dini yapıları St. Saviour’s – (Sarmal ) Kilise imiş. Bunu tekne turu sırasındaki rehber de söylemişti. Kilisenin mimarisi enterasan. Kulesinin en tepesine döne döne çıkıyorsunuz ve bir yandan da daracık merdivende rüzgarı hissedip dizleriniz titreyerek (ben de yükseklik korkusu olduğu için, o kadar etkilendim sanırım) Kopenhag manzarasını seyrediyorsunuz.

Sarmal Kilise

Bu kadar dar merdiven olur mu yahu?

İskandinavya’daki kiliselerin genel özelliği dışlarının olduğu kadar içlerinin de çok sade olması. İçeride pek öyle tablo, heykel, ikona, mozaik, yazı vs. yok. Duvarlar genellikle düz beyaz boyanmış.
 
Bu ruhani yerin çıkışında, kendini Avrupa Birliği’nden ayrı tutan insanların yaşadığı bir toprak parçası olan Christiania’ya doğru yürüdük. Şehrin orta yerindeki bu bölge bir gölün kenarında kurulu. İçeride müstakil evlerin yanında, kafe/lokanta, kıyafet/hediyelik eşya/takı/ot satışı da yapılan tezgahlar var. Çocuk eğlence merkezi gibi bir yerin de olması bizi şaşırttı. Tesadüfen bulduğumuz ufak tepeciğin üstündeki ağacın altında bir kayaya oturup mola verdik. Muhteşem bir göl manzarası vardı karşımızda da.


Önünde büyükçe bir yük taşıma sepeti bulunan bisikletler, Christianialılar’ın şehre armağanı sayılabilir. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Biz kimseye çaktırmadan çekmeye çalıştık. Ayrılırken altından geçtiğimiz kapının üzerinde “You are now entering the EU. – Şimdi AB’ye giriş yapıyorsunuz.” yazıyor. Bizler zaten AB’de olMAmaya alışkınız. O yüzden Christiania’daki konumumuzu yadırgadığımız söylenemez. Zaman zaman kapatılacağına dair söylemlere de maruz kalsa, Christiania’a sahip çıkıyor orada yaşayan insanlar. Orası onların düşüncelerini özgürce dile getirdikleri ve istedikleri gibi yaşadıkları sığınakları.


"Şimdi AB'ye giriş yapıyorsunuz"

"Christiania'yı koruyun"

Vanilyalı kola ve Dr. Pepper içmek isterseniz Stroget caddesi üzerindeki şekerci dükkanını ziyaret etmelisiniz. Bir de hemen otelimizin yanındaki bir süpermarketten alıp yediğimiz “Kanel” diye bir hamur işi tatlı, içi tarçınlı ve  yumuşacık!



“Smorrebrod” Danimarka’ya özgü bir nevi sandviç ama biz denemedik. Çok çeşidi var; deniz ürünlüsü, etlisi, sebzelisi, peynirlisi, vs. Tal ekmeğinden fışkıran büyük sosislilerden de yedi. Pek sıcak bakmasam da tadının güzel olduğunu iddia ettiği için ben de denedim. Gerçekten de o güne kadar yurtdışında yediğim en iyi sosisliydi. Kahvaltı için 2 sabah da tren istasyonunun çaprazındaki Turist Ofisi’nin içinde yer alan cafeye çöreklendik. Adı “Lagkagehuset” idi. Çöreklendik kelimesi yediğimiz enfes çöreklerle de ilişkilendirilebilir. Bütçeyi de sarsmayan şekilde karnınızı doyurabilirsiniz.

Tereyağı ve peynirle çok güzel gidiyor o tahıllı ekmekler.

Pazar günü havaalanına kadar olan zamanımızı Ulusal Müze ve Carlsberg’e ayırdık. Ama Nationalmuseet – Ulusal Müze’yi gezmesek de olurmuş diye düşündük açıkçası. Danimarka’ya ait etnografik koleksiyonu, kraliyet koleksiyonunu, Danimarka ortaçağ ve rönesans koleksiyonunu, vs gibi şeyleri merak ediyorsanız ayrı tabi. Burada sergilenen en önemli parçalardan birisi Erken Bronz Çağı’ndan kalma Güneş Arabası. Altın güneş üzerindeki zarif spiral süs İskandinav kaynaklı olduğunun göstergesiymiş.
 
Güneş Arabası

Carlsberg müzesi/fabrikası Amsterdam’daki Heineken müzesi kadar etkileyici değildi. Epey büyük bir arazi üzerine yayılmış eski fabrika binası içindeki müzede biranın yapım aşamalarını görüyorsunuz. Eski bira taşıma arabaları ilgi çekici.


Ford-T den de bir Carlsberg yük arabası yapmışlar. Bir de dünyadaki birçok ülkenin birasına ait açılmamış şişelerden oluşan bir şişe koleksiyonu var. Guinness rekorlar kitabına da “En büyük şişe koleksiyonu” olarak girmiş. Haziran 2011 itibariyle koleksiyonda 20.214 şişe vardı. Tabi ki Türkiye’den de şişeler gördük. “Efes Pilsen” ve  “Tuborg” şişeleri! Bizim gözümüze ilişmemiş başka markaların da olması muhtemel..

Koleksiyon almış başını gitmiş.

Artık İskandinavya gezimizin sonuna gelmiştik. Kastrup Havalimanına doğru yola çıkmadan önce, biraz da ev için alışveriş yaptık. =) Birkaç paket Kanel ve birkaç şişe de Bacardi Breezer’ı sıkıştırdık bavula. İyi ki de yaptık. Döndükten sonra sıcak yaz akşamüstlerinde Breezer’ları yudumlarken yanında da Kanel’leri mideye indirip durduk... =)

Şanslıysanız

++ Carlsberg Müzesi’ne farkında olmadan yanlış yerden girer ve müzeyi bedavaya gezersiniz... =)


Hiç yorum yok: