Çarşamba sabahı itibariyle İzlanda’nın
doğusunu gerimizde bırakmıştık. İstikametimiz “Jökulsárlón” yani Buzul
Gölü idi. Holabrekka’dan çıktıktan sonra yaklaşık 40 dakikalık bir yolculukla
göle vardık. Seyahat öncesi internet üzerinden amfibi tekneyle yapılacak bir
göl gezintisi satın almıştım. Ülkenin en büyük buzulu Vatnajökull’dan kopan
buzdağlarının Atlantik Okyanusu’na kavuşmaya çalışırken oluşturduğu 18 km2’lik
gölde buzdağlarının arasında gerçekleşecek bir gezinti, ki düşüncesi bile bizi
heyecanlandırmaya yetmişti. J
Bilet gişesine rezervasyonumuzu gösterip, biletimizi aldıktan sonra teknenin hareket saatine daha zaman olduğundan bölgenin merakla beklediğimiz bir başka yerine gittik, “Diamond Beach”e. Göl sularının denize döküldüğü noktada irili ufaklı buzul parçaları siyah kumlu plaja vurmuş ve sahile alelade serpilmiş gibi duran buz parçaları adına yaraşır şekilde elmas plajını meydana getirmiş. Kimi buz parçaları da sahile vurmadan direkt denize doğru sürükleniyordu. Tabi ki bolca fotoğraf çekip, buz parçalarının arasında yürüyüş yapıp, ağırlık çalışarak, biraz da kuruyemiş atıştırdıktan sonra tekne turu zamanı yaklaştığından tekrar göl kenarına döndük.
Amfibi tekneye bindikten sonra herkes
dağıtılan can yeleklerini giydi. Rehberimizin yönlendirmeleriyle yerlerimize
geçtik ve tekne yavaşça hareket etmeye başladı, gitgide kıyıya yaklaştık ve
sonunda çopss sudaydık. Ozi halen daha bu suya giriş anını hatırlayıp, ara sıra
anlatıyor. J Rehberimiz Brezilya’dan bu geçici yazlık iş için
gelmiş. Bize buzullarla, buzdağlarıyla ve buz gölüyle ilgili birçok ilginç
bilgi aktardı. Vatnajökull buzulundan her sene daha da
çok buz/buzdağı koptuğundan gölün genişliği de giderek artıyormuş. İzlanda’nın
deniz seviyesinin altındaki en alçak noktası bu gölmüş, derinliği yaklaşık 248
metre. Batman Begins ve James Bond: A View to Kill ve Die Another Day
filmlerinden bazı bölümler burada çekilmiş. Hatta Bond filmi için gölün ağzı
kapatılarak göl komple buz tutturulmuş.
Jökulsarlon - Buzul Gölü |
Bilet gişesine rezervasyonumuzu gösterip, biletimizi aldıktan sonra teknenin hareket saatine daha zaman olduğundan bölgenin merakla beklediğimiz bir başka yerine gittik, “Diamond Beach”e. Göl sularının denize döküldüğü noktada irili ufaklı buzul parçaları siyah kumlu plaja vurmuş ve sahile alelade serpilmiş gibi duran buz parçaları adına yaraşır şekilde elmas plajını meydana getirmiş. Kimi buz parçaları da sahile vurmadan direkt denize doğru sürükleniyordu. Tabi ki bolca fotoğraf çekip, buz parçalarının arasında yürüyüş yapıp, ağırlık çalışarak, biraz da kuruyemiş atıştırdıktan sonra tekne turu zamanı yaklaştığından tekrar göl kenarına döndük.
Diamond Beach |
Mavi-beyaz-siyah... |
Gölün üzerindeki seyrimiz sırasında tabi
ki rüzgara maruz kaldık ama göl suyu sakindi. Yine de, su geçirmez
kıyafetlerinizi giymenizi, atkı - bere ne varsa takmanızı tavsiye
ederim. Tekrar yollara düşmeden evvel gölün yanıbaşındaki kafeye
uğrayıp tuvalet ihtiyacımızı giderdik. Ayrıca kendime İzlanda koyunlarının
yününden örülmüş bir bere aldım.
Skaftafell/Vatnajökull Milli Parkı
Gelecek durağımız
“Skaftafell/Vatnajökull Milli Parkı”ydı. 1 saati geçen bu yolculuk sırasında
Ozi uykuya daldı. Biz de iki mola verdik. Bir tanesi adını bilmediğim bir buzul
manzarasına karşılıktı ve türlü türlü fotoğraflar çektik. Bir diğeri de
İzlanda’nın meşhur mor çiçekleriyle kaplı bir tarlanın yanıbaşında. Bu mor
çiçekleri İzlanda’ya özgü sanıyorduk Tal’da bende ama aslen Alaskan Lupine
adında istilacı bir bitki türüymüş. Çünkü; sanki ülkenin yerel çiçeği gibi çoğu
yerde bitmesine rağmen, aslında 1945 yılında, toprağa nitrojen sağlayarak verim
arttırmak ve erozyonu önleme amaçlı olarak ülkeye getirilmiş ve sonrasında
çoğalmasının önüne geçilememiş. Kimi botanikçiler, bu yayılmanın ülkenin yerel
florası için bir tehlike olduğunu düşünüyormuş. Bu çiçeklerin güzelliği ve
saldıkları o enfes koku karşısında bizim dilimiz onlara tehlikeli demeye
varmadı açıkçası. J
Milli parka varınca, yolculuğumuz
boyuncaki en büyük hatayı yaptık galiba. Mışıl mışıl uyuyan Ozi’yi uyandırdık
ve Skaftafell buzulunun kenarına varana kadar tüm yol boyunca da cezamızı
çektik. Arabasında oturmak istememe, ağlama, bağırma, türlü huzursuzluklar...
ama hepsini hak ettik. Onu arabadan usulca alıp kendi arabasına aktarmalı ve
uykusunu hiç bölmemeliydik.
Alaskan Lupine her yerde! |
Milli park içinde birçok zorluk
seviyesinde yürüyüş/tırmanma/buzul yürüyüşü parkuru var. Tecrübenize, kendinize
güveninize ve tabi ki hava/ortam koşullarına göre kendinize en uygun olanını
seçerek doğayla başbaşa birkaç saat, hatta belki gün geçirebilirsiniz.
Skaftafell’de tüm sene boyunca açık olan bir kamp alanı da bulunuyor ve eğer
aklınızda İzlanda’nın en yüksek dağ zirvesine (Hvannadalshnjúkur)
tırmanmak varsa burası doğru nokta.
Biz sadece buzulun kenarına yaklaşmakla
yetinmemize rağmen buzulun üstünden doğru esen soğuk ve şiddetli rüzgar orada
pek de zaman geçirememize neden oldu. Rüzgarın şiddetinden dolayı birbirimizi
bile zor duyuyorduk. Dönüş yolunda bir ara patika dışına çıkıp lav tarlası
olduğunu tahmin ettiğim tepelerin/düzlüklerin üzerinde yürüdük. (yürümeyin diye
uyarı olmadığı için tabi ki) Ozi işte bu kısımda kendine geldi neyse ki. J
Skaftafell buzulu |
Vík í Mýrdal
Parkın giriş bölümüne yaklaşık 2 saat
sonra geri döndüğümüzde bir ihtiyaç molası verdik, sonrasında kafeden yiyecek
bir şeyler alalım dedik ama çok da beğenmeyip, vazgeçtik. İstikametimiz “Vík í Mýrdal” kısaca Vik kasabasıydı.
Burada meşhur siyah kumlu plaj “Reynisfjara”yı, bir ihtimal puffin kuşlarını da
görebileceğimiz “Dyrhólaey” kaya kemer oluşumunu ve “Reynisdrangar” bazalt kaya
oluşumunu görmek, biraz da kasabada zaman geçirmek istiyorduk. Önümüzde Vik’e
kadar takribi 2 saatlik yol vardı. Yağmurun yolun tam olarak neresinde
başladığını tam hatırlamıyorum ama bardaktan boşanırcasına yağıyordu ve durmaya
niyeti yok gibiydi. Farkına vardık ki Güney İzlanda yağmuruyla ünlüydü. Hiçbir
bölgede bu kadar çok yağmurla karşılaşmadık. Kasabaya vardığımızda yağmur halen
devam ediyordu. Üstelik bir de sis ve kuvvetli rüzgar eklenmişti. Göz gözü
görmüyordu.
Bu durum maalesef ne plajda dolaşmaya, ne de taş oluşumlarını ve
sevimli puffin kuşlarını görmeye olanak sağlıyordu çünkü bu sahilin hem çok
güzel, hem de çok dikkat gerektiren, tehlikeli bir yer olduğuna dair birçok
uyarı okumuştuk. Özellikle de kıyıya vuran azgın dalgalar nedeniyle. Boynumuz
bükük olarak şehirde biraz arabayla turladıktan sonra kendimizi bir N1’e ve
ardından bir markete attık. Yiyecek-içecek stoğu yaparak geceleyeceğimiz
çiftlik evine doğru yola çıktık.
Neredesin Black Sand Beach? |
Çitflik evi Vik’e yaklaşık 15 dakikalık
bir sürüş mesafesinde olan Skeiðflöt diye bir bölgedeydi. Şakır şakır devam
eden yağmurun altında eşyaları ayarlayıp kendimizi çiftlik evine dar attık.
Odamıza geçip bir şeyler yedikten sonra uykuya daldık. Çalışanları daha
sempatik ve yardımcı olsaydı kalmak için daha çekici bir yer olacaktı
kesinlikle.
Skógafoss
İzlanda’da geçireceğimiz sondan bir
önceki gündü. Perşembe sabahı yine bir açık büfe kahvaltı seansından sonra
çıktık yola. Meğer o güne kadar gördüklerimiz içinde en güzel olan şelaleyi
görmeye gidiyormuşuz. “Skógafoss”u...
Ulaşımı oldukça rahat. Arabanızı park
ederken bile şelaleyi görebiliyorsunuz. 25 metre genişliği ve 60 metre
yüksekliğiyle ülkenin en büyük şelalelerinden biri. Yine su geçirmezlerini giymeniz
tavsiye olunur. Şelaleye yaklaştıkça yere düşüp etrafa saçılan su damlaları
sanki yağmur gibi ıslatıyor. Yaklaşık 500 tane basamak çıkmak bana vız gelir
tırıs gider derseniz, şelalenin tepesindeki platforma da tırmanabilirsiniz. Biz
çıkmadık ama yemyeşil tepelerin arasından fışkıran bu devasa, heybetli ve gürül
gürül akan şelaleyi aşağıdan bile izlemek çok hoşumuza gitti.
Skogafoss |
Rivayete göre bölgenin ilk Viking
yerlilerinden olan Þrasi Þórólfsson, şelalenin arkasındaki mağaraya bir hazine
sandığı saklamış. Yıllar sonra Skoga’da yaşayan üç adam bu hazine sandığını
bulmuşlar ancak tam sandığı çekerlerken sandık kaybolmuş. Ellerinde sadece
sandığın yan halkası kalmış. Bu halka ilk başlarda Skoga Kilisesi’nde, kilise
kapatıldıktan sonra şimdilerdeyse Skoga Müzesi’nde sergileniyormuş.
Eyjafjallajökull
Eminim herkes “Eyjafjallajökull”
yanardağını hatırlar. 2010’da Mart ayının son haftasında patlamaya
başlayarak neredeyse tüm Avrupa hava trafiğini etkilemiş olan meşhur ve ismini
telaffuz etmesi zor yanardağ. İşte o yanardağ İzlanda’nın güney bölgesinde
bulunuyor. Patlamalar yaklaşık 6 hafta devam etmiş. Dünyanın geri kalanı için
belki sadece uçak rötarları açısından dert olan bu patlamalar, İzlandalılar
için tabi ki çok daha zor durumları beraberinde getirmiş. Yoğun duman ve kül
bulutlarının yanısıra yer sarsıntıları, depremler, buzulların erimesi nedeniyle
oluşan seller, su baskınları, elektrik fırtınaları bu zor durumlardan birkaçı
sadece.
Sislerin ardında uyuyan bir dev... |
Route 1 üzerinde giderken, yanardağı
görmek mümkün. Biz de yamacının dibindeki Þorvaldseyri isimli çiftlik evinin
önünde durarak bu çok da heybetli olmayan ama başa çok işler açan yanardağı
seyre daldık. Hava bulutlu olduğundan tepesini çok da iyi göremedik. Bilgi
panosundaki patlama zamanı çekilen fotoğrafları inceledik şaşkınlıkla ve
yazıları okuduk. 2011 yılında açılan ziyaretçi merkezi de buraya yakın.
İsterseniz uğrayıp, fotoğraf sergisini görebilir, yanardağa ait daha kapsamlı
bilgi edinebilirsiniz.
Seljalandsfoss
İzlanda’nın bence eeenn sulu şelalesi
“Seljalandsfoss”u görmek için 20 dakikalık kısa bir yolculuk yaptık. 60
metrelik yüksekliğe sahip şelalenin arkasındaki küçük mağaraya geçebiliyor
olmanız çok ilginç bir deneyim yaşamanıza sebep olacaktır. Uygun kıyafetiniz
yoksa donunuza kadar ıslanma deneyimi ve garantisi! Benim montum su geçirmez
değildi, bu sebeple arabaya varınca tişörtümü ve polarımı değiştirmek zorunda
kaldım. J
Seljalands nehri üzerindeki şelale epey güçlü. Bunu şelaleye yaklaştıkça gitgide artan su sesinden ve damlaların yoğunluğundan anlayabiliyorsunuz. Şelalenin arkasına geçebilmek için yavaş yavaş ve dikkatlice basamakları tırmandık. Zaman zaman basamaklar kayboldu ve darlaşan patikada karşıdan gelenlere yol vermek durumunda kaldık. İnişlerin çıkışların ardından arkadaki küçük mağaraya vardık. Tal’la birbirimizle bağıra çağıra konuşuyorduk artık ve yüzümü gözümüz su içindeydi. Olduğumuz yerde çok da fazla duramadık çünkü sürekli insanlar gelmeye devam ediyordu. Makinelerimizi çok fazla ıslatmamaya çalışarak birkaç foto çektik/çektirdik ve dosdoğru arabaya geri döndük. Tamam burası da pek güzel ama hala favori şelalemiz Skógafoss! Sırada Golden Circle vardı. Artık yavaş yavaş başlangıç noktamıza geri dönüyorduk.
Seljalandsfoss önden böyle |
Seljalands nehri üzerindeki şelale epey güçlü. Bunu şelaleye yaklaştıkça gitgide artan su sesinden ve damlaların yoğunluğundan anlayabiliyorsunuz. Şelalenin arkasına geçebilmek için yavaş yavaş ve dikkatlice basamakları tırmandık. Zaman zaman basamaklar kayboldu ve darlaşan patikada karşıdan gelenlere yol vermek durumunda kaldık. İnişlerin çıkışların ardından arkadaki küçük mağaraya vardık. Tal’la birbirimizle bağıra çağıra konuşuyorduk artık ve yüzümü gözümüz su içindeydi. Olduğumuz yerde çok da fazla duramadık çünkü sürekli insanlar gelmeye devam ediyordu. Makinelerimizi çok fazla ıslatmamaya çalışarak birkaç foto çektik/çektirdik ve dosdoğru arabaya geri döndük. Tamam burası da pek güzel ama hala favori şelalemiz Skógafoss! Sırada Golden Circle vardı. Artık yavaş yavaş başlangıç noktamıza geri dönüyorduk.
Seljalandsfoss arkadan böyle |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder