11 Haziran 2018 Pazartesi

BU SEFER GÜNEY İZLANDA’YA....

Jökulsárlón ve Diamond Beach


Çarşamba sabahı itibariyle İzlanda’nın doğusunu gerimizde bırakmıştık. İstikametimiz “Jökulsárlón” yani Buzul Gölü idi. Holabrekka’dan çıktıktan sonra yaklaşık 40 dakikalık bir yolculukla göle vardık. Seyahat öncesi internet üzerinden amfibi tekneyle yapılacak bir göl gezintisi satın almıştım. Ülkenin en büyük buzulu Vatnajökull’dan kopan buzdağlarının Atlantik Okyanusu’na kavuşmaya çalışırken oluşturduğu 18 km2’lik gölde buzdağlarının arasında gerçekleşecek bir gezinti, ki düşüncesi bile bizi heyecanlandırmaya yetmişti. J


Jökulsarlon - Buzul Gölü




Bilet gişesine rezervasyonumuzu gösterip, biletimizi aldıktan sonra teknenin hareket saatine daha zaman olduğundan bölgenin merakla beklediğimiz bir başka yerine gittik, “Diamond Beach”e. Göl sularının denize döküldüğü noktada irili ufaklı buzul parçaları siyah kumlu plaja vurmuş ve sahile alelade serpilmiş gibi duran buz parçaları adına yaraşır şekilde elmas plajını meydana getirmiş. Kimi buz parçaları da sahile vurmadan direkt denize doğru sürükleniyordu. Tabi ki bolca fotoğraf çekip, buz parçalarının arasında yürüyüş yapıp, ağırlık çalışarak, biraz da kuruyemiş atıştırdıktan sonra tekne turu zamanı yaklaştığından tekrar göl kenarına döndük.


Diamond Beach
Amfibi tekneye bindikten sonra herkes dağıtılan can yeleklerini giydi. Rehberimizin yönlendirmeleriyle yerlerimize geçtik ve tekne yavaşça hareket etmeye başladı, gitgide kıyıya yaklaştık ve sonunda çopss sudaydık. Ozi halen daha bu suya giriş anını hatırlayıp, ara sıra anlatıyor. J Rehberimiz Brezilya’dan bu geçici yazlık iş için gelmiş. Bize buzullarla, buzdağlarıyla ve buz gölüyle ilgili birçok ilginç bilgi aktardı. Vatnajökull buzulundan her sene daha da çok buz/buzdağı koptuğundan gölün genişliği de giderek artıyormuş. İzlanda’nın deniz seviyesinin altındaki en alçak noktası bu gölmüş, derinliği yaklaşık 248 metre. Batman Begins ve James Bond: A View to Kill ve Die Another Day filmlerinden bazı bölümler burada çekilmiş. Hatta Bond filmi için gölün ağzı kapatılarak göl komple buz tutturulmuş.

Mavi-beyaz-siyah...
Buzdağlarının mavi, siyah ve/veya beyaz renklerde olmasının da çok çeşitli sebepleri varmış. İçinde hava kabarcığı kalmazsa güneş ışığının ve kırılmaların da etkisiyle maviye dönüyor, kabarcıklar kalırsa beyaz oluyor, siyah çizgileri barındırıyorsa volkanik toprak/tozların buz içinde sıkışmış olduğunu gösteriyormuş.  Rehberimiz elinde tuttuğu bir buz parçasını küçük parçalara ayırarak herkese ikram etti ve ekledi; “ Her zaman 1000 yaşından eski bir buz parçasını yeme imkanı bulamazsınız! J ”

Gölün üzerindeki seyrimiz sırasında tabi ki rüzgara maruz kaldık ama göl suyu sakindi. Yine de, su geçirmez kıyafetlerinizi giymenizi, atkı - bere ne varsa takmanızı tavsiye ederim.  Tekrar yollara düşmeden evvel gölün yanıbaşındaki kafeye uğrayıp tuvalet ihtiyacımızı giderdik. Ayrıca kendime İzlanda koyunlarının yününden örülmüş bir bere aldım.

Skaftafell/Vatnajökull Milli Parkı

Gelecek durağımız “Skaftafell/Vatnajökull Milli Parkı”ydı. 1 saati geçen bu yolculuk sırasında Ozi uykuya daldı. Biz de iki mola verdik. Bir tanesi adını bilmediğim bir buzul manzarasına karşılıktı ve türlü türlü fotoğraflar çektik. Bir diğeri de İzlanda’nın meşhur mor çiçekleriyle kaplı bir tarlanın yanıbaşında. Bu mor çiçekleri İzlanda’ya özgü sanıyorduk Tal’da bende ama aslen Alaskan Lupine adında istilacı bir bitki türüymüş. Çünkü; sanki ülkenin yerel çiçeği gibi çoğu yerde bitmesine rağmen, aslında 1945 yılında, toprağa nitrojen sağlayarak verim arttırmak ve erozyonu önleme amaçlı olarak ülkeye getirilmiş ve sonrasında çoğalmasının önüne geçilememiş. Kimi botanikçiler, bu yayılmanın ülkenin yerel florası için bir tehlike olduğunu düşünüyormuş. Bu çiçeklerin güzelliği ve saldıkları o enfes koku karşısında bizim dilimiz onlara tehlikeli demeye varmadı açıkçası. J


Alaskan Lupine her yerde!
Milli parka varınca, yolculuğumuz boyuncaki en büyük hatayı yaptık galiba. Mışıl mışıl uyuyan Ozi’yi uyandırdık ve Skaftafell buzulunun kenarına varana kadar tüm yol boyunca da cezamızı çektik. Arabasında oturmak istememe, ağlama, bağırma, türlü huzursuzluklar... ama hepsini hak ettik. Onu arabadan usulca alıp kendi arabasına aktarmalı ve uykusunu hiç bölmemeliydik.

Milli park içinde birçok zorluk seviyesinde yürüyüş/tırmanma/buzul yürüyüşü parkuru var. Tecrübenize, kendinize güveninize ve tabi ki hava/ortam koşullarına göre kendinize en uygun olanını seçerek doğayla başbaşa birkaç saat, hatta belki gün geçirebilirsiniz. Skaftafell’de tüm sene boyunca açık olan bir kamp alanı da bulunuyor ve eğer aklınızda İzlanda’nın en yüksek dağ zirvesine (Hvannadalshnjúkur) tırmanmak varsa burası doğru nokta.


Skaftafell buzulu
Biz sadece buzulun kenarına yaklaşmakla yetinmemize rağmen buzulun üstünden doğru esen soğuk ve şiddetli rüzgar orada pek de zaman geçirememize neden oldu. Rüzgarın şiddetinden dolayı birbirimizi bile zor duyuyorduk. Dönüş yolunda bir ara patika dışına çıkıp lav tarlası olduğunu tahmin ettiğim tepelerin/düzlüklerin üzerinde yürüdük. (yürümeyin diye uyarı olmadığı için tabi ki) Ozi işte bu kısımda kendine geldi neyse ki. J



Vík í Mýrdal

Parkın giriş bölümüne yaklaşık 2 saat sonra geri döndüğümüzde bir ihtiyaç molası verdik, sonrasında kafeden yiyecek bir şeyler alalım dedik ama çok da beğenmeyip, vazgeçtik. İstikametimiz “Vík í Mýrdal” kısaca Vik kasabasıydı. Burada meşhur siyah kumlu plaj “Reynisfjara”yı, bir ihtimal puffin kuşlarını da görebileceğimiz “Dyrhólaey” kaya kemer oluşumunu ve “Reynisdrangar” bazalt kaya oluşumunu görmek, biraz da kasabada zaman geçirmek istiyorduk. Önümüzde Vik’e kadar takribi 2 saatlik yol vardı. Yağmurun yolun tam olarak neresinde başladığını tam hatırlamıyorum ama bardaktan boşanırcasına yağıyordu ve durmaya niyeti yok gibiydi. Farkına vardık ki Güney İzlanda yağmuruyla ünlüydü. Hiçbir bölgede bu kadar çok yağmurla karşılaşmadık. Kasabaya vardığımızda yağmur halen devam ediyordu. Üstelik bir de sis ve kuvvetli rüzgar eklenmişti. Göz gözü görmüyordu. 


Neredesin Black Sand Beach?
Bu durum maalesef ne plajda dolaşmaya, ne de taş oluşumlarını ve sevimli puffin kuşlarını görmeye olanak sağlıyordu çünkü bu sahilin hem çok güzel, hem de çok dikkat gerektiren, tehlikeli bir yer olduğuna dair birçok uyarı okumuştuk. Özellikle de kıyıya vuran azgın dalgalar nedeniyle. Boynumuz bükük olarak şehirde biraz arabayla turladıktan sonra kendimizi bir N1’e ve ardından bir markete attık. Yiyecek-içecek stoğu yaparak geceleyeceğimiz çiftlik evine doğru yola çıktık.

Çitflik evi Vik’e yaklaşık 15 dakikalık bir sürüş mesafesinde olan Skeiðflöt diye bir bölgedeydi. Şakır şakır devam eden yağmurun altında eşyaları ayarlayıp kendimizi çiftlik evine dar attık. Odamıza geçip bir şeyler yedikten sonra uykuya daldık. Çalışanları daha sempatik ve yardımcı olsaydı kalmak için daha çekici bir yer olacaktı kesinlikle.

Skógafoss

İzlanda’da geçireceğimiz sondan bir önceki gündü. Perşembe sabahı yine bir açık büfe kahvaltı seansından sonra çıktık yola. Meğer o güne kadar gördüklerimiz içinde en güzel olan şelaleyi görmeye gidiyormuşuz. “Skógafoss”u...

Skogafoss
Ulaşımı oldukça rahat. Arabanızı park ederken bile şelaleyi görebiliyorsunuz. 25 metre genişliği ve 60 metre yüksekliğiyle ülkenin en büyük şelalelerinden biri. Yine su geçirmezlerini giymeniz tavsiye olunur. Şelaleye yaklaştıkça yere düşüp etrafa saçılan su damlaları sanki yağmur gibi ıslatıyor. Yaklaşık 500 tane basamak çıkmak bana vız gelir tırıs gider derseniz, şelalenin tepesindeki platforma da tırmanabilirsiniz. Biz çıkmadık ama yemyeşil tepelerin arasından fışkıran bu devasa, heybetli ve gürül gürül akan şelaleyi aşağıdan bile izlemek çok hoşumuza gitti.

Rivayete göre bölgenin ilk Viking yerlilerinden olan Þrasi Þórólfsson, şelalenin arkasındaki mağaraya bir hazine sandığı saklamış. Yıllar sonra Skoga’da yaşayan üç adam bu hazine sandığını bulmuşlar ancak tam sandığı çekerlerken sandık kaybolmuş. Ellerinde sadece sandığın yan halkası kalmış. Bu halka ilk başlarda Skoga Kilisesi’nde, kilise kapatıldıktan sonra şimdilerdeyse Skoga Müzesi’nde sergileniyormuş.

Eyjafjallajökull

Eminim herkes “Eyjafjallajökull” yanardağını hatırlar. 2010’da Mart ayının son haftasında patlamaya başlayarak neredeyse tüm Avrupa hava trafiğini etkilemiş olan meşhur ve ismini telaffuz etmesi zor yanardağ. İşte o yanardağ İzlanda’nın güney bölgesinde bulunuyor. Patlamalar yaklaşık 6 hafta devam etmiş. Dünyanın geri kalanı için belki sadece uçak rötarları açısından dert olan bu patlamalar, İzlandalılar için tabi ki çok daha zor durumları beraberinde getirmiş. Yoğun duman ve kül bulutlarının yanısıra yer sarsıntıları, depremler, buzulların erimesi nedeniyle oluşan seller, su baskınları, elektrik fırtınaları bu zor durumlardan birkaçı sadece.


Sislerin ardında uyuyan bir dev...

Route 1 üzerinde giderken, yanardağı görmek mümkün. Biz de yamacının dibindeki Þorvaldseyri isimli çiftlik evinin önünde durarak bu çok da heybetli olmayan ama başa çok işler açan yanardağı seyre daldık. Hava bulutlu olduğundan tepesini çok da iyi göremedik. Bilgi panosundaki patlama zamanı çekilen fotoğrafları inceledik şaşkınlıkla ve yazıları okuduk. 2011 yılında açılan ziyaretçi merkezi de buraya yakın. İsterseniz uğrayıp, fotoğraf sergisini görebilir, yanardağa ait daha kapsamlı bilgi edinebilirsiniz.

Seljalandsfoss

İzlanda’nın bence eeenn sulu şelalesi “Seljalandsfoss”u görmek için 20 dakikalık kısa bir yolculuk yaptık. 60 metrelik yüksekliğe sahip şelalenin arkasındaki küçük mağaraya geçebiliyor olmanız çok ilginç bir deneyim yaşamanıza sebep olacaktır. Uygun kıyafetiniz yoksa donunuza kadar ıslanma deneyimi ve garantisi! Benim montum su geçirmez değildi, bu sebeple arabaya varınca tişörtümü ve polarımı değiştirmek zorunda kaldım. J


Seljalandsfoss önden böyle

Seljalands nehri üzerindeki şelale epey güçlü. Bunu şelaleye yaklaştıkça gitgide artan su sesinden ve damlaların yoğunluğundan anlayabiliyorsunuz. Şelalenin arkasına geçebilmek için yavaş yavaş ve dikkatlice basamakları tırmandık. Zaman zaman basamaklar kayboldu ve darlaşan patikada karşıdan gelenlere yol vermek durumunda kaldık. İnişlerin çıkışların ardından arkadaki küçük mağaraya vardık. Tal’la birbirimizle bağıra çağıra konuşuyorduk artık ve yüzümü gözümüz su içindeydi. Olduğumuz yerde çok da fazla duramadık çünkü sürekli insanlar gelmeye devam ediyordu. Makinelerimizi çok fazla ıslatmamaya çalışarak birkaç foto çektik/çektirdik ve dosdoğru arabaya geri döndük. Tamam burası da pek güzel ama hala favori şelalemiz Skógafoss! Sırada Golden Circle vardı. Artık yavaş yavaş başlangıç noktamıza geri dönüyorduk.

Seljalandsfoss arkadan böyle

Hiç yorum yok: