EDINBURGH, HIGHLANDS, STIRLING
“Edinbraaa” diyor İskoçlar şehirlerine. Biz de kendimizi bu
şekilde telaffuz eder bulduk bir süre sonra dilimiz mahkum. Uçaktan iner inmez çoğu Avrupa şehrinde yaşadığımız kıskançlık
duygusu yine baş gösterdi. Adamlar ne güzel yerlerde yaşıyor… Neden biz güzelim
memleketimizi hunharca yok ediyoruz. Biricik memleketimizi el birliğiyle bozmak
bize inceden inceye bir haz mı veriyor acaba? Düşünmeden edemedik.
Gayda sesi duymadan İskoçya'yı gezmek? İmkansız! |
Henüz trenle havaalanından şehir merkezine gidiş yok.
Sadece Airlink otobüsünü kullanabiliyorsunuz. Ama şehirde halihazırda devam
eden ve yerellerin pek hoşlanmadığı bir raylı sistem projesi var. Ertesi gün
katılacağımız gezideki rehberimiz “Temelde sadece havaalanına gidiş-geliş için
kullanılacak. Ama zaten bunu gerçekleştiren otobüslerimiz var!” diyerek şehir
halkının bu projeyi pek de onaylamadığını açıkça belirtti. Proje şimdiden 2 yıl
gecikmiş ve 200 milyon pound bütçeyi aşmış durumdaymış.
Bu arada adayla ilgili garip olan bir şey tabi ki
trafiğin bize göre tersten (onlara göre doğru yönden) olması. Bu durum
imanımızı gevretti. Araba çarpmadan memlekete dönebildik ya ona da şükür. Her
karşıdan karşıya geçiş olay olur mu? Her seferinde insan kafayı yanlış yöne mi
çevirir! 10 günde alışamadık gitti!
ters trafik! |
İskoçya’nın jeolojik yapısı ilginç. “Loch” yani göllerle
kaplı her yer. Çoğunluğu tektonik, depremler sonucu oluşmuş. Artık aktif
olmayan bir volkanın hemen dibinde kurulmuş Edinburgh, “Arthur’s Seat”. Çok
istedik tepesine kadar tırmanalım ama olmadı. O kısma geleceğim.
Şehir bayağı inişli çıkışlı. Yokuş dolu. Yürümek için en
ideal şehir değil belki ama her yer birbirine yakın. Biz sadece Leith’e gitmek
için otobüs bileti aldık. Onun dışında hep yürüdük. Özellikle Royal Mile üzerinde
birçok “Close” var. Şehrin önemli şahıslarının isimleri verilmiş bu close’lar /
aralıklar aslında bizim kestirme diyebileceğimiz türden ana caddeleri birbirine
bağlayan dar merdivenler.
"close" |
Edinburgh Kalesi şehrin en önemli turistik yeri. Yine volkanik bir kaya bloğunun üstüne inşa edilmiş. Şehre tepeden hakim kalede
dolanırken hava serin ve rüzgarlı, arada da çisentiliydi. Ağustos’un sondan bir
önceki günü olmasının da etkisi yadsınamaz. Havanın grisi, kalenin grisi ve
aralara serpilmiş yeşil çimenler. Birbirine yakışıyor bu iki renk. Bu arada her sene yaz ayında kalenin bahçesinde "The Royal Edinburgh Military Tattoo" isimli müzik ve eğlenceden ibaret bir gösteri düzenleniyormuş. Braveheart -
William Wallace- bu kaleyi İngilizlerden ele geçirebilmiş. Kalabalıkla beraber
oradan oraya sürüklenir gibi gezdik biraz kaleyi aslında.
Solda Edinburgh Kalesi |
"Military Tattoo" sonrası ortalık toparlanıyordu |
Orta Çağ’dan kalma “Mons Meg” zamanında İngilizler’in
korkulu rüyasıymış. Ya kaleyi savunmada ya da kutlama zamanlarında ateşlenirmiş
bu top. Kalenin en eski binası 12. Yy’dan kalma St. Margaret Şapeli. Kral 1.
David tarafından annesi için yaptırılmış. Belki içerisi o kadar kalabalık
olmasa daha değişik hissiyatlarla orada durabilirdik ama ufak ve nemliydi.
Klostrofobi de varsa pek durulmaz burada!
Mons Meg |
Yarım-Ay bataryası ismini gerçekten şeklinden almış.
Toplar kalenin yarım ay şeklindeki duvarında yanyana diziliydi. Askerlerin
sadık dostları köpekler için bir köpek mezarlığı vardı bahçenin bir köşesinde.
Yarım Ay bataryasından şehir manzarası |
Köpek mezarlığı |
Kral
4.James için 1500-1503 arasında inşa edilmiş Büyük Salon’da birçok zırh, kılıç,
şövalye kıyafetleri sergileniyor. Dev bir şöminesi var. Sadece çatısı ilk inşa
edildiği zamandan kalmış.
Büyük salonda kılıçlar, zırhlar. |
Bence kalenin en ilginç bölümü “Prisons of War”
denilen “Savaş Hapisaneleri” kısmıydı.
Bir hücre.. |
Mahkumların hücrelerini eski
zamanlardaki gibi canlandırmaya çalışmışlar. Yedikleri, içtikleri, yattıkları,
çamaşırlarını yıkadıkları yerler karşımızda duruyordu. Duvarda mahkumların
uyması gereken kurallar listesi de asılıydı, ki bu kurallar günümüzde de halen
geçerlidir diye düşünüyorum.
Heisenberg burada mıymış? : / |
En son girdiğimiz bölüm silahların sergilendiği
bölüm oldu. İskoç etekleri – kiltler ve silahlar… Kilt’le ilgili olarak
rehberin söylediği tek şey aklımda kaldı. “Adamlar onu giyince üşümüyorlar mı
diye sorar herkes ama merak etmeyin gerekli bütün önlemler alınıyor!” =) İskoç
erkeklerin bu geleneksel kıyafeti sadece tartan-ekose etekten oluşmuyor zaten.
Paltosu, şapkası, çorabı derken bir set şeklinde. Aslında Highlands bölgesinin
geleneksel kıyafetiymiş önceleri. Sonrasında tüm ülkeye yayılmış. Düğünlerde,
mezuniyetlerde, “Hogmanay” dedikleri yeni yıl kutlaması sırasında hep kilt
giyiyorlarmış.
Edinburgh |
İskoçya dedik mi çoğunluğun aklına viski gelir sanırım. Şehir
dışındaki viski damıtım fabrikalarına günübirlik geziler var ama biz Edinburgh
kalesinin yakınındaki “The Scotch Whisky Experience”e katıldık.
Gelmeden ilk
gün için rezervasyon yaptırmıştım. Tal’la beraber bir viski fıçısının içine
oturtulduk. Viskinin üretim sürecini rayın üzerinde giderken interaktif bir
şekilde izledik. Viskinin meşe fıçıda 3 yıl dinlendirilmesi yasal bir
zorunlulukmuş. İskoç viskisinin üretimine dair ilk yazılı referanslara 1494’te
rastlanmış.
Viski tanıtım ve tadım bölümü geldiğinde serin bir odada oturduk. Yanımdaki
neşeli Kanadalı amca pek heyecanlıydı. İskoçya’da ana olarak dört viski üretim
bölgesi bulunuyormuş. Highlands, Lowlands, Speyside, Islay. Campbeltown diye
beşinci bir bölge de varmış ama orada hiç fabrika kalmamış. Kimisi daha limoni
tatlarda, kimisi daha baharatlı, vs. Sanki parfüm! Bize dağıttıkları koku
kartlarında hangi bölgedeki viskinin nasıl koktuğuna dair biraz fikir edindik.
Viski bardağımızı hangi bölgeden tatmak istersek o renge bıraktık |
Viskiyle
aram hiç iyi olmadı. Tadım kısmında çuvalladım! Kesin bilgi: Viski bana göre
değil! Epey büyük bir viski koleksiyonunu tanıttılar.
Evet o gaydacının içinde viski varmış |
Viski severseniz pub da
oturup biraz daha içmeye devam edebilirsiniz. Çıkıştaki dükkanda mini mini
şişelerde viskiler, viskili soslar, sirkeler, şuruplar satılıyor.
viskili nevaleler |
Buradan ayrılıp hemen karşı köşedeki İlüzyon Dünyası’na girdik.
Fwd E-mail konularının vazgeçilmezlerinden olan “göz yanılsama”larını bir
kenara bırakacak olursak “Camera Obscura” ve “Vortex Tüneli” için buraya
uğranabilir. 1835’de açılan Camera Obscura şehirde casusluk yapabileceğiniz bir
yer. Kamera, televizyon, fotoğraf makinesi vb. görsel hiçbir aletin henüz icat
edilmediği bir dönemde hareketli görüntülerin insanlar tarafından izlenebilmesi
büyük bir olaymış tabi ki. Çok da ilgi çekmiş. Sahibi Maria Short bu işten bol
para kazanmış. Gözetleme kulesinin tepesine kurulmuş alet bir periskop,
mercekler, aynalar, uzunca bir manevra sopası ve beyaz bir masadan oluşuyor.
Şehrin görüntüsü bu beyaz masaya yansıtılıyor.
Vortex Tünelinden mideniz
bulanıp, başınız dönecek. Tal üstüste 3 kere geçti içinden ben sadece birde
kaldım.
Buradan çıkınca Kraliyet Yolu’nda yürümeye devam ettik.
St. Giles Katedrali Kraliyet Yolu’nun tam ortasında şaşalı bir şekilde
bekliyordu. Taç şeklindeki kubbesi en gösterişli ve değişik kısmı. Ortaçağ’da
yapılmış.
St. Giles Katedrali |
Tal akşam yemeği için bir İtalyan restoranında yer
ayırtmıştı. Eski şehir merkezinden yeni şehir merkezine doğru yürüdük. Hava
kararmaya başladıkça daha da serinledi. Bir ara kaybolmuştuk sanki. Ana
caddeden ziyade ara sokaklarda, evlerin arasında yürüyorduk.
Glasshouse |
Yeni şehirde yürürken güneş batıyordu |
Brunswick
sokağının köşesindeki Vittoria’ya ulaşabildik ama en sonunda. Makarna, pizza,
şarap, tiramisu ziyafeti ve içerisinin sıcaklığı bizi bizden aldı. Donan
kanımız ısındı. Bu arada restoranın kaldığımız otele daha yakın bir şubesi
olduğunu da öğrendik… =)
Cumartesi günü için günübirlik bir tur ayarlamıştım,
“Highlands” turu. Günümüzün çoğu, tur otobüsünün en arka koltuğunda uyuyup
uyanıp, yemek yiyip, çıkıp yürüyüp durmakla geçti. Ama değdi mi derseniz değdi
derim. Çünkü J.R.R Tolkien’in Orta Dünya’yı yaratırken nelerden ilham aldığını
dünya gözüyle görmemizi sağladı. Ne var ki; (sonradan gidip gördüğümüz) çocukluğunu
geçirdiği Birmingham’daki Sarehole Mill-Değirmeni ve Moseley Bog-Bataklığı’ndan
daha çok, İskoçya’nın Highlands denilen bölgesi sanki Orta Dünya’ydı.
Highlands’e Yüksek Topraklar diyebiliriz sanırım Türkçe’si olarak. Hatta biraz
da sanki Game of Thrones’un Westeros’u buralar. Ayrıca özellikle kuzey
kesimlerdeki Galce tabelaları okudukça da insan kendini Orta Dünya’da sanıyor.
O kitaplarda yaratılan dil ile Galce sözcükler o kadar benziyor ki birbirine.
Galce Orta Dünya dili sanki |
İlk olarak Pitlochry diye küçük bir kasabada mola verdik.
Rehberimiz ve aynı zamanda şoförümüz Howard sevimli bir İskoç’tu. İngilizce
biliyor olmak bazen İskoç’ları anlamaya yetmiyor. Telaffuz, vurgular, aksan
çook değişik olabiliyor.
Pitlochry'de Eski Han |
Inverness'e giderken |
kah bulut kah güneş |
Benim İskoçya ile ilgili en çok şaşırdığım şey, bu
kadar çok kamp alanı ve golf sahası olmasıydı etrafta. Bu ikisi bayağı popüler
aktiviteler. Kır yolları o kadar kalabalıktı ki. İnsanlar haftasonu için kamp
yapmaya, golf oynamaya doğaya kaçıyor. Uzunca bir yolculuğun ardından
Highlands’in başkenti Inverness’deydik artık.
Ness ve Inverness |
Nüfusu sadece 600bin. Kışın 18
saat gece olması biraz can sıkıcı. Şehrin içinden geçen Ness nehri Kuzey
Denizi’ne dökülüyor. Zaten Inverness - Inbhir Nis - Galce’de Ness’in ağzı
demekmiş. Efsanevi göl canavarı Nessie’nin yuvası “Loch Ness”e doğru devam etti
yolculuğumuz. Onların Nessie’si bizim de Van gölü canavarımız var.
Loch Ness |
hava tahmini olayını çözmüşler! :P |
ahanda canavar! |
Denen o ki
milyonlarca yıl önce bir dinozor burada sıkışmış ve sonradan canavara dönüşmüş.
Belki biz görürüz diye göl üstündeki tekne turuna katılmayı ihmal etmedik ama
nafile hiçbir şey çıkmadı karşımıza. Üstüne bir de yağmur başlayınca pencelerelerin
arkasından izlemek durumunda kaldık güzel manzarayı. Urquhart Kalesi’ne kadar
giderek tekneyle geri döndük. Neyse ki tam o sırada güneş açtı.
Romalılar vakti zamanında İskoçya’ya kadar uzanmış ve
buraya Caledonia adını vermişler. Göl kenarı boyunca Caledonia’daki gezintimiz
devam etti. Bu arada tüm gün İskoç müzisyenlerin şarkılarını ve tabi ki gayda
dinledik. Gayda bir süre sonra beyinde uyuşturma etkisi yaratabiliyor. =)
Howard verdiğimiz bir mola sırasında bize “Fudge” aldı getirdi.
İskoçların
dünyaya kazandırdığı en önemli şeylerden biri olduğunu da ekledi. Bolca tereyağ,
şeker ve karamelden yapılan bir şeker Fudge, bence tablet şeklinde olan değil
ama vanilyalı yapışık fudge fena değil. Viskilisini bile yaptıklarını söylememe
gerek var mı?
Artık Linnhe gölünün kenarındaydık. Bir sonraki durağımız
Inverlochy Kalesi oldu. Badenoch lordu John Comyn tarafından 1280’de
yaptırılmış bu kale Bağımsızlık Savaşları sırasında da stratejik açıdan önemliymiş.
Kanlı günler geçirmiş ama şu anda bu taş yığınları huzur dolu bir yer.
Inverlochy Kalesi |
John
Comyn, Robert the Bruce ile beraber İskoçların Muhafızlığı görevini paylaşmış.
Ama gelin görün ki Robert Comyn’i öldürerek Krallığını ilan etmiş. Denilene
göre; aslında önce Comyn’in kendisini öldüreceğini düşünen Robert ondan daha
hızlı davranmış!
Kanlı demişken, soyadınız Campbell ise İskoçya’da pek
sevilmeme ihtimaliniz var. Adları çıkmış çünkü Glen Coe (Coe vadisi) denilen
bölgede 1692 yılında çok kanlı bir baskınla MacDonald klanını yok etmişler.
Sebep de MacDonald’ların yeni monarşiye bağlılık yemini etmekte gecikmesi. Bu
katliamın yaşandığı bölgede durduk. Üç Kızkardeş adı verilen dağlarla çevrili
çok güzel bir vadi. Aşağıda Coe nehri akıyor. Trekking için ideal. Ateş ve buz
oluşturmuş buraları. Volkanlar, buzullar içiçeymiş milyonlarca yıl önce. İnsanların
bu bölgeye ilk olarak 6000 ila 8000 yıl önce geldiği tahmin ediliyormuş.
Glencoe |
Artık dönüş yoluna geçmiştik. Yol kenarında verdiğimiz
molada sıcak ve bol malzemeli balık çorbası içtik. En son durağımız uzaktan
Stirling Kalesi idi. Geçerken uğradık. Yine uzaktan Wallace Anıtı’nı da gördük.
William Wallace, nam-ı diğer Braveheart için dikilmiş bu anıt. Howard,
Braveheart filminin güzel bir aksiyon filmi oduğunu ama bazı tarihi saçmalıklar
içerdiğini söyledi. Mesela o zamanlarda yaşayan erkekler savaştan önce
yüzlerini maviye boyamazmış. Wallace’ın “Özgürlüüüükk” diye bağırmasını da
saçma bulmuşlar. Aslen, Wallace’ın başladığı özgürlük savaşını sürdüren ve
başarıya kavuşturan Robert the Bruce olmuş.
İskoçya etrafında neredeyse büyükçe bir daire çizmiş olarak
şehre geri döndüğümüzde hava çoktan kararmıştı. Bir rezervasyonumuz daha vardı.
Bu sefer en meşhur close’lardan birini görmek için. “The Real” St. Mary King’s
Close…
Mary şehrin önemli kadın tüccarlarından biriymiş. Diğer close’lar
yerüstünde, buysa geçen zaman içinde yer altında kalmış. Üzerine birçok yapı
inşa edilmiş. Herkesin diline eski hayalet hikayeleri de dolanmış tabi ve
karanlık öyküler… İçerisi oldukça sıcak, yazın nasıl oluyordur tahmin
edemiyorum! Fotoğraf çekmek yasak. Öncelikle close’un yanında dizili evleri,
ahırları gezdik. Küçücük odalarda 15-20 kişi yaşıyormuş. Odanın bir köşesinde
bir kova duruyor, malum ihtiyacınızı gidermek için. Sabahları evin en küçüğü
camdan close’a boşaltıyormuş o kovayı! E veba yayılmış tabi o pislik içinde. Veba
hastaları da bu odalarda kalıyormuş. Sefalet, yoksulluk. Tedavi edilemeyen
çoluk, çocuk binlerce insan salgınlarda yok olmuş. Veba doktorları yüzlerine
taktıkları veba maskesinden ziyade üzerlerine giydikleri kalın pelerinler
sayesinde vebadan korunuyormuş. Çünkü bu sayede vebayı bulaştıran bitler
derilerine ulaşamıyormuş. Dan Brown - Cehennem kitabında şöyle anlatıyor veba doktorlarını:
“Üçüncü hendekteki günahkar topluluğunun arasında, ortaçağın ikonik
görüntülerinden biri yer alıyordu: kuş gibi uzun gagalı bir maskesi ve donuk
gözleri olan, pelerinli bir adam.” Korkutucu değil ama tümüyle ürpertici bir ortam!
Gündüz de geçtik Grassmarket'ten |
İdama götürülen mahkumlar burada son içkilerini
içerlermiş. Eskiden kasvetli bir havası vardı belki buranın ama şimdilerde öyle
değil kesinlikle. İçerisi tıklım tıklım ve bayağı gürültülüydü, burada
oturmadık. Onun yerine Royal Mile üzerindeki “the World’s End”e gittik. O yorgunluğun
üstüne İskoç birasını hak etmiştik! Pub’a dünyanın sonu denmesinin sebebi
eskiden şehir duvarlarının burada sona eriyor olmasıymış. Buranın dışı şehir
sakinlerine göre dünyanın da sonuymuş!
Dünyanın sonunda barın tavanı paralarla kaplıydı! |
Pazar günü Stirling ve kalesini bu defa yakından görmek için
sabah erken trenle yola çıktık. Bizde giyim eşyaları satan Marks &
Spencer’ın Birleşik Krallık’ta her köşebaşında hatta her istasyonda bir M&S
Food dükkanı var. Kahvaltılıklarımızı buradan aldık her gün. Hazır sandviçler,
meyve kokteylleri, hamur işleri, taze meyve suları, kuruyemiş, vs. Gün içinde
yanımızda olsun diye atıştırmalıklar da alıyorduk. Nedense annelerimizden kalma
bir alışkanlıkla herhalde, ya gittiğimiz yerde yiyecek bir şey bulamazsak diye
sırt çantalarımızı tıka basa yiyecek/içecekle doldurma huyuna sahibiz ikimiz
de. Kahvaltımızı güzel bir manzara eşliğinde ederek yaklaşık 1 saat sonra Stirling’e
vardık. Daha kimsecikler uyanmamış gibiydi. Kaleden başka da çok bir numarası
yok ama kale de kale hani. Edinburgh kalesinden daha güzel geldi bana, burayı
daha çok sevdim. Ama henüz Warwick kalesini görmemiştim.
Stirling Kalesi'ne çıkan yol |
Rehberin söylediğine göre bu kalenin stratejik konumu
sebebiyle önemi büyükmüş. Tüm yönlere hakim bir tepe üzerinde kurulmuş.
Saldırılara karşı avantajı bu yüzdenmiş. Rehber o kadar çok kral ve kraliçe
ismi saydı ki aklımda tutmadım ama en önemlileri Kral 5. James ve onun kızı
İskoçların Kraliçesi Mary anladığım kadarıyla.
Kalenin dik ve yüksek duvarı, ordaaa bir Tal var uzakta! |
Acıdır ki babası kızının
doğumundan altı gün sonra ölmüş ve Mary bir bebek kraliçe olmuş. Kale tam sekiz
kere kuşatılmış, İngilizler ve İskoçlar arasında el değiştirmiş. Birçok farklı
binadan oluşuyor. Şapelde vaftiz ve taç giyme törenleri düzenlenirmiş. 1530’da
inşa edilmeye başlanan saray çok büyük bütçeli bir restorasyon süreci geçirmiş
ve eski zamanlardaki haline döndürülmüş. Halılar, işlemeler, eşyalar hepsi
elden geçirilmiş. Boynuzlu at figürü duvarlarda hep karşımıza çıktı.
Kral 5. James böyle biriymiş. |
Meğer
aslan kraliyeti simgelerken, boynuzlu at da hizmetkarları simgeliyormuş. Uyanık
Danimarkalılar ve Norveçliler sözde boynuzları panzehir diye kraliyet ailesine
yutturuyormuş!
Boynuzlu atın boynuzu! |
Stirling Heads, ahşap oymacılık ürünleri olarak sarayın
tavanlarını süslermiş. Kraliyet üyelerinin tabloları gibi düşünülebilir. Büyük
Hol’de gözalıcı ziyafetler gerçekleşirmiş. Hatta eğlence için buranın içine
dumanlar eşliğinde bir gemi bile sokulup çıkarılırmış. Üçgen şekilli çatısı
meşe ağacından yapılmış ve bir şaheser kabul ediliyor.
Kraliçe'nin odası |
Kralın Eski Binası, Argyll
ve Sutherland Highlanders adı verilen İskoç alayına adanmış bir müze. Bu alay
Çanakkale Savaşı dahil dünya çapında birçok savaşta görev almış.
Çanakkale'de savaşan askerlerin mektupları, cephede ele geçirilen bir bıçak, Türk'e aitmiş |
Kalenin en
eğlenceli kısmı bence mutfak kısmıydı. Kralları, kraliçeleri o kadar askeri
doyurmak zor zanaat. Kalenin boyutları düşünülünce mutfak kısmı nispeten küçük
kalıyordu gerçi. Mutfak o zamandan kalma gibi döşenmişti. Yiyecek, içecekler,
aşçılar. Eski zamanlarda neler yenilir içilirdi anlatılıyor. Birde hep ses var
içeride. Konuşmalar dönüyor. Yemeklerde kalenin kendi bahçesinde yetiştirilen
sebze, meyveler kullanılırmış.
Mutfakta hummalı bir çalışma |
Kalenin dışında Kral Robert
the Bruce’un büyükçe bir heykeli var. Ne de olsa Bannockburn Savaşı’yla kaleyi
İngilizlerden geri almayı başarmış. Bağımsızlık mücadelesini başlatan William Wallace’un
anıtına da gitmeyi planlıyorduk ama vazgeçtik. Otobüs ya da taksiyle
gidilebiliyormuş.
Bannockburn Savaşı burada yapılmış |
İskoçlar'ın da bir Hezarfen Ahmed Çelebi'si varmış! |
Kaleden ayrıldıktan sonra
Holy Rude Kilisesi’ne girdik. Şehrin en eski binalarından biriymiş ve en
sevilen Kraliçe Mary’nin oğlu 6. James’in taç giyme töreni burada yapılmış.
Eski şehir hapisanesine de girdik. İçeride bir sergi vardı. Hücrelerin bir
kısmı restore edilmiş, bir kısmı ilk bulunduğu zamanındaki haliyle korunmuştu.
Serginin parçası olan bir hücre |
Edinburgh’a dönüşümüz yine
akşamı buldu ama hava aydınlıktı bu defa. Önce Greyfriars Bobby’nin heykeline
gittik. Bobby, Skye Terrier cinsi ve sahibi John Gray’e çok sadık bir köpekmiş.
Öyle ki Gray 1858’de tüberkülozdan ölüp Greyfriars mezarlığına gömüldükten
sonra 14 yıl boyunca hiç mezarının başından ayrılmamış. Mezarlık bekçisi onu
çok kereler dışarı çıkarmaya çalışmış ama başarılı olamamış. Bobby öldüğünde de
kilise bahçesinin girişine doğru bir yere gömülmüş.
Bobby'nin mezarı |
Greyfriars Kirkyard –
mezarlığı bakımsızdı aslında. Bazı mezar taşları boyumuzu geçen yükseklikteydi,
ki bunlara mezar duvarı denilebilir. Üzerlerinde iskelet/kurukafa figürleri
olan mezar taşları pek de başyapıt sayılmazlar.
mezar duvarları ve ev duvarları neredeyse içiçe |
Mezarlar genellikle bizim
tanımadığımız ama İskoçlar için önemli bilim adamları, edebiyatçılar, mimarlar,
avukatlara, din adamlarına ait. Söylentiye göre Harry Potter’ın yazarı
J.K.Rowling, Voldemort yani Tom Riddle’in ismini burada gördüğü bir mezar
taşından ilham alarak oluşturmuş, Thomas Riddell’ınkinden. Bu tuhaf yerde
dolanırken daha tuhaf bir manzarayla da karşılaştık. Mezarlığın orta yerinde
piknik yapan bir aileyle! =)
Tal akşam yemeği için
“dünyaca ünlü” Frankenstein pub/restoranda yer ayırtmıştı. Kendilerini böyle
adlandırmışlar. Ben bir klasik olan “Fish & chips”i denedim. Tal ise
hamburger. Fena değildi ikisi de. Bu arada o gece karaoke gecesine denk
gelmiştik. Güzel müzikler dinlemek yerine insanların güzel(!) seslerine maruz
kaldık. =)
Frankenstein'de hep aynı film dönüyordu =) |
hamburger vs balık |
Biz restorandan çıktığımızda
akıntıya kürek çeker gibiydik resmen. Tüm caddeler ve sokaklar insane seli. Bizimle
aksi istikamette üstümüze doğru yürüyordu herkes. Kalede hazırlıklarını
gördüğümüz havai fişek şovunun eşlik ettiği konser dağılmıştı çünkü. İlginçtir
ki, konser alanını gören tüm yollar polis barikatlarıyla çevrilmiş ve yine
alanı gören dükkanların vitrinlerinde “konseri dükkandan izlemek için biletler
bilmem ne kadar” diye kağıtlar asılıydı! Adamlar işi sağlama almış. İlla ki bir
yerlerden beleşe görülmüştür ama biz denk gelmedik. Kalabalıkla beraber
sokaklarda gezinirken başka bir eğlence sokağı Rose Street’e kadar gelmiştik.
Restoranların, pubların olduğu bu uzun sokak pek sakindi. Galiba o gece bütün
şehir gösterideydi.
Günümüzde Princes Street Gardens denilen yemyeşil park
eskiden Loch Nor – Kuzey gölüymüş. Ama göl demek yersiz çünkü bütün şehrin
kanalizasyonunun akıtıldığı bir bataklık ve pislik yuvasıymış gerçekte. Hatta
vakti zamanında “cadı” olduğundan şüphenilenler buraya atılır, kurtulursa cadı
olduğu anlaşılıp idam edilir, kurtulamazsa masum olduğu kanıtlanmış olur ama
öldüğüyle kalırmış. İlginç insan mantığı!
Princes Street Gardens |
Edebiyatçı Sir Walter Scott'a adanmış Scott Anıtı |
Parkın en ucu Waverley tren
istasyonu. Tren istasyonu ve park şehri eski ve yeni şehir olarak ikiye
ayırıyor. Son günümüzde istasyondan kahvaltılıklarımızı alıp bu parkta yedik,
içtik. Sonra da otobüse atlayıp ver elini Leith. Yüzyıllardan beri Edinburgh’un
denize açılan kapısı olmuş. Eski orijinal limanın tarihi 14. Yy’a dayanıyormuş.
Bizim Leith’e gitme sebebimiz Kraliyet Yatı Britannia’yı görmekti. Yata giriş marinada
bir alışveriş merkezinin içinden. Otobüs tam önünde duruyor.
Britannia'da katlar arası geçiş yandaki gri bölümden |
Britannia 1953’den
1997’ye kadar 44 sene boyunca Kraliyet ailesinin hizmetinde kalmış. Bu arada
dünyayı dolaşmış, toplam 3 kere Türkiye’ye gelmiş. Yat yüzen bir saray gibi.
Her tür konfor, lüks düşünülmüş ama bir yandan sadelik hakim. Garajı bile var!
Kraliçe'nin kamarası |
Akşam yemeği sonrası toplanılan sohbet odası |
Ziyafet odası |
1 milyon mil kutlama fotoğrafı yatın makine dairesinde asılı |
1994’e
kadar 1 milyon mil yol yapmış yatın makine dairesine de girilebiliyor. Yatın
dışında “Yottie”lere yani yatta çalışan denizcilere adanmış bir de heykel
duruyor. Nereden baksanız 2-3 saatimizi aldı yatı gezmek.
Yottie anıtı |
Yottie kamarası Kraliçe'ninkine benzemiyor tabi! |
Otobüse binip tekrar eski şehir merkezi yerine bayağı
dolambaçlı bir yoldan Hollyrood Sarayı ve Arthur’s Seat’in olduğu bölgeye
vardık. Sarayın içine girmedik. Kraliçe’nin genellikle yaz tatillerinde geldiği
yermiş burası.
Arthur's Seat'den bakınca sağda Hollyrood Sarayı |
Hollyrood Park’ın içindeki eski bir volkan kalıntısı olan
Arthur’s Seat’e tırmanmak o anda ne akla hizmetse cazip geldi. Yaklaşık 1 saat
tırmandık durduk. Ama hala asıl noktaya varamamıştık. Hatta daha bir S bile
çizememiştik.
Calton Hill'den Arthur's Seat |
Arthur's Seat'de anca bu kadar yükseğe tırmanabildik |
Akşama Birmingham trenini kaçırmamak için geri dönmeye karar
verdik. Daha merak ettiğimiz diğer yerler vardı. Arthur’s Seat’in tam
karşısındaki Calton Hill mesela. Hem burası daha bir tırmanılabilir
gözüküyordu! =) Böylece başladık yine yürümeye. Önce aşağı iniş, sonra yine
tırmanma, Regent Road boyunca ve sonunda varış. Bu tepede yaklaşık 340 milyon
yıl önce yine buzullar ve volkanik aktivitelerin sonucu oluşmuş. Tepede birçok
anıt var. Örneğin İskoç aydınlanmasının öncülerinden Dugald Stewart için
yapılanı bir tanesi. Tamamlanamamış bir de şehitler anıtı var.
Calton Hill'den şehir manzarası ve sağda Dugald Anıtı |
Rüzgarlı tepe ve uzaklarda Kuzey Denizi |
Tepelere tırmanmış, saatlerce yürümüştük. Trene kadar
kalan az zamanımızda karnımızı doyurmalıydık. İşte bu sırada Pizza Express’i
keşfettik. Tal çok beğendiği fesleğenli tavuklu bir makarna yedi. Bende bir
pizza. Simit şeklinde ortası delik ve bu boşlukta salatayla dolu olan bir
pizza. Porsiyon benim için ideal.
Hayatımızdaki en rahatsız ve sıkıcı tren yolculuğunun
başlayacağını bilseydik aslında belki o gece de Edinburgh’da kalırdık. =)
Birmingham’a gitmek yaklaşık 4 saat sürdü. O saatler boyunca tam yanımızdaki
koltuklar aşırı gürültücü bir aile tarafından işgal edilmişti. 4 saat boyunca
tüm aile fertleri konuşur mu birbiriyle? Üstelik bağıra bağıra. Konuştular.
Zaman zaman bakışlarımızla mağdur olduğumuzu belli etmeye çalıştık ama nafile!
Görevli Tal’ı telefonuyla kısık sesle konuşmasına rağmen “telefon yasak” diye
uyardı ama onlara kimse bir şey demedi. Bir ara uyuyabildim. Tal hiç
uyumamıştı. Trenden indiğimizde şükrettik! Birmingham New Street İstasyonu’ndaydık.
İskoçya’yı özlediğimizde “Trainspotting” ve “Local Hero”yu tekrar izleyeceğiz
artık. =)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder