7 Kasım 2013 Perşembe

BU SEFER İSKOÇYA'YA...

EDINBURGH, HIGHLANDS, STIRLING

“Edinbraaa” diyor İskoçlar şehirlerine. Biz de kendimizi bu şekilde telaffuz eder bulduk bir süre sonra dilimiz mahkum. Uçaktan iner inmez çoğu Avrupa şehrinde yaşadığımız kıskançlık duygusu yine baş gösterdi. Adamlar ne güzel yerlerde yaşıyor… Neden biz güzelim memleketimizi hunharca yok ediyoruz. Biricik memleketimizi el birliğiyle bozmak bize inceden inceye bir haz mı veriyor acaba? Düşünmeden edemedik.

Gayda sesi duymadan İskoçya'yı gezmek? İmkansız!



Henüz trenle havaalanından şehir merkezine gidiş yok. Sadece Airlink otobüsünü kullanabiliyorsunuz. Ama şehirde halihazırda devam eden ve yerellerin pek hoşlanmadığı bir raylı sistem projesi var. Ertesi gün katılacağımız gezideki rehberimiz “Temelde sadece havaalanına gidiş-geliş için kullanılacak. Ama zaten bunu gerçekleştiren otobüslerimiz var!” diyerek şehir halkının bu projeyi pek de onaylamadığını açıkça belirtti. Proje şimdiden 2 yıl gecikmiş ve 200 milyon pound bütçeyi aşmış durumdaymış.
Bu arada adayla ilgili garip olan bir şey tabi ki trafiğin bize göre tersten (onlara göre doğru yönden) olması. Bu durum imanımızı gevretti. Araba çarpmadan memlekete dönebildik ya ona da şükür. Her karşıdan karşıya geçiş olay olur mu? Her seferinde insan kafayı yanlış yöne mi çevirir! 10 günde alışamadık gitti!

ters trafik!
İskoçya’nın jeolojik yapısı ilginç. “Loch” yani göllerle kaplı her yer. Çoğunluğu tektonik, depremler sonucu oluşmuş. Artık aktif olmayan bir volkanın hemen dibinde kurulmuş Edinburgh, “Arthur’s Seat”. Çok istedik tepesine kadar tırmanalım ama olmadı. O kısma geleceğim.
Şehir bayağı inişli çıkışlı. Yokuş dolu. Yürümek için en ideal şehir değil belki ama her yer birbirine yakın. Biz sadece Leith’e gitmek için otobüs bileti aldık. Onun dışında hep yürüdük. Özellikle Royal Mile üzerinde birçok “Close” var. Şehrin önemli şahıslarının isimleri verilmiş bu close’lar / aralıklar aslında bizim kestirme diyebileceğimiz türden ana caddeleri birbirine bağlayan dar merdivenler.

"close"
Edinburgh Kalesi şehrin en önemli turistik yeri. Yine volkanik bir kaya bloğunun üstüne inşa edilmiş. Şehre tepeden hakim kalede dolanırken hava serin ve rüzgarlı, arada da çisentiliydi. Ağustos’un sondan bir önceki günü olmasının da etkisi yadsınamaz. Havanın grisi, kalenin grisi ve aralara serpilmiş yeşil çimenler. Birbirine yakışıyor bu iki renk. Bu arada her sene yaz ayında kalenin bahçesinde "The Royal Edinburgh Military Tattoo" isimli müzik ve eğlenceden ibaret bir gösteri düzenleniyormuş. Braveheart - William Wallace- bu kaleyi İngilizlerden ele geçirebilmiş. Kalabalıkla beraber oradan oraya sürüklenir gibi gezdik biraz kaleyi aslında.

Solda Edinburgh Kalesi

"Military Tattoo" sonrası ortalık toparlanıyordu


Orta Çağ’dan kalma “Mons Meg” zamanında İngilizler’in korkulu rüyasıymış. Ya kaleyi savunmada ya da kutlama zamanlarında ateşlenirmiş bu top. Kalenin en eski binası 12. Yy’dan kalma St. Margaret Şapeli. Kral 1. David tarafından annesi için yaptırılmış. Belki içerisi o kadar kalabalık olmasa daha değişik hissiyatlarla orada durabilirdik ama ufak ve nemliydi. Klostrofobi de varsa pek durulmaz burada!

Mons Meg

Yarım-Ay bataryası ismini gerçekten şeklinden almış. Toplar kalenin yarım ay şeklindeki duvarında yanyana diziliydi. Askerlerin sadık dostları köpekler için bir köpek mezarlığı vardı bahçenin bir köşesinde. 


Yarım Ay bataryasından şehir manzarası

Köpek mezarlığı
Kral 4.James için 1500-1503 arasında inşa edilmiş Büyük Salon’da birçok zırh, kılıç, şövalye kıyafetleri sergileniyor. Dev bir şöminesi var. Sadece çatısı ilk inşa edildiği zamandan kalmış. 

Büyük salonda kılıçlar, zırhlar.

Bence kalenin en ilginç bölümü “Prisons of War” denilen “Savaş Hapisaneleri” kısmıydı. 

Bir hücre..
Mahkumların hücrelerini eski zamanlardaki gibi canlandırmaya çalışmışlar. Yedikleri, içtikleri, yattıkları, çamaşırlarını yıkadıkları yerler karşımızda duruyordu. Duvarda mahkumların uyması gereken kurallar listesi de asılıydı, ki bu kurallar günümüzde de halen geçerlidir diye düşünüyorum. 

Heisenberg burada mıymış? : /
En son girdiğimiz bölüm silahların sergilendiği bölüm oldu. İskoç etekleri – kiltler ve silahlar… Kilt’le ilgili olarak rehberin söylediği tek şey aklımda kaldı. “Adamlar onu giyince üşümüyorlar mı diye sorar herkes ama merak etmeyin gerekli bütün önlemler alınıyor!” =) İskoç erkeklerin bu geleneksel kıyafeti sadece tartan-ekose etekten oluşmuyor zaten. Paltosu, şapkası, çorabı derken bir set şeklinde. Aslında Highlands bölgesinin geleneksel kıyafetiymiş önceleri. Sonrasında tüm ülkeye yayılmış. Düğünlerde, mezuniyetlerde, “Hogmanay” dedikleri yeni yıl kutlaması sırasında hep kilt giyiyorlarmış.

Edinburgh
İskoçya dedik mi çoğunluğun aklına viski gelir sanırım. Şehir dışındaki viski damıtım fabrikalarına günübirlik geziler var ama biz Edinburgh kalesinin yakınındaki “The Scotch Whisky Experience”e katıldık. 



Gelmeden ilk gün için rezervasyon yaptırmıştım. Tal’la beraber bir viski fıçısının içine oturtulduk. Viskinin üretim sürecini rayın üzerinde giderken interaktif bir şekilde izledik. Viskinin meşe fıçıda 3 yıl dinlendirilmesi yasal bir zorunlulukmuş. İskoç viskisinin üretimine dair ilk yazılı referanslara 1494’te rastlanmış. 



Viski tanıtım ve tadım bölümü geldiğinde serin bir odada oturduk. Yanımdaki neşeli Kanadalı amca pek heyecanlıydı. İskoçya’da ana olarak dört viski üretim bölgesi bulunuyormuş. Highlands, Lowlands, Speyside, Islay. Campbeltown diye beşinci bir bölge de varmış ama orada hiç fabrika kalmamış. Kimisi daha limoni tatlarda, kimisi daha baharatlı, vs. Sanki parfüm! Bize dağıttıkları koku kartlarında hangi bölgedeki viskinin nasıl koktuğuna dair biraz fikir edindik.

Viski bardağımızı hangi bölgeden tatmak istersek o renge bıraktık
Viskiyle aram hiç iyi olmadı. Tadım kısmında çuvalladım! Kesin bilgi: Viski bana göre değil! Epey büyük bir viski koleksiyonunu tanıttılar. 

Evet o gaydacının içinde viski varmış
Viski severseniz pub da oturup biraz daha içmeye devam edebilirsiniz. Çıkıştaki dükkanda mini mini şişelerde viskiler, viskili soslar, sirkeler, şuruplar satılıyor.

viskili nevaleler
Buradan ayrılıp hemen karşı köşedeki İlüzyon Dünyası’na girdik. Fwd E-mail konularının vazgeçilmezlerinden olan “göz yanılsama”larını bir kenara bırakacak olursak “Camera Obscura” ve “Vortex Tüneli” için buraya uğranabilir. 1835’de açılan Camera Obscura şehirde casusluk yapabileceğiniz bir yer. Kamera, televizyon, fotoğraf makinesi vb. görsel hiçbir aletin henüz icat edilmediği bir dönemde hareketli görüntülerin insanlar tarafından izlenebilmesi büyük bir olaymış tabi ki. Çok da ilgi çekmiş. Sahibi Maria Short bu işten bol para kazanmış. Gözetleme kulesinin tepesine kurulmuş alet bir periskop, mercekler, aynalar, uzunca bir manevra sopası ve beyaz bir masadan oluşuyor. Şehrin görüntüsü bu beyaz masaya yansıtılıyor. 



Vortex Tünelinden mideniz bulanıp, başınız dönecek. Tal üstüste 3 kere geçti içinden ben sadece birde kaldım.

Buradan çıkınca Kraliyet Yolu’nda yürümeye devam ettik. St. Giles Katedrali Kraliyet Yolu’nun tam ortasında şaşalı bir şekilde bekliyordu. Taç şeklindeki kubbesi en gösterişli ve değişik kısmı. Ortaçağ’da yapılmış.

St. Giles Katedrali
Tal akşam yemeği için bir İtalyan restoranında yer ayırtmıştı. Eski şehir merkezinden yeni şehir merkezine doğru yürüdük. Hava kararmaya başladıkça daha da serinledi. Bir ara kaybolmuştuk sanki. Ana caddeden ziyade ara sokaklarda, evlerin arasında yürüyorduk. 

Glasshouse

Yeni şehirde yürürken güneş batıyordu
Brunswick sokağının köşesindeki Vittoria’ya ulaşabildik ama en sonunda. Makarna, pizza, şarap, tiramisu ziyafeti ve içerisinin sıcaklığı bizi bizden aldı. Donan kanımız ısındı. Bu arada restoranın kaldığımız otele daha yakın bir şubesi olduğunu da öğrendik… =)

Cumartesi günü için günübirlik bir tur ayarlamıştım, “Highlands” turu. Günümüzün çoğu, tur otobüsünün en arka koltuğunda uyuyup uyanıp, yemek yiyip, çıkıp yürüyüp durmakla geçti. Ama değdi mi derseniz değdi derim. Çünkü J.R.R Tolkien’in Orta Dünya’yı yaratırken nelerden ilham aldığını dünya gözüyle görmemizi sağladı. Ne var ki; (sonradan gidip gördüğümüz) çocukluğunu geçirdiği Birmingham’daki Sarehole Mill-Değirmeni ve Moseley Bog-Bataklığı’ndan daha çok, İskoçya’nın Highlands denilen bölgesi sanki Orta Dünya’ydı. Highlands’e Yüksek Topraklar diyebiliriz sanırım Türkçe’si olarak. Hatta biraz da sanki Game of Thrones’un Westeros’u buralar. Ayrıca özellikle kuzey kesimlerdeki Galce tabelaları okudukça da insan kendini Orta Dünya’da sanıyor. O kitaplarda yaratılan dil ile Galce sözcükler o kadar benziyor ki birbirine.

Galce Orta Dünya dili sanki
İlk olarak Pitlochry diye küçük bir kasabada mola verdik. Rehberimiz ve aynı zamanda şoförümüz Howard sevimli bir İskoç’tu. İngilizce biliyor olmak bazen İskoç’ları anlamaya yetmiyor. Telaffuz, vurgular, aksan çook değişik olabiliyor. 

Pitlochry'de Eski Han
Inverness'e giderken

kah bulut kah güneş

Benim İskoçya ile ilgili en çok şaşırdığım şey, bu kadar çok kamp alanı ve golf sahası olmasıydı etrafta. Bu ikisi bayağı popüler aktiviteler. Kır yolları o kadar kalabalıktı ki. İnsanlar haftasonu için kamp yapmaya, golf oynamaya doğaya kaçıyor. Uzunca bir yolculuğun ardından Highlands’in başkenti Inverness’deydik artık. 

Ness ve Inverness

Nüfusu sadece 600bin. Kışın 18 saat gece olması biraz can sıkıcı. Şehrin içinden geçen Ness nehri Kuzey Denizi’ne dökülüyor. Zaten Inverness - Inbhir Nis - Galce’de Ness’in ağzı demekmiş. Efsanevi göl canavarı Nessie’nin yuvası “Loch Ness”e doğru devam etti yolculuğumuz. Onların Nessie’si bizim de Van gölü canavarımız var.

Loch Ness

hava tahmini olayını çözmüşler!  :P
Göl iki tektonik plakanın hareketi sonucu oluşmuş uzun, ince bir göl. Etrafında neredeyse hiç yerleşim yok. Çok sade ve korunmuş. 48 km uzunluğu, ortalama 1.5 km genişliği var. En derin yeri 227 mt. Ekim ayı en çok “Canavar gördüm!” ihbarının yapıldığı aymış. Howard bu durumu aynı ayda kırlarda biten mantarlara bağlıyor. =) Zamanında bir ABD üniversitesinden gelen araştırmacılar sonarlarla incelemelerini yapmışlar ama bahsi geçen canlıya rastlamamışlar. 

ahanda canavar!
Denen o ki milyonlarca yıl önce bir dinozor burada sıkışmış ve sonradan canavara dönüşmüş. Belki biz görürüz diye göl üstündeki tekne turuna katılmayı ihmal etmedik ama nafile hiçbir şey çıkmadı karşımıza. Üstüne bir de yağmur başlayınca pencelerelerin arkasından izlemek durumunda kaldık güzel manzarayı. Urquhart Kalesi’ne kadar giderek tekneyle geri döndük. Neyse ki tam o sırada güneş açtı.



Romalılar vakti zamanında İskoçya’ya kadar uzanmış ve buraya Caledonia adını vermişler. Göl kenarı boyunca Caledonia’daki gezintimiz devam etti. Bu arada tüm gün İskoç müzisyenlerin şarkılarını ve tabi ki gayda dinledik. Gayda bir süre sonra beyinde uyuşturma etkisi yaratabiliyor. =) Howard verdiğimiz bir mola sırasında bize “Fudge” aldı getirdi. 


Stirling'den aldığımız fudge

İskoçların dünyaya kazandırdığı en önemli şeylerden biri olduğunu da ekledi. Bolca tereyağ, şeker ve karamelden yapılan bir şeker Fudge, bence tablet şeklinde olan değil ama vanilyalı yapışık fudge fena değil. Viskilisini bile yaptıklarını söylememe gerek var mı?

Artık Linnhe gölünün kenarındaydık. Bir sonraki durağımız Inverlochy Kalesi oldu. Badenoch lordu John Comyn tarafından 1280’de yaptırılmış bu kale Bağımsızlık Savaşları sırasında da stratejik açıdan önemliymiş. Kanlı günler geçirmiş ama şu anda bu taş yığınları huzur dolu bir yer. 

Inverlochy Kalesi
John Comyn, Robert the Bruce ile beraber İskoçların Muhafızlığı görevini paylaşmış. Ama gelin görün ki Robert Comyn’i öldürerek Krallığını ilan etmiş. Denilene göre; aslında önce Comyn’in kendisini öldüreceğini düşünen Robert ondan daha hızlı davranmış!

Kanlı demişken, soyadınız Campbell ise İskoçya’da pek sevilmeme ihtimaliniz var. Adları çıkmış çünkü Glen Coe (Coe vadisi) denilen bölgede 1692 yılında çok kanlı bir baskınla MacDonald klanını yok etmişler. Sebep de MacDonald’ların yeni monarşiye bağlılık yemini etmekte gecikmesi. Bu katliamın yaşandığı bölgede durduk. Üç Kızkardeş adı verilen dağlarla çevrili çok güzel bir vadi. Aşağıda Coe nehri akıyor. Trekking için ideal. Ateş ve buz oluşturmuş buraları. Volkanlar, buzullar içiçeymiş milyonlarca yıl önce. İnsanların bu bölgeye ilk olarak 6000 ila 8000 yıl önce geldiği tahmin ediliyormuş.

Glencoe
Artık dönüş yoluna geçmiştik. Yol kenarında verdiğimiz molada sıcak ve bol malzemeli balık çorbası içtik. En son durağımız uzaktan Stirling Kalesi idi. Geçerken uğradık. Yine uzaktan Wallace Anıtı’nı da gördük. William Wallace, nam-ı diğer Braveheart için dikilmiş bu anıt. Howard, Braveheart filminin güzel bir aksiyon filmi oduğunu ama bazı tarihi saçmalıklar içerdiğini söyledi. Mesela o zamanlarda yaşayan erkekler savaştan önce yüzlerini maviye boyamazmış. Wallace’ın “Özgürlüüüükk” diye bağırmasını da saçma bulmuşlar. Aslen, Wallace’ın başladığı özgürlük savaşını sürdüren ve başarıya kavuşturan Robert the Bruce olmuş.

İskoçya etrafında neredeyse büyükçe bir daire çizmiş olarak şehre geri döndüğümüzde hava çoktan kararmıştı. Bir rezervasyonumuz daha vardı. Bu sefer en meşhur close’lardan birini görmek için. “The Real” St. Mary King’s Close… 



Mary şehrin önemli kadın tüccarlarından biriymiş. Diğer close’lar yerüstünde, buysa geçen zaman içinde yer altında kalmış. Üzerine birçok yapı inşa edilmiş. Herkesin diline eski hayalet hikayeleri de dolanmış tabi ve karanlık öyküler… İçerisi oldukça sıcak, yazın nasıl oluyordur tahmin edemiyorum! Fotoğraf çekmek yasak. Öncelikle close’un yanında dizili evleri, ahırları gezdik. Küçücük odalarda 15-20 kişi yaşıyormuş. Odanın bir köşesinde bir kova duruyor, malum ihtiyacınızı gidermek için. Sabahları evin en küçüğü camdan close’a boşaltıyormuş o kovayı! E veba yayılmış tabi o pislik içinde. Veba hastaları da bu odalarda kalıyormuş. Sefalet, yoksulluk. Tedavi edilemeyen çoluk, çocuk binlerce insan salgınlarda yok olmuş. Veba doktorları yüzlerine taktıkları veba maskesinden ziyade üzerlerine giydikleri kalın pelerinler sayesinde vebadan korunuyormuş. Çünkü bu sayede vebayı bulaştıran bitler derilerine ulaşamıyormuş. Dan Brown - Cehennem kitabında şöyle anlatıyor veba doktorlarını: “Üçüncü hendekteki günahkar topluluğunun arasında, ortaçağın ikonik görüntülerinden biri yer alıyordu: kuş gibi uzun gagalı bir maskesi ve donuk gözleri olan, pelerinli bir adam.” Korkutucu değil ama tümüyle ürpertici bir ortam!

Gündüz de geçtik Grassmarket'ten
Pilimizi iyice bitirmek için close’dan çıkınca sokaklarda yürümeye devam ettik. Grassmarket bölgesindeydik. Buraya bölge değil de cadde diyebiliriz. Kalenin diğer tarafında kalıyor. Barlar, publar yanyana. Bekarlığa veda partisi yapan genç kızlar bağırış çığırış geziniyordu. =) Pub’ların en ünlüsü “the Last Drop”. 



İdama götürülen mahkumlar burada son içkilerini içerlermiş. Eskiden kasvetli bir havası vardı belki buranın ama şimdilerde öyle değil kesinlikle. İçerisi tıklım tıklım ve bayağı gürültülüydü, burada oturmadık. Onun yerine Royal Mile üzerindeki “the World’s End”e gittik. O yorgunluğun üstüne İskoç birasını hak etmiştik! Pub’a dünyanın sonu denmesinin sebebi eskiden şehir duvarlarının burada sona eriyor olmasıymış. Buranın dışı şehir sakinlerine göre dünyanın da sonuymuş!

Dünyanın sonunda barın tavanı paralarla kaplıydı!
Pazar günü Stirling ve kalesini bu defa yakından görmek için sabah erken trenle yola çıktık. Bizde giyim eşyaları satan Marks & Spencer’ın Birleşik Krallık’ta her köşebaşında hatta her istasyonda bir M&S Food dükkanı var. Kahvaltılıklarımızı buradan aldık her gün. Hazır sandviçler, meyve kokteylleri, hamur işleri, taze meyve suları, kuruyemiş, vs. Gün içinde yanımızda olsun diye atıştırmalıklar da alıyorduk. Nedense annelerimizden kalma bir alışkanlıkla herhalde, ya gittiğimiz yerde yiyecek bir şey bulamazsak diye sırt çantalarımızı tıka basa yiyecek/içecekle doldurma huyuna sahibiz ikimiz de. Kahvaltımızı güzel bir manzara eşliğinde ederek yaklaşık 1 saat sonra Stirling’e vardık. Daha kimsecikler uyanmamış gibiydi. Kaleden başka da çok bir numarası yok ama kale de kale hani. Edinburgh kalesinden daha güzel geldi bana, burayı daha çok sevdim. Ama henüz Warwick kalesini görmemiştim.

Stirling Kalesi'ne çıkan yol

Rehberin söylediğine göre bu kalenin stratejik konumu sebebiyle önemi büyükmüş. Tüm yönlere hakim bir tepe üzerinde kurulmuş. Saldırılara karşı avantajı bu yüzdenmiş. Rehber o kadar çok kral ve kraliçe ismi saydı ki aklımda tutmadım ama en önemlileri Kral 5. James ve onun kızı İskoçların Kraliçesi Mary anladığım kadarıyla. 


Kalenin dik ve yüksek duvarı, ordaaa bir Tal var uzakta!
Acıdır ki babası kızının doğumundan altı gün sonra ölmüş ve Mary bir bebek kraliçe olmuş. Kale tam sekiz kere kuşatılmış, İngilizler ve İskoçlar arasında el değiştirmiş. Birçok farklı binadan oluşuyor. Şapelde vaftiz ve taç giyme törenleri düzenlenirmiş. 1530’da inşa edilmeye başlanan saray çok büyük bütçeli bir restorasyon süreci geçirmiş ve eski zamanlardaki haline döndürülmüş. Halılar, işlemeler, eşyalar hepsi elden geçirilmiş. Boynuzlu at figürü duvarlarda hep karşımıza çıktı. 

Kral 5. James böyle biriymiş.



Meğer aslan kraliyeti simgelerken, boynuzlu at da hizmetkarları simgeliyormuş. Uyanık Danimarkalılar ve Norveçliler sözde boynuzları panzehir diye kraliyet ailesine yutturuyormuş! 

Boynuzlu atın boynuzu!
Stirling Heads, ahşap oymacılık ürünleri olarak sarayın tavanlarını süslermiş. Kraliyet üyelerinin tabloları gibi düşünülebilir. Büyük Hol’de gözalıcı ziyafetler gerçekleşirmiş. Hatta eğlence için buranın içine dumanlar eşliğinde bir gemi bile sokulup çıkarılırmış. Üçgen şekilli çatısı meşe ağacından yapılmış ve bir şaheser kabul ediliyor.


Kraliçe'nin odası

Kralın Eski Binası, Argyll ve Sutherland Highlanders adı verilen İskoç alayına adanmış bir müze. Bu alay Çanakkale Savaşı dahil dünya çapında birçok savaşta görev almış. 

Çanakkale'de savaşan askerlerin mektupları, cephede ele geçirilen bir bıçak, Türk'e aitmiş

Kalenin en eğlenceli kısmı bence mutfak kısmıydı. Kralları, kraliçeleri o kadar askeri doyurmak zor zanaat. Kalenin boyutları düşünülünce mutfak kısmı nispeten küçük kalıyordu gerçi. Mutfak o zamandan kalma gibi döşenmişti. Yiyecek, içecekler, aşçılar. Eski zamanlarda neler yenilir içilirdi anlatılıyor. Birde hep ses var içeride. Konuşmalar dönüyor. Yemeklerde kalenin kendi bahçesinde yetiştirilen sebze, meyveler kullanılırmış.

Mutfakta hummalı bir çalışma



Kalenin dışında Kral Robert the Bruce’un büyükçe bir heykeli var. Ne de olsa Bannockburn Savaşı’yla kaleyi İngilizlerden geri almayı başarmış. Bağımsızlık mücadelesini başlatan William Wallace’un anıtına da gitmeyi planlıyorduk ama vazgeçtik. Otobüs ya da taksiyle gidilebiliyormuş.

Bannockburn Savaşı burada yapılmış

İskoçlar'ın da bir Hezarfen Ahmed Çelebi'si varmış!
Kaleden ayrıldıktan sonra Holy Rude Kilisesi’ne girdik. Şehrin en eski binalarından biriymiş ve en sevilen Kraliçe Mary’nin oğlu 6. James’in taç giyme töreni burada yapılmış. Eski şehir hapisanesine de girdik. İçeride bir sergi vardı. Hücrelerin bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı ilk bulunduğu zamanındaki haliyle korunmuştu.

Serginin parçası olan bir hücre

Edinburgh’a dönüşümüz yine akşamı buldu ama hava aydınlıktı bu defa. Önce Greyfriars Bobby’nin heykeline gittik. Bobby, Skye Terrier cinsi ve sahibi John Gray’e çok sadık bir köpekmiş. Öyle ki Gray 1858’de tüberkülozdan ölüp Greyfriars mezarlığına gömüldükten sonra 14 yıl boyunca hiç mezarının başından ayrılmamış. Mezarlık bekçisi onu çok kereler dışarı çıkarmaya çalışmış ama başarılı olamamış. Bobby öldüğünde de kilise bahçesinin girişine doğru bir yere gömülmüş.


Bobby'nin mezarı
Greyfriars Kirkyard – mezarlığı bakımsızdı aslında. Bazı mezar taşları boyumuzu geçen yükseklikteydi, ki bunlara mezar duvarı denilebilir. Üzerlerinde iskelet/kurukafa figürleri olan mezar taşları pek de başyapıt sayılmazlar. 


mezar duvarları ve ev duvarları neredeyse içiçe
Mezarlar genellikle bizim tanımadığımız ama İskoçlar için önemli bilim adamları, edebiyatçılar, mimarlar, avukatlara, din adamlarına ait. Söylentiye göre Harry Potter’ın yazarı J.K.Rowling, Voldemort yani Tom Riddle’in ismini burada gördüğü bir mezar taşından ilham alarak oluşturmuş, Thomas Riddell’ınkinden. Bu tuhaf yerde dolanırken daha tuhaf bir manzarayla da karşılaştık. Mezarlığın orta yerinde piknik yapan bir aileyle! =)




Tal akşam yemeği için “dünyaca ünlü” Frankenstein pub/restoranda yer ayırtmıştı. Kendilerini böyle adlandırmışlar. Ben bir klasik olan “Fish & chips”i denedim. Tal ise hamburger. Fena değildi ikisi de. Bu arada o gece karaoke gecesine denk gelmiştik. Güzel müzikler dinlemek yerine insanların güzel(!) seslerine maruz kaldık. =)

Frankenstein'de hep aynı film dönüyordu =)

hamburger vs balık
Biz restorandan çıktığımızda akıntıya kürek çeker gibiydik resmen. Tüm caddeler ve sokaklar insane seli. Bizimle aksi istikamette üstümüze doğru yürüyordu herkes. Kalede hazırlıklarını gördüğümüz havai fişek şovunun eşlik ettiği konser dağılmıştı çünkü. İlginçtir ki, konser alanını gören tüm yollar polis barikatlarıyla çevrilmiş ve yine alanı gören dükkanların vitrinlerinde “konseri dükkandan izlemek için biletler bilmem ne kadar” diye kağıtlar asılıydı! Adamlar işi sağlama almış. İlla ki bir yerlerden beleşe görülmüştür ama biz denk gelmedik. Kalabalıkla beraber sokaklarda gezinirken başka bir eğlence sokağı Rose Street’e kadar gelmiştik. Restoranların, pubların olduğu bu uzun sokak pek sakindi. Galiba o gece bütün şehir gösterideydi.

Günümüzde Princes Street Gardens denilen yemyeşil park eskiden Loch Nor – Kuzey gölüymüş. Ama göl demek yersiz çünkü bütün şehrin kanalizasyonunun akıtıldığı bir bataklık ve pislik yuvasıymış gerçekte. Hatta vakti zamanında “cadı” olduğundan şüphenilenler buraya atılır, kurtulursa cadı olduğu anlaşılıp idam edilir, kurtulamazsa masum olduğu kanıtlanmış olur ama öldüğüyle kalırmış. İlginç insan mantığı! 

Princes Street Gardens

Edebiyatçı Sir Walter Scott'a adanmış Scott Anıtı
Parkın en ucu Waverley tren istasyonu. Tren istasyonu ve park şehri eski ve yeni şehir olarak ikiye ayırıyor. Son günümüzde istasyondan kahvaltılıklarımızı alıp bu parkta yedik, içtik. Sonra da otobüse atlayıp ver elini Leith. Yüzyıllardan beri Edinburgh’un denize açılan kapısı olmuş. Eski orijinal limanın tarihi 14. Yy’a dayanıyormuş. Bizim Leith’e gitme sebebimiz Kraliyet Yatı Britannia’yı görmekti. Yata giriş marinada bir alışveriş merkezinin içinden. Otobüs tam önünde duruyor. 

Britannia'da katlar arası geçiş yandaki gri bölümden
Britannia 1953’den 1997’ye kadar 44 sene boyunca Kraliyet ailesinin hizmetinde kalmış. Bu arada dünyayı dolaşmış, toplam 3 kere Türkiye’ye gelmiş. Yat yüzen bir saray gibi. Her tür konfor, lüks düşünülmüş ama bir yandan sadelik hakim. Garajı bile var! 


Kraliçe'nin kamarası

Akşam yemeği sonrası toplanılan sohbet odası
Kraliçe Elizabeth’in dediğine göre kendini gerçekten rahat hissettiği yer Britannia’dayken geçirdiği zamanlarmış. Diana ve Charles balayını burada geçirmiş. Eğer “Düğünüm, doğumgünüm vs. için kesenin ağzını açarım!” derseniz yatın ana yemek salonunu kiralayabiliyorsunuz bu özel aktiviteler için. 

Ziyafet odası



1 milyon mil kutlama fotoğrafı yatın makine dairesinde asılı

1994’e kadar 1 milyon mil yol yapmış yatın makine dairesine de girilebiliyor. Yatın dışında “Yottie”lere yani yatta çalışan denizcilere adanmış bir de heykel duruyor. Nereden baksanız 2-3 saatimizi aldı yatı gezmek.

Yottie anıtı

Yottie kamarası Kraliçe'ninkine benzemiyor tabi!

Otobüse binip tekrar eski şehir merkezi yerine bayağı dolambaçlı bir yoldan Hollyrood Sarayı ve Arthur’s Seat’in olduğu bölgeye vardık. Sarayın içine girmedik. Kraliçe’nin genellikle yaz tatillerinde geldiği yermiş burası.

Arthur's Seat'den bakınca sağda Hollyrood Sarayı
Hollyrood Park’ın içindeki eski bir volkan kalıntısı olan Arthur’s Seat’e tırmanmak o anda ne akla hizmetse cazip geldi. Yaklaşık 1 saat tırmandık durduk. Ama hala asıl noktaya varamamıştık. Hatta daha bir S bile çizememiştik. 

Calton Hill'den Arthur's Seat

Arthur's Seat'de anca bu kadar yükseğe tırmanabildik
Akşama Birmingham trenini kaçırmamak için geri dönmeye karar verdik. Daha merak ettiğimiz diğer yerler vardı. Arthur’s Seat’in tam karşısındaki Calton Hill mesela. Hem burası daha bir tırmanılabilir gözüküyordu! =) Böylece başladık yine yürümeye. Önce aşağı iniş, sonra yine tırmanma, Regent Road boyunca ve sonunda varış. Bu tepede yaklaşık 340 milyon yıl önce yine buzullar ve volkanik aktivitelerin sonucu oluşmuş. Tepede birçok anıt var. Örneğin İskoç aydınlanmasının öncülerinden Dugald Stewart için yapılanı bir tanesi. Tamamlanamamış bir de şehitler anıtı var.

Calton Hill'den şehir manzarası ve sağda Dugald Anıtı

Rüzgarlı tepe ve uzaklarda Kuzey Denizi
Tepelere tırmanmış, saatlerce yürümüştük. Trene kadar kalan az zamanımızda karnımızı doyurmalıydık. İşte bu sırada Pizza Express’i keşfettik. Tal çok beğendiği fesleğenli tavuklu bir makarna yedi. Bende bir pizza. Simit şeklinde ortası delik ve bu boşlukta salatayla dolu olan bir pizza. Porsiyon benim için ideal.




Hayatımızdaki en rahatsız ve sıkıcı tren yolculuğunun başlayacağını bilseydik aslında belki o gece de Edinburgh’da kalırdık. =) Birmingham’a gitmek yaklaşık 4 saat sürdü. O saatler boyunca tam yanımızdaki koltuklar aşırı gürültücü bir aile tarafından işgal edilmişti. 4 saat boyunca tüm aile fertleri konuşur mu birbiriyle? Üstelik bağıra bağıra. Konuştular. Zaman zaman bakışlarımızla mağdur olduğumuzu belli etmeye çalıştık ama nafile! Görevli Tal’ı telefonuyla kısık sesle konuşmasına rağmen “telefon yasak” diye uyardı ama onlara kimse bir şey demedi. Bir ara uyuyabildim. Tal hiç uyumamıştı. Trenden indiğimizde şükrettik! Birmingham New Street İstasyonu’ndaydık. İskoçya’yı özlediğimizde “Trainspotting” ve “Local Hero”yu tekrar izleyeceğiz artık. =)




Hiç yorum yok: