11 Aralık 2013 Çarşamba

BU SEFER İNGİLTERE'YE...

BIRMINGHAM, WARWICK, STRATFORD-UPON-AVON

Edinburgh treninden indiğimizde saat epey geç olmuştu. Rahatsız geçen yolculuğun etkisiyle koşar adımlarla istasyondan ayrıldık. Sokaklar ıssız ve sessizdi. Aslında şehri görecek gözümüz yoktu pek. Bir an önce otele varıp uyumak isteği ağır basıyordu, ki öyle de yaptık.
Aslında Birmingham çok merak ettiğimiz bir yer olmaktan ziyade çevresine yapacağımız geziler için bir üs konumundaydı. Birmingham Londra’dan sonra İngiltere’nin ikinci büyük şehri. Sanayi Devrimi’nin başladığı yer aynı zamanda.


Eski ve yeni... Moor St İstasyonu ve arkasında Bullring



Salı sabahı erkenden kalktık ve Warwick’e gidiş için Moor Street İstasyonu’na yollandık. İstasyonun içindeki şirin bir kafede çay eşliğinde peynirli ve soğanlı tost yedik. Pek cazip bir bileşen gibi gelmiyor kulağa ama lezzetliydi bence. Bu istasyon akşam varış yaptığımız New Street istasyonuna göre daha sempatikti kesinlikle. Bu hissiyatımda nostaljik havasının etkisi var.

Warwick’e varmamız yaklaşık 40 dk sürdü. Kasaba gayet sakin ve sessiz bir sabaha uyanmıştı. Mini mini evlerin arasından tatlı bir yokuşu tırmanarak Warwick Kalesi’ne vardık. 


Sessiz sakin bir Warwick sabahı


Yemyeşil ağaçların ortasında hala yaşayan canlı bir kale. Hala yaşıyor çünkü içinde Orta Çağ’daki hayatı anımsatan etkinlikler düzenleniyor ve etraftaki görevliler o dönemlere ait kostümler içinde. Müzikler keza öyle. Kalenin restorasyonu sürekli devam ediyormuş. Bugüne kadar yaklaşık 20 milyon sterlin harcanmış.


Warwick Kalesi

Gelmeden önce internet sitesinden giriş için indirimli bilet alınabiliyor. Biz hem kale girişi hem de Merlin – Ejderha Kulesi için bilet almıştık. Önce oraya gittik ve rehberimizle beraber az kişiden oluşan grubumuzla kuleye girdik. TV dizisi Merlin buranın konseptini oluşturuyor. Büyüler, ejderha vs. yaklaşık 15-20 dk süren fantastik bir ortam. Ama sanırım kalenin en sevdiğim yeri burası olmadı. 


Kalenin avlusu ve Merlin kulesi

Kalenin en ünlü sahiplerinden biri “Boleyn Kızı” kitabından ve filminden hatırlanabileceği üzere 8.Henry imiş. Kendisinin ve altı eşinin mankenleri kalenin Büyük Salonunda ziyaretçileri karşılıyor.


8.Henry ve eşleri

Kalenin diğer kulelerine de çıktık. Birisi 1356’da inşa edilmiş Caesar Kulesi, diğeriyse 1380’de inşa edilmiş Guy Kulesi. Tırmanış yorucuydu. Bir kuleden diğerine surların üzerinde yürüdük. Ama dua edin önünüze yavaş yürüyen birisi denk gelmesin. =) Kulelelerin en iyi tarafı size sundukları etkileyici manzaralar.


Kulenin duvarında 17.yy'dan kalma bir çizim

Avon nehri ve kale

Kalede farklı saatlerde düzenlenen gösterilerden birisi “trebuchet” yani mancınık ya da diğer adıyla katapult gösterisiydi. Çimenlerin üzerine yayıldık. Bir görevli çalışma mekanizmasını anlatırken diğer 5-6 kişi düzeneği kuruyordu. Sonunda fırlatma anı geldi ve fiiiyuvvvv! Zahmetli bir iş. Eskiden kaleleri kuşattıklarında hastalıktan ölmüş domuzları bu alet sayesinde kalenin su kaynağına fırlatırlarmış. İnsanları teslim olmaya zorlamak için pis ve gerçekten adice bir yöntem! Akşamüstü bir mancınık gösterisi daha varmış ama bu kez alevlisinden. Biz ona kalamadık maalesef.


Günlük gösteri programı

Mancınık gösterisi
Diğer bir gösteri okçu gösterisiydi. Ok atmanın inceliklerini ve ok/yay çeşitlerini eğlenceli bir dille anlattı rehber/okçu karışımı abi. Ok yapımında da işler pisleşmiş. Özellikle Fransızlar’la yapılan savaşlar sayesinde. İnsanlara daha çok acı vermek, kesin ölüm sağlamak ya da içlerini daha çok oymak için burgulu/zehirli/ateşli oklar yapılmış örneğin.


Okçu abi anlatıyor
Sıradaki ve en çok beklenen gösteri avcı kuşlar gösterisiydi. Akbabalar, kartallar, baykuşlar nasıl böyle evcilleştirilebilmiş. Hayret ettik. Eğitimcilerinin sözüne itaat eden vahşi kuşlar. Tabi bunda yaptıkları hareketin ardından aldıkları ödülün de etkisi yadsınamaz. Ama bir keresinde işler beklenildiği gibi geçmememiş. Eğitimci gösteri sırasında genç kartalı havaya salmış. Kartal 1-2 dk içinde geri geleceği yerde biraz daha uzun süre sonra gelmiş ama ağzında bir tavşanla! Avcılık içgüdülerini terk etmek o kadar kolay değil demek ki. 


Kuşları gösteri öncesi insanların ilgisine ısındırma turları

Baykuş kardeşin boynu tutuluyor mu acaba hiç?
Bir akbabanın paytak paytak yürüyüşünü, bir kartalın asaletini yakından görmek gerçekten büyüleyiciydi. Tal’ın kalbi burada kaldı ve hatta şöyle ekledi; “Kuşlar seyircilerin oturdukları izleme alanının da üstünden uçuyor ve çok alçaktan geçebiliyorlar. O güzel ve uzun kanatların altından bu gösteriyi izlemek, yarattıkları rüzgarı hissetmek, eğer hayvansever biri iseniz, paha biçilemez bir duygu!” =)


Kel kartal biraz sonra havalanıp süzülecek

Akbaba sakin gözüküyor.
Çıkmadan kalenin hediye dükkanına uğradık. Genellikle çocuklara hitap edecek bir dolu hediyelik eşya vardı. Aslında giremediğimiz başka bölümler oldu. Buraya bir tam gün ayrılsa bile sıkılmadan zaman geçirilir gibi.

Saat ikiye doğru Warwick’den tekrar trene bindik ve yarım saat sonra Stratford-Upon-Avon’daydık. William Shakespeare’in kasabasında. Beklemediğimiz şekilde kalabalıktı ortalık. Turist otobüsleri ve Uzakdoğulu turistlerle doluydu. Haritayı takip ederek Shakespeare’nin 23 Nisan 1564’te doğduğu eve gittik. 


Shakespeare Merkezi ve doğduğu evin girişi

Yüzüğü...

Shakespeare'in doğduğu ev
Henley Sokağı’ndaki ev aynı filmlerde gördüğümüz gibi tipik bir Ortaçağ evi. Geleneksel şekilde inşa edilmiş, yerler, duvarlar eğreti. O zamanlar kasabanın nüfusu yaklaşık 1500 kişiymiş. Shakespeare’in babası John deri ve yün işiyle uğraşıyormuş. Özellikle de deri eldivenler yapıyormuş. Evin bir odası babasının işinin anlatıldığı bir yere dönüştürülmüş. Shakespeare evin üst katındaki yatak odasında doğmuş, diğer kardeşleri gibi. 


Doğduğu oda ve beşiği

Üzeri isimlerle dolu cam

Doğduğu evin caddeden görünüşü

Doğduğu odanın camına ziyaretçiler tarafından o kadar çok isim kazınmış ki, daha fazla devam edilmesini ve camın kırılmasını önlemek için, camı pencereden çıkarıp ayrıca sergilemeye başlamışlar. Bahçenin bir köşesinde tiyatrocular istediğiniz bir oyundan bir bölümü canlandırabilir size isterseniz. Evin çıkışında bol çeşit bulabileceğiniz bir hediyelik eşya ve tabi kitap dükkanı var.



Shakespeare’in kasabadaki diğer evi “New Place” imiş. Yazarın ölümünün ardından torununa kalmış ve “Nash House” olarak anılmaya başlanmış. Aslında iki ev içiçe geçmiş durumda. New Place’i 1597’de satın almış. Eşi Anne Hathaway, kızı Susannah Hall ve torunu Elizabeth Nash’de bu evde yaşamış. Evde yazarın en sevilen karakterleriyle ilgili bir de sergi vardı. 


New Place & Nash House


Ziyaretçiler ve online katılım sonucu en sevilen karakter Juliet seçilmiş. Sonrasında Shakespeare’in kızının evi “Hall’s Croft”a uğradık. 


Hall's Croft


eğri duvarlar...

Eski zaman klozeti =)

Eşi John bir doktormuş. Çok güzel bir bahçesi vardı bu küçük çiftlik evi sayılabilecek yerin. 
En son durak Shakespeare’in hem vaftiz edildiği, hem de gömüldüğü yer “Holy Trinity” Kilisesi’ydi. Kendisi kilise toprağından satın aldığı için buraya gömülebilmiş. Yine doğduğu günde 23 Nisan 1616’da ölmüş. Eşi Anne, kızı Susannah ve damadı John’un da mezarları burada.


Çevresi lacivert iple çevrili mezar Shakespeare'e ait

Kasaba sadece Shakespeare’den ibaret değil. Avon nehrinin kenarında güzel bir yürüyüş de yaptık. Zincirli bir sistemle çalışan bota binerek karşı kıyısına geçtik kasabanın, ki yürüdüğümüz parkın büyük çoğunluğu bu tarafta kalıyor. 


Zincirli bot


Daha ağaçlıklı ve yeşillikli olan kısmı. Mini golf sahaları da var. Güvercinler, kazlar, ördekler, kuğular. Nehirde antreman yapan kürekçiler. Akşamüstü güneşi de üzerimize vurunca çimenlerde koştuk, yatıp yuvarlandık.


Bulmuşuz böyle yeşilliği, koşmayacak mıyız!?

Biz tüm bu yerlerde dolanırken bir baktık ki saat çoktan beşi geçmiş. Kasabadaki tüm dükkanlar kapanmış ya da kapanmak üzere. Sokaklar boşalmış. Zil çalan karnımızı doyurmak için “The Encore” isimli bir lokantaya girdik. İlginç çalışma sistemleri şöyle işliyor: Önce menüden yemeğinizi seçip bardaki garsona sipariş veriyorsunuz. Çatalınızı, bıçağınızı, peçetenizi de alıp masanıza gidiyorsunuz. Sonra garson yemeğinizi masanıza getiriyor. Açlıktan yediğimiz her şey pek leziz geldi. Kuşkonmaz bile! =)


Shakespeare ve karakterlerinden biri olan Prince Hal heykeli

Birmingham’a dönüş trenine daha zaman vardı. Biraz istasyonun çevresindeki konutların arasında yürüdük. Genellikle iki katlı ve turuncu tuğlalı evler. Geniş caddeler. Ama sanki içlerinde kimse oturmuyor. Aynen merkezde olduğu gibi buralarda da in cin top oynuyordu. Yürürken “Anne Hathaway’s Cottage”- klübesi” diye bir tabela gördük ve dalıverdik bu kestirme ara yola. Evlerin bahçe duvarlarının arasından yürüyorduk ama baktık daha yol uzun, vazgeçtik.


Banka tabelasını ortama göre adapte etmiş =)

Gece Bimringham’a dönünce New Street üzerinden Victoria Square’e, ordan Centenary Square’e ve sonunda Broad Street’e doğru yürüdük. Broad Street’te her çeşit eğlence mekanı mevcut. Publar, restoranlar, casinolar, klüpler. Mailbox diye renkli bir alışveriş merkezinin içinden geçip Birmingham’daki kanalın kenarında bulduk kendimizi. Haftaiçi akşam olmasına rağmen buralar oldukça kalabalıktı. Şehirde eğlencenin kalbi kanal kenarları ve Broad St. kısacası. Bu arada birçok yaya yolu alışveriş merkezlerinin içinden geçiyor. Bu yüzden gece saat kaç olursa olsun alışveriş merkezlerinin bir tarafı açık. İçinden yürüyüp diğer caddeye geçiyorsunuz.


Birmingham kanal kenarı

Gündüz gözüyle Victoria Square

“Pret a Menger” günlük malzemelerle taze sandviçler üreten bir café. Ertesi günkü kahvaltımızı burada yaptık ve düştük yine yollara. Yolculuk etmenin en güzel yanı bu işte bence. Yollara düşmek. Hemen hemen her gün aynı rutinde ilerleyen hayatlarımızda kendimizi ve etrafımızı keşfedeceğimiz, sınırlarımızı zorlayacağımız ve yeniliklerle karşılaşacığımız yollara düşmek.



Tolkien Orta Dünya’yı yaratırken çocukluğunun geçtiği Sarehole Mill-Değirmeni ve Moseley Bog – Bataklığından ilham almış. Bu iki yerde Birmingham’da. Sadece bir otobüse binmek yeterli. Ama mesele o otobüse nereden bineceğimizi bulmaktaydı. Sağa sola koşturduk durduk, insanlara sorduk. Yol tarifleri aldık. En sonunda öğrendik ki binmemiz gereken 5 numaralı otobüs Moor St istasyonunun karşısındaki Marks & Spencer’ın yan sokağından kalkıyormuş. Otobüs biletini şoförden satın alabiliyorsunuz ama tam parayla sadece. Para üstü veremiyor. Paramızı bozdurmak için markete girip ıvır kıvır bir şeyler satın aldık. Uzun bir mücadele sonucunda otobüse bindik, yola çıktık. Saat öğlen olmuştu neredeyse. 


Balti Üçgeni?!

Ama iyi ki bu taraflara gitmekten vazgeçmemişiz. Şehrin diğer bir yüzünü keşfettik bu sayede çünkü çoğunlukla göçmenlerin yaşadığı ve tahminlerimize göre Balti Üçgeni adı verilen bölgenin içinden geçtik. Tabelalar Arapça, Hinduca, Urduca, “halal food” satan dükkanlar ve bir kaos ortamı hakimdi. Etraf çarşaflı kadınlar, uzun sakallı adamlarla doluydu. Sanki beş dakikada başka bir gezegene ışınlanmış gibi olduk. Daha çok Pakistanlılar yaşıyormuş ve “Balti mutfağı” da burada doğmuş.

Yaklaşık 20 dk süren otobüs yolculuğumuzun sonunda Sarehole değirmenindeydik. Tolkien çocukluğunda sık sık buraya gelir, değirmenin içinde ya da arkasındaki göletin kenarında vakit geçirirmiş, erkek kardeşiyle oyunlar oynarmış. Hobbiton’u yaratırken buraya dair anılarından yararlanmış. 



Değirmenin duvarlarında Tolkien ve Yüzüklerin Efendisi’ndeki karakterler, yerlerle ilgili bilgiler asılı. Bir de Tolkien’le ilgili kısa film gösterimi vardı. 


Gri Gandalf değirmendeydi!

Dökülmeden önce altın sarısı olduğunda yapraklar, Shire ormanlarında Bilbo'yu ara... =)

Yazar kendini Hobbit’lerle özdeşleştirmiş. 1958’de Deborah Webster’a yazdığı bir mektupta şöyle demiş: “Ben aslında, boyutlarım dışında tamamıyla bir hobbitim. Bahçeleri, ağaçları ve mekanikleşmemiş tarlaları severim; pipo içerim. İyi, sade yiyecekleri sever ama Fransız mutfağından nefret ederim; bu puslu günlerde süslü yelekler giymeyi severim, hatta buna cesaret ederim. Mantar hoşuma gider; çok basit bir mizah anlayışım vardır (ki değer bilen eleştirmenlerim bile bunu yorucu bulur); yatağa geç giderim ve geç uyanırım (mümkünse). Çok fazla seyahat etmem.” Tolkien bizzat kendisi Orta Dünya’nın resimlerini de çizmiş. Bu çizimlerden bazıları da duvarları süslüyordu. Rivendell, Hobbiton…


Gollum yiyeceklerini ortalık yerde bırakmış...

Değirmen ve onu besleyen gölet

Değirmenden çıkıp çok az bir mesafe yürüdükten sonra Moseley Bog’a geldik. Yani  Yüzüklerin Efendisi’ndeki “Yaşlı Orman”a. =) Burada sadece yürüyüş yaparak zaman geçirilir. Mümkünse direkt toprağa basmak zorunda kalmamalı, yürüyüş için yapılan tahta yolu kullanmalı. Hem kaybolmamak için hem de halen bataklık kıvamında olan kısımlarda çamura batmamak için. Epeyce yürüdük burada. Sık ağaçlar ve bitkilerle kaplıydı. Yüzük Kardeşliği’nde Merry’ye kulak verecek olursak: “Fakat orman tuhaf bir yerdir. İçindeki her şey, tabiri caizse, Shire’daki şeylerden çok daha fazla canlı, olup bitenlerin çok daha farkındadır. Ve ağaçlar yabancılardan hoşlanmaz. Seni gözlerler. Gündüz vakitleri genellikle sadece izlemekle yetinirler, pek bir şey yapmazlar. Zaman zaman en düşmanca olanları üstüne bir dal düşürür veya yoluna bir kök çıkarır, ya da bir sarmaşık uzatıp seni tutmaya çalışır. Fakat gece işler gayet ürkütücü olabiliyormuş, öyle diyorlar…”


Moseley Bog

Gözlerimizin önündekiler Tolkien’in Yaşlı Orman tarifiyle örtüşüyordu: “Önlerindeyse sadece, sayısız biçimde ve boyutta ağaç gövdesi görülüyordu: Düz veya eğri büğrü, burma biçimli, yere eğilmiş, tıknaz veya zayıf, düzgün veya dallı budaklı; hepsinin gövdesi de yosundan veya yıvışık, salkım saçak bitkilerden oluşan yeşil ya da kurşuni bir örtüye bürünmüştü.”



Tolkien ve eserlerini seven iki insan olarak buralarda olmak bizi mutlu etti açıkçası.



Şehir merkezine döndüğümüzde gurur duydukları Bullring isimli alışveriş merkezine bir girdik çıktık. Kalabalıktı bayağı. Aslında hatıra eşyası almak için bir yerler arıyorduk. Kütüphanede bulaileceğimizi söylediler. Henüz o hafta açılmış Birmingham Kütüphanesi’ne doğru yola koyulduk bizde. Centenary Meydanındaki kütüphane kadar büyük ve modern bir kütüphane görmemiştim hayatım boyunca. Aradığımızı bulamadık ama en azından kitap kokusu aldık. =)


Kütüphane dıştan bakınca daha çok Titanic'i andırıyordu

katlar dolusu kitap...

Şehirden ayrılmadan önce methini duyduğumuz hamburgerciye uğramalıydık. Tekrar kanal kenarına gittik. “Handmade Burger Co”da süper lezzetli hamburgerler yiyip, lezzetli biralar içtik. Jimmy’s Farm Tal’ın seçimi, ben ne seçtiğimi değil ama beğendiğimi hatırlıyorum sadece. Fransız tipi gibi ince değil de kalın kesilmiş baharatlı ve sade patates de çıtır çıtır gitti yanında. Ağzım sulandı şimdi düşününce bile!


Handmade Burger Co'yu atlamadığmıza sevindim

Hamburgerleri mideye indirirken manzaramız sevimliydi

Kanalda tekneyle gezinti yapma fikri hiç aklımızda yoktu ama otururken önümüzde gidip gelen tekneleri görünce, bir de Londra trenine hala zamanımız olduğu için binmeye karar verdik. Tabi Amsterdam, Kopenhag ya da Venedik’teki kanal gezintileriyle karşılaştırılamaz ama bu tur da fena değildi. Kaptanımız eskiden daha büyük gemilerde çalışmış orta yaşlı bir amcaydı. Çok tatlı bir minik kız çocuğu da annesiyle beraber turdaydı. Pespembe yanaklı, sapsarı saçlı. =) 

Birmingham kanalı

Kimi zaman epey dar yerlerden geçtik


Tıngır mıngır suyun üzerinde süzülürken, güneş ışığı ısıtıyordu içimizi. Birmingham Üniversitesi’nin bahçesinin yanından geçtik. Bir süre sonra evler ve binalar gözden kayboldu. Şehrin en ağaçlıklı bölgesine geldik. Kanalın kenarında aynı zamanda bir yürüyüş ve bisiklet yolu da yapılmış. 



Bu kısımlara arabayla gelmek mümkün değilmiş. Zaten sadece tekne motorunun hafif gürültüsü vardı. Derin bir sessizlik ve huzur hakimdi onun dışında. Gezinti yaklaşık bir saat sürdü. Kaptana ve miçoya teşekkür ederek tekneden ayrıldık yine başladığımız noktada.

Otele geri döndük, bavulları sırtlanıp, Londra trenine yetişmek için New St istasyonuna doğru yürüyüşe geçtik. Şansımıza bu defa gürültücü yolculara denk gelmedik. Üstelik yolculuk kısaydı, 1.5 saat kadar sonra Londra’daydık.

Birmingham ile ilgili olarak özet birkaç şey söylemek gerekirse; şehirde kalmaktansa yakın çevreye yaptığımız gezintiler bize daha çok keyif verdi. Şehrin içinde doğru düzgün bir hediyelik eşya dükkanı yok. O yüzden anı olarak bir şeyler almak isterseniz, nerede karşınıza çıkarsa alın derim bulmuşken. Başka yerden bakarım diye düşünmeyin. Ne de olsa pek turistik bir şehir değil, çok seçeneğiniz olmayacak. Kanal kenarı şehrin en güzel yeri. =)






Hiç yorum yok: