2 Nisan 2013 Salı

BU SEFER BUDAPEŞTE, MACARİSTAN'A...

BUDAPEŞTE, MACARİSTAN

Kurban Bayramı’nın ilk gününde ailevi ziyaretleri gerçekleştirdikten sonra ikinci günün sabahı Nilgün anne, Tal ve ben Budapeşte’ye giden uçaktaydık. Yolculuk uzun sürmedi, 2 saati biraz geçti. Ferihegy havalimanından şehir merkezine direkt tren/metro yok. Biz otobüs+metro kombinasyonunu kullandık. 200E numaralı otobüse bindik, Kobanya-Kispest durağında metroya aktarma yaptık ve sonunda şehir merkezindeydik. Otelimiz Peşte tarafındaydı ve Deak Ferenc ter istasyonuna çok yakındı. Bavulları bırakır bırakmaz sokağa çıktık tekrar Peşte sokaklarını arşınlamak için.
Buda sokakları...
 
 






Buda... Peşte... ve aslında bir de üçüncü silahşör var... Obuda. Bu üç bölgenin birleşmesiyle bugünkü Budapeşte oluşmuş. Macarlarla tarihimiz bazı noktalarda kesişiyor, ki en önemlisi Mohaç Meydan Muharebesi olsa gerek. Bu savaş sonucu ülkenin büyük bölümü Osmanlı hakimiyeti altına alınmış. Tabi ki bu olayın Macarlar üzerindeki etkileri yadsınamaz. Etrafta Osmanlı’dan kalma çeşmeler, camiler, türbeler. Kahveyi bizim sayemizde öğrenmişler. Bazı kelimelerimiz, yiyeceklerimiz benziyor. Kaplıca/hamam geleneğimizi kendilerine göre uyarlamışlar. Bunun gibi daha birçok ayrıntı.

Vaci Utca
 
Macar el işleri
 

Haftasonu kapalı olacağını bildiğimiz için “Vasarcsarnok” yani büyük pazar alanına gitmek üzere gözde bir alışveriş caddesinden yürüdük. “Vaci Utca”dan. Epey uzunca bir cadde. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar ve daha birçok dükkanla dolu. “Vasarcsarnok” hemen Szabadsag hid- Özgürlük köprüsünün dibinde. İçeride neler var diyecek olursanız. Giriş katında manav, şarküteri, kasap, fırın/pastane ve döviz büroları var. Şarküterilerde Macar salamları asılıydı. Aslında salamdan çok sucuğu andırıyorlardı. Burada ucuz olduğunu görünce biraz Euro-Forint değişimi yaptık. Para birimi Macar Forinti (HUF). Biz oradayken (Kasım 2012) 1 TL yaklaşık 120 HUF idi. Paraların üzerinde booolca sıfır görünce kendimizi nostalji rüzgarına kaptırdık.

Vasarcsarnok

Üst katında hediyelik eşya dükkanları, geleneksel el işleri satan dükkanlar vardı. Ama pazarın en kalabalık yeri yine bu kattaki hıncahınç dolu yiyecek yerleriydi. İnsanlar akın akın gelmiş, geleneksel Macar yiyeceklerinden tadıyorlardı. Bir ara yürüyemedik bile. Öylece kaldık büfelerin ve oturanların arasında. Karnımızda  acıkmıştı ama sadece bakmakla yetindik camekanlara! Bodrum katında ise balıkçılar, turşucular ve bir market vardı. Turşucuların hepsi istisnasız turşudan gülen surat çalışması yapmış kavanozları doldururken!
 
Çarşı pazar gezmesi
 
 
Saat 15:00’de “RiverRide” turu rezervasyonu yapmıştık gelmeden. RiverRide adından anlaşılacağı üzere nehiri de kapsayan bir tur. Ama sanılmasın ki bir tekneye bineceğiz. Hem karada hem suda gidebilen bir otobüs turu aslında. Pazar yerinden çıkınca otobüsü yakalayabilmek için Tuna nehri boyunca Szechenyi Meydanı’na kadar yürüdük, bir yandan da McDonalds’tan aldığımız hamburgerleri tıkarak ağzımıza. =)

 
Geç kalmamıştık, hatta erken bile gelmiştik. En önde yerlerimizi kaptık. Bildiğimiz otobüstü işte. Nasıl suda gidecekti ki? 15 ton ağırlığındaki otobüsü bir İskoç tasarlamış, Malta’da üretilmiş. Gezinti başladı, rehber de anlatmaya. Bilimler Akademisi, Parlamento, St. Stephen Bazilikası, Büyük Sinagog, Opera Evi, Kahramanlar Meydanı’ndan geçtik. Şehrin en büyük sinagogu “Grand Synagogue”, en büyük bazilikası da St.Stephen’miş. Şehir merkezinde 96 metreden daha yüksek bina yapmak yasakmış. Çünkü binaların yüksekliği St.Stephen Bazilikası ve Parlamento’nun yüksekliğini geçmemeliymiş. Sekiz köşeli Oktogon Meydanı’nın 2 kenarındaki bulvarları Tuna’dan gelecek suyla doldurup kanal yapmayı planlamışlar ama pahalı olacağı için vazgeçmişler. Gezintideki heyecanla beklenen an gelip çatmıştı. Tuna nehrinde seyir! Suyla buluşacağımız noktaya geldik ve rehberin fona verdiği zafer müziği eşliğinde çulup! suyun içindeydik. O anda heyecanla karışık bir tırsma durumu geçirdik. Ön cam bayağı suyun içine girdi, silecekler çalıştı.

Bindik bir alamete, gedeyoz kıyamete... =)


Margaret Adası suya girdiğimizde sağımızda kaldı. Eskiden Tavşan adasıymış. Krallar buraya avlanmaya gelirmiş. Burada yaşayan bir rahibe kızın ardından adı Margaret olarak değiştirilmiş. Adayı karaya bağlayan köprünün yenilenmesi 75 milyon Euro tutmuş. Dümdüz bir köprü değil, tam adaya bağlanan kısmı köşeli. Akıntıyla beraber gittiğimiz için hızımız 11 deniz mili idi. Dönüşte 4 deniz miline düşecekti. Bu arada otobüsün tekerlekleri suda giderken açık kalıyormuş. Suyun üstünde bir tekne yerine bir otobüsün içinde seyir halindeydik gerçekten. =)
Ünlü Zincir köprüsüne kadar kıyıyı izleye izleye gittik. Buda tarafındaki Kale bölgesine ve Gellert tepesine uzaktan bakıp, köprünün altından geçmeden suya girdiğimiz noktaya doğru geri dönüşe geçtik. Evrimle ilgili animasyonlardaki gibi sudan karaya ayak bastık ve insanoğlunun en kötü buluşlarından biri olan trafik sıkışıklığı ile başbaşaydık maalesef. Yavaş yavaş ilerliyorduk. Parlamento’nun yanındaki Yahudi Soykırım Anıtı’na takıldı gözümüz. 2. Dünya Savaşı sırasında, Tuna kenarına getirilen Yahudiler’e ayakkabılarını çıkarmaları emrediliyormuş ve tam suyun kenarındayken vurulup öldürülüyorlarmış. Böylelikle nehre düşen vücutlarını su alıp götürüyormuş. Geride bıraktıkları ayakkabıları bu anıta ilham olmuş.
Anıt ayakkabılar...
 
Sonunda başlangıç noktamıza varmıştık. RiverRide dalgası eğlenceliydi ve ilginçti. İnsanı canından bezdiren sadece iki nokta vardı. Otobüsün aşırı sıcak olması ve fonda hiç durmadan çalan, kimin söylediğini bilmediğimiz “turist şarkısı”. Bir amca yanık sesiyle turistik yerleri anlatıyor. “... on the left side... on the right side  – sol tarafta.. sağ tarafta...” Milyonlarca kez döndü aynı şarkı. Otobüsten indiğimizde dilimize dolanmıştı ister istemez!

St. Stephen Bazilikası’nı bir de içeriden görelim diye oraya doğru yola çıktık. Yanına yaklaştıkça heybeti arttı tabi. Ne var ki Viyana’daki aynı isimli katedral sanki daha büyüktü. Açıklamalara göre bir bazilika ve katedral arasındaki fark şu ki, bazilika aslen yönetimsel anlamda kullanılıp hukukun uygulandığı yerlere verilen admış. Zaman içinde bazilikalar en büyük kilise manasında kullanılmaya başlanmış. Katedraller ise bir başpapaz tarafından yönetiliyormuş. Ama bu başpapaz piskoposluk bölgesinin de başpapazıysa o zaman katedral bazilikadan daha üstün oluyormuş. Ne var ki halen daha tam olarak aradaki farkı anlayabilmiş değilim. =)
St. Stephen Bazilikası

Bazilikanın içi görkemliydi
 
Bazilikadan çıkıp Milenyum metrosunu kullanarak Hösök Tere” yani Kahramanlar Meydanı’na vardık. Macar tarihinde önemli yer tutan kahramanların heykelleri dikilmiş.

Kahramanlar Meydanı

Tam ortada da yapımı 1900’de bitmiş “Milenyum Anıtı”. Meydanın bir tarafında Güzel Sanatlar Müzesi, diğer tarafında da Sanat Sarayı yer alıyor. Hava artık kararmasına rağmen çok iyi ışıklandırma yapıldığı için manzara çok güzeldi. Zaten genel olarak Budapeşte gece geldiğinde boyut değiştiriyor. Tüm tarihi binalar öyle güzel ışıklandırılıyor ki insan gözlerini alamıyor.

Parlamento binası

Akşam yemeğinde bir arkadaşımızla buluşacaktık, Seren ile. O da Budapeşte’ye bizimle aynı gün varmıştı. Budapeşte, Prag ve Viyana’dan sonra onun en son durağıydı. Tuna kenarındaki bir İtalyan restoranı için sözleştik. Kahramanlar Meydanı dönüşünde Andrassy bulvarından yürüdük. Opera binasını ve Oktogon’u yaya olarak da görmüş olduk böylelikle. Bu cadde oldukça uzun, kalabalık ve bol ışıklıydı.

Yürüye yürüye “Lenoteca”ya geldik. Oldukça ufak bir restorandı. Şu anda adını unuttuğum hemen yanındaki restoranla ortak çalışıyordu sanırım. Çünkü sipariş ettiğimiz yemekler dışarıdan geldi. Bizim bulunduğumuz kısım sanki daha çok bir mahzeni andırıyordu. Her yer çeşit çeşit şarapla doluydu. Pizza ve makarna fena değildi tamam ama şarap ve tiramisu daha da iyiydi kesinlikle. Özellikle “Egri Bikaver” isimli kırmızı şaraptan istedik çünkü merak ettik. Çünkü bizimle ilgili bir efsane konusuydu! Yıl 1552; Osmanlı ordusu Eger şehrini kuşatmış. Macar askerleri çok iyi savunma yapıyormuş. Bir yandan da şarap içiyorlarmış. Kırmızı şarap sakallarına bulaşıyormuş. Bizim askerler arasında Macarların boğa kanı içtiği ve o yüzden bu kadar güçlü olduklarına dair bir söylenti çıkmış. Sokullu Mehmet Paşa, teslim olan Macar askerlerinin birinden şarap içtiklerini öğrenmesine rağmen, içki günah sayıldığı için askerlerine Macarların boğa kanı içtiğini teyit etmiş. Söylenti gerçeğe dönüşmüş, şarabın takma adı da “boğa kanı” olarak kalmış. =)
"Boğa Kanı" içmişiz!
 
Bayram yemeğimizi neşeli bir sohbet eşliğinde yiyip, sokağa geri döndük. Işte ışıl ışıl Buda karşımızdaydı. Fotoğraf çekmekten alamaz insan kendini!
Budin Kalesi ışıl ışıl
 
Sonraki sabah otelden ne kadar erken çıkmaya çalışsak da pek de başarılı olamadık. Bunda en büyük etken geniş açık büfe kahvaltıydı kuşkusuz! Hava hafiften yağmurlu olduğu için öğleden önce kapalı yerlere gitmeyi kararlaştırdık. Adını hemen hemen her yerde duyduğumuz, ama acaba Varşova’daki Muzeum Powstania Warszawskiego’ya mı benziyordur diye gitmekte tereddüt ettiğimiz “Terror Haza”ya gittik. Önceki akşam Andrassy bulvarından yürürken önünden geçmiştik zaten. Özellikle ilginç çatısı nedeniyle pek gözden kaçacak bir bina değil.
Terror Haza'nın dikkat çekici çatısı
 
Önündeki uzun kuyruğu görünce yüreğimiz ağzımıza geldi ama meğer bu kalabalık bir öğrenci grubuymuş. Aralarından geçip içeri girdik. Biletimizi “Budapest Card” ile yüzde 20 indirimli olarak ve kolaylıkla aldık ama sıra eşyalarımızı vestiyere bırakmaya gelince biraz sıkıntı doğdu. İçeriye çoktan girmiş olan öğrenciler acayip bir tıkış pıkışlık yaratmıştı. Biraz oradan buradan geçip sıyrılıp eşyalarımızı bıraktık ama acaba dönüşte bulabilecek miydik yerlerinde! Müzede fotoğraf çekmek yasak, makinelerimizi de bıraktık o yüzden. Gördüklerimizi anlatmak zor olacak, fotoğrafların yardımcılığı su götürmez bir gerçek ne de olsa.
Terror Haza'nın girişi...
 
Bina Terör müzesine çevrilmeden önce Nazi gizli servisinin ve Komünist dönemde devletin gizli servisinin kullandığı bir karakolmuş. Ortası boşluk ve en alt katta suyun üstünde bir Sovyet tankı duruyor. Diğer iki kat, direnişe, rejimlere ve rejim kurbanlarına ayrılmış. Genel olarak loş bir ortam, fonda çalan müzikler etkileyici. Yazılar, fotoğraflar, eşyalar. İkinci katı da geçtikten sonra bir asansöre binip bodrum katına iniliyor. Bir asansör yolculuğu bu kadar mı ürpertici olur! Asansör karanlık, duvarına asılmış bir ekranda idamlar sonrasında idam odasını temizleyen adamın yaşadıklarını anlattığı bir video gösteriliyor. Bodrum katında tahmin edeceğiniz gibi hücreler ve idam odası var. Burada cinayetler işlenmiş, işkenceler, idamlar yapılmış. Hücreler korkunç, ortam kasvetli. Keşke fotoğraf çekmek yasak olmasaydı. Binadan ayrılırken en son geçilen yer “Gözyaşı Salonu”. Böyle yerleri şimdi sadece “turist” olarak gezmek aslında içler acısı bir durum belki de. Ya da geçmişi daima hatırlamak için iyi bir yöntem. Arada kaldım. Çıkışta eşyalarımızı geri almamız da zor oldu ama neyse becerebildik.
Bu arada biz 3 günlük “Budapest Card” satın almıştık. Toplu taşıma bedava, bazı müzelere girişte, restoranlarda ve dükkanlarda indirimler yapılıyor. Toplu taşımada kontrol sıkı. En azından metro girişlerinde bıyıklı amcalara kartınızı ya da biletinizi göstermek zorundasınız.
Tatlı yiyip tatlı konuşmak için 1858 yılından beri hizmet veren “Gerbeaud” pastanesine doğru yola çıktık. Metroyu kullandık. Vörös Marty durağının hemen çıkışında karşınızda bitiveriyor bu köklü pastane. Denenecek çook çeşit vardı. Dobos torta, Gerbeaud torta, Eszterhazy torta veee bize sürpriz yapıp karşımıza çıkan Sacher torte!! Gelmeden önce okuduklarımızda buranın çok “turistik” bir yer olduğu yazılıydı. Ama aslında “New York Café” turistik olma konusunda Gerbeaud’a on basar! En azından Gerbeaud’un kapısında kuyruk yoktu!

en üst raf-soldan sağa: dobos torta, gerbeaud torta, eszterhazy torta...

Tatlılara gelecek olursak, pastanenin kuruluşunun 145. Yılı şerefine pişirilmiş Gerbeaud torte biraz Sacher torte’yi andırıyor. Sacher torte hakkında fazla söze gerek yok ama tabi Viyana’dakiler daha güzeldi. =) Dobos torta, beş kat ince kek katmanı arasındaki çikolata kremasından ve en üstte de cam gibi parlak karamel katmanından oluşuyor. Adını onu yaratan pasta ustası bay Dobos’dan almış. Eszterhazy torta, Macar-Avusturya ortak yapımı ve Prens Eszterhazy için pişirilmiş. İçinde bademli mereng olan yine beş katmanlı bir kek. Üstü de örümcek ağı şeklinde süslenmiş. Badem nedeniyle benim listemin en üst sırasında değil. Halen daha favorim Sacher torte!
Şeker komasına girdiğimiz için hareketlerimiz de ağırlaşmıştı galiba! Yavaş da olsa artık Buda tarafında geçmek için ayaklandık. Tuna üzerinde iki yakayı birbirine bağlayan dokuz köprü var. Bizim istikamet Szechenyi – Zincir Köprüsü idi.

Sisler içinde Gellert tepesi


1873 yılında yapılan ve Buda ile Peşte’yi birbirine bağlayan ilk köprü buymuş. Bu şehirde efsaneler kol geziyor. Bu köprüyle ilgili efsane de şöyle: Çıkan fırtına yüzünden karşı tarafa geçemeyen Kont István Széchenyi, babasının cenazesini kaçırır. Bu nedenle de bu köprüyü yaptırır. 1849’da açılan zincirli köprü iki tarafındaki kocaman aslanlarla ve üzerindeki daha birçok süslemeyle el emeği, göz nuru gerçekten. Keşke araç trafiğine kapalı olsa. Üzerinden karşıya yürümek muhtemelen daha zevkli olur.

Zincir Köprüsü

Karşıya geçtikten sonra Kale bölgesine çıkmak için fünikülere yöneldik. Sırada beklerken gözlerimiz Kemal Atatürk caddesini aradı ama bulamadık ne yazık ki. Füniküler Prag’dakine benziyordu ama yukarı çıkarkenki manzara kuşkusuz daha göz alıcıydı.
Füniküler kalabalığı...
 
İndiğimizde UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş bir bölgedeydik ve tam da askerlerin nöbet değişim törenine denk gelmiştik. Sessiz ve sade bir tören izledik. Tarih kitaplarını hatırlayacak olursak, Buda-Budin, 1541 yılında 145 seneliğine Osmanlı himayesine girmiş. Sultan Süleyman Budin Kalesi’nden aldığı birçok heykeli beraberinde İstanbul’a götürmüş. Kiliseler camiye çevrilmiş, kütüphanelerden kitaplar yine İstanbul’a götürülmüş.
Kalenin bahçesindeki kadim köprülerden biri.

Kalenin bahçesinde yürüyüp Peşte manzarası izledik bu defa. Bahçede hediyelik eşya satan standlara bakarken burnumuza dolan muhteşem tarçın kokusunu takip ettiğimizde “Kürtoskalacs” yani “Trdelnik” satan bir tezgah ile karşılaştık. Şu anda bile canım çekti! =)
baca keki... isimle cisim bu kadar uyuşur!
 
Şehirde gezerken çeşitli yerlerde “ağzında yüzük tutan kuzgun” figürüyle karşılaştık, ki bu figürü kalenin bahçe kapısından çıkarken de gördük. Neyin simgesi olduğunu ancak geri dönünce öğrendim. Macarlar çok zor bir dönem geçirirken başa geçen ve en çok sevdikleri kral olan Matyas Corvinus’un aile asalet armasıymış. Corvinus da Latince’de kuzgun demek oluyormuş zaten.

Game of Thrones'vari bir manzara!

Kale bölgesinde sokak aralarında yürüyüşe geçtik. 2011 yılında tamamen kapandığı söylenen Labirintus’un kapısı açıktı ama aşağıdan gelen yoğun rutubet kokusu nedeniyle es geçtik. Labirent tüm kale tepesinin altını kapsıyor, yeraltı mağaraları ve geçitlerinden oluşuyormuş. Savaş zamanları sığınak olmuş, Soğuk Savaş zamanında askeri bir üsmüş.

Matyas Kilisesi kale bölgesinin önemli binalarından biri. Deseni ve renkleri nedeniyle en çok çatısını sevdim ama kilisenin içi de bayağı şaşalıydı. Bir bölümünde restorasyon çalışması vardı. Şehri ele geçirdikten sonra Kanuni Sultan Süleyman burada namaz kılmış. İçeride bir de seccade sergilendiği için bu bilginin doğruluk payı herhalde yüksek.
Matyas Kilisesi
 
Matyas'ın renkli çatısı

Seccade
 
Kilisenin olduğu meydana Trinity adı verilmiş. Meydandaki ilginç yapılardan biri de tarihi balıkçılar tabyası “Halaszbastya”. Surların üzerinde masaldan fırlamış gibi duran yedi kulesi var. Kulelerin her biri Karpatya bölgesine yerleşen yedi Macar kabilesini temsil ediyormuş. İsmini nereden aldığına dair rivayetlerden biri burada eskiden bir balık pazarı olduğu, diğeri de Orta Çağ’da şehrin bu kısmını koruyan balıkçı loncasına ithafen verildiği.

Balıkçılar Tabyası'nın bir kulesi

Tabyanın merdivenlerden aşağı doğru inişe geçtik, yolda iki heykel dikkatimizi çekti. Birisi Peter Mansfeld’e aitmiş. Bu genç adam ülkedeki totaliter rejime karşı çıkmasının bedelini 18 yaşına geldiğinde idam edilerek ödemiş. Ülkenin ulusal kahramanlarından kabul ediliyormuş.

Peter Mansfeld

Öbürüyse, ayaklarının altında ucunda hilal olan bir sancak serili Macar askeri ya da komutanı heykeliydi. Heykelle ilgili bir bilgi yoktu ama acaba Macarların ülkelerini Osmanlılar’dan geri alışını mı simgeliyordu? Tereddütte kaldık. Adamlar tabi ki bu olayın heykelini yapabilir ama karşı tarafı daha az rencide ederek yapsalar sanırım daha sağduyulu bir davranış olurdu. Tal’ın yorumu: “Adamlar tabi ki bu olayın heykelini yapabilirler ama, bu şekilde yansıtmak doğru mu tarihini şimdiki yeni nesline? Bunu gören tüyü bitmemiş gencini eski olaylardan dolayı gaza getirip düşmanlık besletmeye, Osmanlı artık olmadığı için Türkiye’ye karşı kin besletmeye ne gerek var? Gel bir bizim memleketimizi gör, etrafta çarmıha gerilmiş Haçlı ordusu askerlerinin heykelleri var mı? Bunu yapmanın kime ya da neye yararı olur bu çağda? Hiç kimseye ve hiçbir şeye!”

??

Hava kararmadan Gül Baba Türbesi’ne de gitmek istiyorduk. Biraz yürüyüp, sonra metroyu kullanarak vardık. Yeşil renkli metro öyle nostaljikti ki. Gültepe’deki türbeye ulaşmak için Török Utca’dan yani Türk caddesinden geçmek ve yokuşları tırmanmak gerekti. Macarlar buraya “Rozsadomb” adını vermiş. Biz tam türbeye girerken bir Türk turist grubu da ayrılıyordu.

Türk caddesi

Gül Baba

Asıl adı Cafer olan Gül Baba, külahında sürekli bir gül taşıdığı için bu lakabı almış. 1531 yılında Budin’e gönderilmiş hoşgörülü bir Bektaşi dervişiymiş. 1541’de Budin Savaşı’nda şehit düşmüş ve oraya gömülmüş. Gül Baba Macar halkı tarafından da çok sevilip sayılan bir kimse olmuş. Biz de duamızı ettik, anı defterine bir şeyler karaladık. Bu arada Gültepe şehrin en yeşillikli ve güzel evlerinin olduğu semt sanırım.



 
Güneş batmıştı ama Gellert Hegy-tepesine çıkmak için geç değildi! Tepenin hemen dibinde ünlü Gellert Hamamı var. Aslında yorgun bacaklarımızı dinlendirmek için hamam iyi bir seçenekti. Belki önümüzdeki uzun tırmanışı tahmin etseydik hamama atıverirdik kendimizi =)

Tarihi Gellert Oteli ve Hamamı

Parkın ilk gözümüze çarpan girişinden girdik. Kerterizimiz Szabadsag Szobor yani, Özgürlük Anıtı’ydı. Yönümüzü ona göre belirlemeye çalışıyorduk. Park ıssız ve yer yer karanlıktı. Yokuşları çıkmaktansa daha kestirme olabileceğini düşünerek bir merdivene yöneldik. Ama daha fazla ilerleyemeden karanlıkta gördüğümüz karaltılar yüzünden geri döndük. Galiba evsizlerdi.

Özgürlük Anıtı

Eski yöne sadık kalmak en iyisiydi. Yokuşlara! Döne döne dilimiz dışarıda tırmanmaya devam ettik. Çık çık bitmiyordu yokuşlar. Arada sırada acaba kayıp mı olduk diye düşündük çünkü heykelin ışıkları gözden kayboluyordu. Köpeğini gezdiren ya da koşan bir-iki kişi gördük mü de seviniyorduk. Nihayet tepeye vardık. İnsanların genellikle giriş yaptığı taraftan değil heykelin arkalarından bir yerlerden heykelin önündeki meydandaydık artık. Ortam epey kalabalıktı. O kadar insanı yolda görmediğimize göre kesin alternatif bir yoldan çıkmıştık buraya. =) Elinde palmiye yaprağı tutan kadın figürlü Özgürlük Heykeli’nin yüksekliği 26 m ve 1947 yılında oraya konulmuş. İlk başta Sovyetler’in Macaristan’ı 2. Dünya Savaşı’ndan kurtarması anısına yapılmış ama daha sonra Komünist dönemin bitişiyle hayatını Macarların bağımsızlığı, özgürlüğü ve refahı için feda edenlerin anısına şeklinde değiştirilmiş temsil ettiği düşünce.

Gellert tepesine özellikle hava karardıktan sonra çıkmak gerekli. Şehrin ışıklarıyla gece manzarası harikaydı. Tuna karanlık bir su yılanı gibi ortada, aydınlatılmış köprüler de üzerine taktığı kolyeler sanki.
Buda-Tuna-Peşte
 
Tepeden aşağı iniş çok daha kolay ve hızlı oldu. Baktık herkes akın akın bir merdivenden doğru buraya varıyor, biz de oraya yöneldik. Galiba yukarı çıkarken merdivenlerin başından geri dönmemeliydik. =)

Akşam yemeği için Tal derin araştırmalar yapmıştı gelmeden. Sonunda Sir Lancelot’da karar kılmış ve rezervasyon yaptırmıştı. İyı ki de yaptırmış yoksa yer bulamayacaktık bu Orta Çağ restoranında! Şövalyelerin uğrak yeri olan bir handaydık. Kapıda da şövalyeler karşıladı zaten bizi ve alt kata doğru buyur etti. Büyük ahşap masalardan birine kuruluverdik. Loş ışıklar, masaların üstünde mumlar. Taş duvarlarda kılıçlar, flamalar, şövalye zırhları, tablolar. Atmosfer tastamamdı.  
Sir Lancelot
 
buradayken cam bardakta bira ikramı beklemek olmazdı!
 
Diğer masalardaki müşteriler de çoktan atmosfere girmişti. Herkes beyaz önlüğünü boynuna dolamış, elleriyle yemeklere dalmıştı. Menüde de yazdıkları gibi burada her şey elle yeniyordu çünkü. Çatal/bıçak/kaşık gibi medeniyete ait alet edavat kullanmak yasaktı. Garson kızlar da ortama uyum sağlamıştı. Göbeğini açıkta bırakan gömleği, uzun eteği ve önlüğüyle içlerinden biri siparişimizi almaya geldi. Hindi/tavuk ve bira siparişi verdik. Biralar eski usülde topraktan yapılma kulplu bardaklarda servis edildi. Yemekleri beklerken bir anda ortam daha başka bir boyuta geçti, eğlenceler başlamıştı. Önce bir dansöz(ümsü) kız çıktı, masaların arasında göbek attı. Bu arada bizim yemekler geldi. Porsiyonlar sanki bir insan için değildi! Benim tavuk çok ahım şahım değildi ama fırında nar gibi kızarmış hindiler lezizdi.
 
Tal aynen Kara Murat filmlerindeki Bizanslı askerler gibi hiç acımadan mideye indiriverdi hindileri. =) Yemek esnasında gösteriler devam etti. Hokkabazlar kılıçlarla ve kadehlerle numaralar yaptı. Keyifli müzik de eşlik edince tüm bu gösterilere, insan naralar atıp iyice o zamanlara dönmek istiyor. =) Biz ayrılırken gösteriler daha devam ediyordu.
hokkabazlar işbaşında!
 
Pazar sabahı erkenden kalktık yine ve düştük yollara. Hava son gün bozmuştu. İlk iki günün nispeten ılık havası gitmiş, yerine kar soğuğu gelmişti. Buda tarafındaki Kis Rokus Utca’da yer alan Mucizeler Sarayı’na gitmek için trama bindik. Burası aslında daha çok çocuklara yönelik bir oyun eviymiş. Bilmecelerin, oyunların parçası olup bilimi eğlenceli şekilde öğrenmek için. Büyüklerin de burada çok eğleneceğini duymuştum. =) Ama maalesef gittiğimizde öğrendik ki burası başka bi yere taşınmış. Görevliler yardımcı oldu, yeni yerini harita üzerinde anlattı. Ne var ki biraz şehrin dışındaydı, biz de kısıtlı zaman nedeniyle vazgeçtik.

bizim otobüsleri de artık troleybüse mi çevirsek? =)

Tekrar trama atlayıp Tuna’nın ortasında “Margit Sziget” durağında indik. Yemyeşil adaya ayak basmıştık, rengarenk ağaçların arasında, patikalarda yürüyüşe başladık. Renkler o kadar harikaydı.

 
 
Yeşilin tonları, turuncular, pembeler, kırmızılar. Sonbaharda parklar, bahçeler bir başka güzel oluyor. Nilgün anne de dökülen o güzel yapraklardan topladı biraz yürürken. Favorim kırmızıya çalan yapraklarıyla dev bir çınar ağacı oldu. Adada içinde daha çok kuşların olduğu bir mini hayvanat bahçesi de vardı. Burası aynı zamanda spor aktivitelerinin de yapıldığı bir yer. Bir ufak stadyum ve yüzme havuzu inşa edilmiş. Bir de her sene Sziget Müzik Festivali düzenleniyor.
ulu çınarlar...

 
İki saate yakın yürüdükten sonra adanın kenarından geçen otobüse bindik, sonra da trama atlayıp tekrar Peşte tarafına geçtik. Üşümüştük, karnımız acıkmıştı. Kalvin Ter’deki Raday Utca yani restoranlar sokağına gittik. İki tarafı restoranlarla dolu sokak pazar günü olduğu için biraz ıssızdı. Tal’ın burada bir süre yaşamış arkadaşı Cansu’dan öğrendiğimize göre özellikle haftaiçi öğlen saatlerinde bayağı kalabalık oluyormuş. Burada geleneksel Macar yemeklerinden dönere kadar birçok çeşit bir aradaydı. Meşhur “Gulyas” yani gulaştan tatmak için Soul isimli bir restorana girdik.

Gulyas denilen her seferde Gulyabani kelimesi aklıma geliyor! ve ardından Tosun Paşa! =)

Gulaşın içinde parça et olduğu için ben hakkımı soğan çorbasından yana kullandım ama keşke Gulaş içseymişim. Biraz ucundan tattığım kadarıyla hiç de fena değildi. Kırmızı biber, dana eti, patates, havuçtan oluşan yemek tas kebabına benziyor. Macarlar için bir ana yemek ama daha çok çorba denilebilir bence.

Ayrılmadan bir de New York Café’ye uğrayacaktık. Ama ondan da önce son kez leziz Kürtoskalacs'dan yemek istiyorduk. Deak Ferenc Ter’de kurulu sokak tezgahlarına yöneldik. Sıcacık tarçınlı “baca keklerini” yuttuk resmen. Bu kek Kont Drakula’nın memleketi Transilvanya’dan geliyormuş ve aslen evlilik ya da vaftiz törenleri gibi kutlamalar sırasında pişirilirmiş. Bu sokak tezgahlarında yiyecek-içecek, hediyelik eşyalar, “boğa kanı” şaraplar ve Palinka da satılıyordu.
Macar salamı?!? sucuğu?!?
 
Palinka meyvelerden yapılan geleneksel ve ağır bir likör türü. Palinka’dan ziyade daha da ağır olan bir başka likör de Unicum. (Yaptığımız ayıp ama ikisinden de Duty free’den almamıza rağmen dönerken, haaaala daha tatmadık. =) )
Çeşit çeşit meyveli Palianka'lar
 
Baca kekinin üzerine sıcak şarap içtik ama çok da güzel değildi. Bardağı bitiremeyip çöp kutusunun üzerine bıraktığımız an bir evsiz gelip kaptı, lıkır lıkır içti. Afiyet şeker olsun! =)
Doymamış olacağız ki New York Café’ye uğramaktan vazgeçmedik. Aslında uğramasak da pek şey kaybetmezmişiz. En azından ukala garsonlarla uğraşmak zorunda kalmazdık. Biz sadece bir çifti bekledik oturmak için ama bizden sonra kuyruk uzadı gitti. Burası çook turistik olmuş ve garsonlar da belli ki sıkılmış. Bir zamanlar burası dünyanın en güzel kafesi sayılırmış. Gerçekten de içi bir sarayı andırıyordu.
NY Café
 
Neler yediğimize gelecek olursak, en başta “Somloi Galuska”. Gerbeaud’da deneyememiştik. Rom sosu, vanilya kreması ve çikolata şurubuyla bu kekten sadece küçük bir porsiyon yenmeli. Bomba etkisi yaratıyor. Biz de üç kişi için sadece bir tane söyledik zaten. Bir de geleneksel tatlılardan oluşan bir karışık tabak aldık. Sunum burada belki daha güzeldi ama Gerbeaud’un lezzetleri daha iyiydi kesinlikle.
solda karışık tabak, sağda Somloi Galuska
 
Caféde planladığımızdan daha uzun süre geçirmiştik ama enerji depolamıştık. Hızla otele geri dönüp bavullarımızı aldık ve kendimizi yine bir dönüş yolunda bulduk. Budapeşte’nin kaderi hep güzellik açısından Prag ile kıyaslanmak olmuş sanırım. Savaşlar sırasında Prag kadar iyi korunmamış ve yıkıma uğramış olmasına rağmen Budapeşte de oldukça estetik bir şehir ve sanki biraz daha canlı! =)





Hiç yorum yok: