BUDAPEŞTE,
MACARİSTAN
Kurban Bayramı’nın ilk gününde ailevi ziyaretleri
gerçekleştirdikten sonra ikinci günün sabahı Nilgün anne, Tal ve ben
Budapeşte’ye giden uçaktaydık. Yolculuk uzun sürmedi, 2 saati biraz geçti.
Ferihegy havalimanından şehir merkezine direkt tren/metro yok. Biz otobüs+metro
kombinasyonunu kullandık. 200E numaralı otobüse bindik, Kobanya-Kispest
durağında metroya aktarma yaptık ve sonunda şehir merkezindeydik. Otelimiz Peşte
tarafındaydı ve Deak Ferenc ter istasyonuna çok yakındı. Bavulları bırakır
bırakmaz sokağa çıktık tekrar Peşte sokaklarını arşınlamak için.
|
Buda sokakları... |
Buda... Peşte... ve aslında bir de üçüncü silahşör var...
Obuda. Bu üç bölgenin birleşmesiyle bugünkü Budapeşte oluşmuş. Macarlarla
tarihimiz bazı noktalarda kesişiyor, ki en önemlisi Mohaç Meydan Muharebesi
olsa gerek. Bu savaş sonucu ülkenin büyük bölümü Osmanlı hakimiyeti altına
alınmış. Tabi ki bu olayın Macarlar üzerindeki etkileri yadsınamaz. Etrafta
Osmanlı’dan kalma çeşmeler, camiler, türbeler. Kahveyi bizim sayemizde
öğrenmişler. Bazı kelimelerimiz, yiyeceklerimiz benziyor. Kaplıca/hamam
geleneğimizi kendilerine göre uyarlamışlar. Bunun gibi daha birçok ayrıntı.
|
Vaci Utca |
|
Macar el işleri |
Haftasonu kapalı olacağını bildiğimiz için “Vasarcsarnok”
yani büyük pazar alanına gitmek üzere gözde bir alışveriş caddesinden yürüdük.
“Vaci Utca”dan. Epey uzunca bir cadde. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar
ve daha birçok dükkanla dolu. “Vasarcsarnok” hemen Szabadsag
hid- Özgürlük köprüsünün dibinde. İçeride neler var diyecek
olursanız. Giriş katında manav, şarküteri, kasap, fırın/pastane ve döviz
büroları var. Şarküterilerde Macar salamları asılıydı. Aslında salamdan çok
sucuğu andırıyorlardı. Burada ucuz olduğunu görünce biraz Euro-Forint değişimi yaptık.
Para birimi Macar Forinti (HUF). Biz oradayken (Kasım 2012) 1 TL yaklaşık 120
HUF idi. Paraların üzerinde booolca sıfır görünce kendimizi nostalji rüzgarına
kaptırdık.
|
Vasarcsarnok |
Üst katında hediyelik eşya dükkanları, geleneksel el
işleri satan dükkanlar vardı. Ama pazarın en kalabalık yeri yine bu kattaki
hıncahınç dolu yiyecek yerleriydi. İnsanlar akın akın gelmiş, geleneksel Macar yiyeceklerinden
tadıyorlardı. Bir ara yürüyemedik bile. Öylece kaldık büfelerin ve oturanların
arasında. Karnımızda acıkmıştı ama
sadece bakmakla yetindik camekanlara! Bodrum katında ise balıkçılar, turşucular
ve bir market vardı. Turşucuların hepsi istisnasız turşudan gülen surat çalışması
yapmış kavanozları doldururken!
|
Çarşı pazar gezmesi |
Saat 15:00’de “RiverRide” turu rezervasyonu yapmıştık gelmeden.
RiverRide adından anlaşılacağı üzere nehiri de kapsayan bir tur. Ama sanılmasın
ki bir tekneye bineceğiz. Hem karada hem suda gidebilen bir otobüs turu
aslında. Pazar yerinden çıkınca otobüsü yakalayabilmek için Tuna nehri boyunca
Szechenyi Meydanı’na kadar yürüdük, bir yandan da McDonalds’tan aldığımız
hamburgerleri tıkarak ağzımıza. =)
Geç kalmamıştık, hatta erken bile gelmiştik. En önde
yerlerimizi kaptık. Bildiğimiz otobüstü işte. Nasıl suda gidecekti ki? 15 ton
ağırlığındaki otobüsü bir İskoç tasarlamış, Malta’da
üretilmiş. Gezinti başladı, rehber de anlatmaya. Bilimler
Akademisi, Parlamento, St. Stephen Bazilikası, Büyük Sinagog, Opera Evi, Kahramanlar
Meydanı’ndan geçtik. Şehrin en büyük sinagogu “Grand Synagogue”, en büyük bazilikası
da St.Stephen’miş. Şehir merkezinde 96 metreden daha yüksek bina yapmak
yasakmış. Çünkü binaların yüksekliği St.Stephen Bazilikası ve Parlamento’nun
yüksekliğini geçmemeliymiş. Sekiz köşeli Oktogon Meydanı’nın 2 kenarındaki
bulvarları Tuna’dan gelecek suyla doldurup kanal yapmayı planlamışlar ama
pahalı olacağı için vazgeçmişler. Gezintideki heyecanla beklenen an gelip çatmıştı. Tuna nehrinde seyir! Suyla buluşacağımız
noktaya geldik ve rehberin fona verdiği zafer müziği eşliğinde çulup! suyun
içindeydik. O anda heyecanla karışık bir tırsma durumu geçirdik. Ön cam
bayağı suyun içine girdi, silecekler çalıştı.
|
Bindik bir alamete, gedeyoz kıyamete... =) |
Margaret Adası suya girdiğimizde sağımızda kaldı. Eskiden
Tavşan adasıymış. Krallar buraya avlanmaya gelirmiş. Burada yaşayan bir rahibe
kızın ardından adı Margaret olarak değiştirilmiş. Adayı karaya bağlayan
köprünün yenilenmesi 75 milyon Euro tutmuş. Dümdüz bir köprü değil, tam adaya
bağlanan kısmı köşeli. Akıntıyla beraber gittiğimiz için hızımız 11 deniz mili
idi. Dönüşte 4 deniz miline düşecekti. Bu arada otobüsün tekerlekleri suda
giderken açık kalıyormuş. Suyun üstünde bir tekne yerine bir otobüsün içinde
seyir halindeydik gerçekten. =)
Ünlü Zincir köprüsüne kadar kıyıyı izleye izleye gittik.
Buda tarafındaki Kale bölgesine ve Gellert tepesine uzaktan bakıp, köprünün
altından geçmeden suya girdiğimiz noktaya doğru geri dönüşe geçtik. Evrimle
ilgili animasyonlardaki gibi sudan karaya ayak bastık ve insanoğlunun en kötü
buluşlarından biri olan trafik sıkışıklığı ile başbaşaydık maalesef. Yavaş
yavaş ilerliyorduk. Parlamento’nun yanındaki Yahudi Soykırım Anıtı’na takıldı
gözümüz. 2. Dünya Savaşı sırasında, Tuna kenarına getirilen Yahudiler’e
ayakkabılarını çıkarmaları emrediliyormuş ve tam suyun kenarındayken vurulup
öldürülüyorlarmış. Böylelikle nehre düşen vücutlarını su alıp götürüyormuş.
Geride bıraktıkları ayakkabıları bu anıta ilham olmuş.
|
Anıt ayakkabılar... |
Sonunda başlangıç noktamıza varmıştık. RiverRide dalgası
eğlenceliydi ve ilginçti. İnsanı canından bezdiren sadece iki nokta vardı.
Otobüsün aşırı sıcak olması ve fonda hiç durmadan çalan, kimin söylediğini
bilmediğimiz “turist şarkısı”. Bir amca yanık sesiyle turistik yerleri
anlatıyor. “... on the left side... on the right side – sol tarafta.. sağ tarafta...” Milyonlarca
kez döndü aynı şarkı. Otobüsten indiğimizde dilimize dolanmıştı ister istemez!
St. Stephen Bazilikası’nı bir de içeriden görelim diye oraya
doğru yola çıktık. Yanına yaklaştıkça heybeti arttı tabi. Ne var ki Viyana’daki
aynı isimli katedral sanki daha büyüktü. Açıklamalara göre bir bazilika ve
katedral arasındaki fark şu ki, bazilika aslen yönetimsel anlamda kullanılıp
hukukun uygulandığı yerlere verilen admış. Zaman içinde bazilikalar en büyük
kilise manasında kullanılmaya başlanmış. Katedraller ise bir başpapaz
tarafından yönetiliyormuş. Ama bu başpapaz piskoposluk bölgesinin de
başpapazıysa o zaman katedral bazilikadan daha üstün oluyormuş. Ne var ki halen
daha tam olarak aradaki farkı anlayabilmiş değilim. =)
|
St. Stephen Bazilikası |
|
Bazilikanın içi görkemliydi |
Bazilikadan çıkıp Milenyum metrosunu kullanarak “Hösök
Tere” yani Kahramanlar Meydanı’na vardık. Macar tarihinde önemli yer tutan
kahramanların heykelleri dikilmiş.
|
Kahramanlar Meydanı |
Tam ortada da yapımı 1900’de bitmiş
“Milenyum Anıtı”. Meydanın bir tarafında Güzel Sanatlar Müzesi, diğer tarafında
da Sanat Sarayı yer alıyor. Hava artık kararmasına rağmen çok iyi ışıklandırma
yapıldığı için manzara çok güzeldi. Zaten genel olarak Budapeşte gece
geldiğinde boyut değiştiriyor. Tüm tarihi binalar öyle güzel ışıklandırılıyor
ki insan gözlerini alamıyor.
|
Parlamento binası |
Akşam yemeğinde bir arkadaşımızla buluşacaktık, Seren ile.
O da Budapeşte’ye bizimle aynı gün varmıştı. Budapeşte, Prag ve Viyana’dan
sonra onun en son durağıydı. Tuna kenarındaki bir İtalyan restoranı için
sözleştik. Kahramanlar Meydanı dönüşünde Andrassy bulvarından yürüdük. Opera
binasını ve Oktogon’u yaya olarak da görmüş olduk böylelikle. Bu cadde oldukça
uzun, kalabalık ve bol ışıklıydı.
Yürüye yürüye “Lenoteca”ya geldik. Oldukça ufak bir
restorandı. Şu anda adını unuttuğum hemen yanındaki restoranla ortak
çalışıyordu sanırım. Çünkü sipariş ettiğimiz yemekler dışarıdan geldi. Bizim
bulunduğumuz kısım sanki daha çok bir mahzeni andırıyordu. Her yer çeşit çeşit
şarapla doluydu. Pizza ve makarna fena değildi tamam ama şarap ve tiramisu daha
da iyiydi kesinlikle. Özellikle “Egri Bikaver” isimli kırmızı şaraptan istedik
çünkü merak ettik. Çünkü bizimle ilgili bir efsane konusuydu! Yıl 1552; Osmanlı
ordusu Eger şehrini kuşatmış. Macar askerleri çok iyi savunma yapıyormuş. Bir
yandan da şarap içiyorlarmış. Kırmızı şarap sakallarına bulaşıyormuş. Bizim
askerler arasında Macarların boğa kanı içtiği ve o yüzden bu kadar güçlü
olduklarına dair bir söylenti çıkmış. Sokullu Mehmet Paşa, teslim olan Macar
askerlerinin birinden şarap içtiklerini öğrenmesine rağmen, içki günah
sayıldığı için askerlerine Macarların boğa kanı içtiğini teyit etmiş. Söylenti
gerçeğe dönüşmüş, şarabın takma adı da “boğa kanı” olarak kalmış. =)
|
"Boğa Kanı" içmişiz! |
Bayram
yemeğimizi neşeli bir sohbet eşliğinde yiyip, sokağa geri döndük. Işte ışıl
ışıl Buda karşımızdaydı. Fotoğraf çekmekten alamaz insan kendini!
|
Budin Kalesi ışıl ışıl |
Sonraki sabah otelden ne kadar erken çıkmaya çalışsak da
pek de başarılı olamadık. Bunda en büyük etken geniş açık büfe kahvaltıydı
kuşkusuz! Hava hafiften yağmurlu olduğu için öğleden önce kapalı yerlere
gitmeyi kararlaştırdık. Adını hemen hemen her yerde duyduğumuz, ama acaba
Varşova’daki Muzeum Powstania Warszawskiego’ya mı benziyordur diye gitmekte
tereddüt ettiğimiz “Terror Haza”ya gittik. Önceki akşam Andrassy bulvarından
yürürken önünden geçmiştik zaten. Özellikle ilginç çatısı nedeniyle pek gözden
kaçacak bir bina değil.
|
Terror Haza'nın dikkat çekici çatısı |
Önündeki uzun kuyruğu görünce yüreğimiz ağzımıza geldi
ama meğer bu kalabalık bir öğrenci grubuymuş. Aralarından geçip içeri girdik.
Biletimizi “Budapest Card” ile yüzde 20 indirimli olarak ve kolaylıkla aldık
ama sıra eşyalarımızı vestiyere bırakmaya gelince biraz sıkıntı doğdu. İçeriye
çoktan girmiş olan öğrenciler acayip bir tıkış pıkışlık yaratmıştı. Biraz
oradan buradan geçip sıyrılıp eşyalarımızı bıraktık ama acaba dönüşte
bulabilecek miydik yerlerinde! Müzede fotoğraf çekmek yasak, makinelerimizi de
bıraktık o yüzden. Gördüklerimizi anlatmak zor olacak, fotoğrafların
yardımcılığı su götürmez bir gerçek ne de olsa.
|
Terror Haza'nın girişi... |
Bina Terör müzesine çevrilmeden önce Nazi gizli
servisinin ve Komünist dönemde devletin gizli servisinin kullandığı bir
karakolmuş. Ortası boşluk ve en alt katta suyun üstünde bir Sovyet tankı
duruyor. Diğer iki kat, direnişe, rejimlere ve rejim kurbanlarına ayrılmış.
Genel olarak loş bir ortam, fonda çalan müzikler etkileyici. Yazılar,
fotoğraflar, eşyalar. İkinci katı da geçtikten sonra bir asansöre binip bodrum
katına iniliyor. Bir asansör yolculuğu bu kadar mı ürpertici olur! Asansör karanlık,
duvarına asılmış bir ekranda idamlar sonrasında idam odasını temizleyen adamın yaşadıklarını
anlattığı bir video gösteriliyor. Bodrum katında tahmin edeceğiniz gibi
hücreler ve idam odası var. Burada cinayetler işlenmiş, işkenceler, idamlar yapılmış.
Hücreler korkunç, ortam kasvetli. Keşke fotoğraf çekmek yasak olmasaydı.
Binadan ayrılırken en son geçilen yer “Gözyaşı Salonu”. Böyle yerleri şimdi
sadece “turist” olarak gezmek aslında içler acısı bir durum belki de. Ya da
geçmişi daima hatırlamak için iyi bir yöntem. Arada kaldım. Çıkışta eşyalarımızı
geri almamız da zor oldu ama neyse becerebildik.
Bu arada biz 3 günlük “Budapest Card” satın almıştık.
Toplu taşıma bedava, bazı müzelere girişte, restoranlarda ve dükkanlarda
indirimler yapılıyor. Toplu taşımada kontrol sıkı. En azından metro
girişlerinde bıyıklı amcalara kartınızı ya da biletinizi göstermek
zorundasınız.
Tatlı yiyip tatlı konuşmak için 1858 yılından beri hizmet
veren “Gerbeaud” pastanesine doğru yola çıktık. Metroyu kullandık. Vörös Marty
durağının hemen çıkışında karşınızda bitiveriyor bu köklü pastane. Denenecek
çook çeşit vardı. Dobos torta, Gerbeaud torta, Eszterhazy torta veee bize sürpriz
yapıp karşımıza çıkan Sacher torte!! Gelmeden önce okuduklarımızda buranın çok
“turistik” bir yer olduğu yazılıydı. Ama aslında “New York Café” turistik olma
konusunda Gerbeaud’a on basar! En azından Gerbeaud’un kapısında kuyruk yoktu!
|
en üst raf-soldan sağa: dobos torta, gerbeaud torta, eszterhazy torta... |
Tatlılara gelecek olursak, pastanenin kuruluşunun 145.
Yılı şerefine pişirilmiş Gerbeaud torte biraz Sacher torte’yi andırıyor. Sacher
torte hakkında fazla söze gerek yok ama tabi Viyana’dakiler daha güzeldi. =)
Dobos torta, beş kat ince kek katmanı arasındaki çikolata kremasından ve en
üstte de cam gibi parlak karamel katmanından oluşuyor. Adını onu yaratan pasta
ustası bay Dobos’dan almış. Eszterhazy torta, Macar-Avusturya ortak yapımı ve
Prens Eszterhazy için pişirilmiş. İçinde bademli mereng olan yine beş katmanlı bir
kek. Üstü de örümcek ağı şeklinde süslenmiş. Badem nedeniyle benim listemin en
üst sırasında değil. Halen daha favorim Sacher torte!
Şeker komasına girdiğimiz için hareketlerimiz de
ağırlaşmıştı galiba! Yavaş da olsa artık Buda tarafında geçmek için ayaklandık.
Tuna üzerinde iki yakayı birbirine bağlayan dokuz köprü var. Bizim istikamet Szechenyi
– Zincir Köprüsü idi.
|
Sisler içinde Gellert tepesi |
1873 yılında yapılan ve Buda ile Peşte’yi birbirine
bağlayan ilk köprü buymuş. Bu şehirde efsaneler kol geziyor. Bu köprüyle ilgili
efsane de şöyle: Çıkan fırtına yüzünden karşı tarafa geçemeyen Kont István
Széchenyi, babasının cenazesini kaçırır. Bu nedenle de bu köprüyü yaptırır.
1849’da açılan zincirli köprü iki tarafındaki kocaman aslanlarla ve üzerindeki
daha birçok süslemeyle el emeği, göz nuru gerçekten. Keşke araç trafiğine
kapalı olsa. Üzerinden karşıya yürümek muhtemelen daha zevkli olur.
|
Zincir Köprüsü |
Karşıya geçtikten sonra Kale bölgesine çıkmak için
fünikülere yöneldik. Sırada beklerken gözlerimiz Kemal Atatürk caddesini aradı
ama bulamadık ne yazık ki. Füniküler Prag’dakine benziyordu ama yukarı
çıkarkenki manzara kuşkusuz daha göz alıcıydı.
|
Füniküler kalabalığı... |
İndiğimizde UNESCO Dünya Mirası
listesine girmiş bir bölgedeydik ve tam da askerlerin nöbet değişim törenine
denk gelmiştik. Sessiz ve sade bir tören izledik. Tarih kitaplarını
hatırlayacak olursak, Buda-Budin, 1541 yılında 145 seneliğine Osmanlı
himayesine girmiş. Sultan Süleyman Budin Kalesi’nden aldığı birçok heykeli
beraberinde İstanbul’a götürmüş. Kiliseler camiye çevrilmiş, kütüphanelerden
kitaplar yine İstanbul’a götürülmüş.
|
Kalenin bahçesindeki kadim köprülerden biri. |
Kalenin bahçesinde yürüyüp Peşte manzarası izledik bu
defa. Bahçede hediyelik eşya satan standlara bakarken burnumuza dolan muhteşem
tarçın kokusunu takip ettiğimizde “Kürtoskalacs” yani “Trdelnik” satan bir
tezgah ile karşılaştık. Şu anda bile canım çekti! =)
|
baca keki... isimle cisim bu kadar uyuşur! |
Şehirde gezerken çeşitli yerlerde “ağzında yüzük tutan kuzgun”
figürüyle karşılaştık, ki bu figürü kalenin bahçe kapısından çıkarken de gördük.
Neyin simgesi olduğunu ancak geri dönünce öğrendim. Macarlar çok zor bir dönem
geçirirken başa geçen ve en çok sevdikleri kral olan Matyas Corvinus’un aile
asalet armasıymış. Corvinus da Latince’de kuzgun demek oluyormuş zaten.
|
Game of Thrones'vari bir manzara! |
Kale bölgesinde sokak aralarında yürüyüşe geçtik. 2011
yılında tamamen kapandığı söylenen Labirintus’un kapısı açıktı ama aşağıdan gelen
yoğun rutubet kokusu nedeniyle es geçtik. Labirent tüm kale tepesinin altını
kapsıyor, yeraltı mağaraları ve geçitlerinden oluşuyormuş. Savaş zamanları
sığınak olmuş, Soğuk Savaş zamanında askeri bir üsmüş.
Matyas Kilisesi kale bölgesinin önemli binalarından biri.
Deseni ve renkleri nedeniyle en çok çatısını sevdim ama kilisenin içi de bayağı
şaşalıydı. Bir bölümünde restorasyon çalışması vardı. Şehri ele geçirdikten
sonra Kanuni Sultan Süleyman burada namaz kılmış. İçeride bir de seccade
sergilendiği için bu bilginin doğruluk payı herhalde yüksek.
|
Matyas Kilisesi |
|
Matyas'ın renkli çatısı |
|
Seccade |
Kilisenin olduğu meydana Trinity adı verilmiş. Meydandaki
ilginç yapılardan biri de tarihi balıkçılar tabyası “Halaszbastya”. Surların
üzerinde masaldan fırlamış gibi duran yedi kulesi var. Kulelerin her biri
Karpatya bölgesine yerleşen yedi Macar kabilesini temsil ediyormuş. İsmini
nereden aldığına dair rivayetlerden biri burada eskiden bir balık pazarı
olduğu, diğeri de Orta Çağ’da şehrin bu kısmını koruyan balıkçı loncasına
ithafen verildiği.
|
Balıkçılar Tabyası'nın bir kulesi |
Tabyanın merdivenlerden aşağı doğru inişe geçtik, yolda iki
heykel dikkatimizi çekti. Birisi Peter Mansfeld’e aitmiş. Bu genç adam ülkedeki
totaliter rejime karşı çıkmasının bedelini 18 yaşına geldiğinde idam edilerek
ödemiş. Ülkenin ulusal kahramanlarından kabul ediliyormuş.
|
Peter Mansfeld |
Öbürüyse,
ayaklarının altında ucunda hilal olan bir sancak serili Macar askeri ya da
komutanı heykeliydi. Heykelle ilgili bir bilgi yoktu ama acaba Macarların
ülkelerini Osmanlılar’dan geri alışını mı simgeliyordu? Tereddütte kaldık.
Adamlar tabi ki bu olayın heykelini yapabilir ama karşı tarafı daha az rencide
ederek yapsalar sanırım daha sağduyulu bir davranış olurdu. Tal’ın yorumu:
“Adamlar tabi ki bu olayın heykelini yapabilirler ama, bu şekilde yansıtmak
doğru mu tarihini şimdiki yeni nesline? Bunu gören tüyü bitmemiş gencini eski
olaylardan dolayı gaza getirip düşmanlık besletmeye, Osmanlı artık olmadığı
için Türkiye’ye karşı kin besletmeye ne gerek var? Gel bir bizim memleketimizi
gör, etrafta çarmıha gerilmiş Haçlı ordusu askerlerinin heykelleri var mı? Bunu
yapmanın kime ya da neye yararı olur bu çağda? Hiç kimseye ve hiçbir şeye!”
|
?? |
Hava kararmadan Gül Baba Türbesi’ne de gitmek istiyorduk.
Biraz yürüyüp, sonra metroyu kullanarak vardık. Yeşil renkli metro öyle
nostaljikti ki. Gültepe’deki türbeye ulaşmak için Török Utca’dan yani Türk
caddesinden geçmek ve yokuşları tırmanmak gerekti. Macarlar buraya “Rozsadomb”
adını vermiş. Biz tam türbeye girerken bir Türk turist grubu da ayrılıyordu.
|
Türk caddesi |
|
Gül Baba |
Asıl
adı Cafer olan Gül Baba, külahında sürekli bir gül taşıdığı için bu lakabı
almış. 1531 yılında Budin’e gönderilmiş hoşgörülü bir Bektaşi dervişiymiş.
1541’de Budin Savaşı’nda şehit düşmüş ve oraya gömülmüş. Gül Baba Macar halkı
tarafından da çok sevilip sayılan bir kimse olmuş. Biz de duamızı ettik, anı
defterine bir şeyler karaladık. Bu arada Gültepe şehrin en yeşillikli ve güzel
evlerinin olduğu semt sanırım.
Güneş batmıştı ama Gellert Hegy-tepesine çıkmak için geç
değildi! Tepenin hemen dibinde ünlü Gellert Hamamı var. Aslında yorgun
bacaklarımızı dinlendirmek için hamam iyi bir seçenekti. Belki önümüzdeki uzun
tırmanışı tahmin etseydik hamama atıverirdik kendimizi =)
|
Tarihi Gellert Oteli ve Hamamı |
Parkın ilk gözümüze
çarpan girişinden girdik. Kerterizimiz Szabadsag Szobor yani, Özgürlük
Anıtı’ydı. Yönümüzü ona göre belirlemeye çalışıyorduk. Park ıssız ve yer yer
karanlıktı. Yokuşları çıkmaktansa daha kestirme olabileceğini düşünerek bir
merdivene yöneldik. Ama daha fazla ilerleyemeden karanlıkta gördüğümüz
karaltılar yüzünden geri döndük. Galiba evsizlerdi.
|
Özgürlük Anıtı |
Eski yöne sadık kalmak en iyisiydi. Yokuşlara! Döne döne dilimiz
dışarıda tırmanmaya devam ettik. Çık çık bitmiyordu yokuşlar. Arada sırada
acaba kayıp mı olduk diye düşündük çünkü heykelin ışıkları gözden kayboluyordu.
Köpeğini gezdiren ya da koşan bir-iki kişi gördük mü de seviniyorduk. Nihayet
tepeye vardık. İnsanların genellikle giriş yaptığı taraftan değil heykelin
arkalarından bir yerlerden heykelin önündeki meydandaydık artık. Ortam epey
kalabalıktı. O kadar insanı yolda görmediğimize göre kesin alternatif bir
yoldan çıkmıştık buraya. =) Elinde palmiye yaprağı tutan kadın figürlü Özgürlük
Heykeli’nin yüksekliği 26 m ve 1947 yılında oraya konulmuş. İlk başta
Sovyetler’in Macaristan’ı 2. Dünya Savaşı’ndan kurtarması anısına yapılmış ama
daha sonra Komünist dönemin bitişiyle hayatını Macarların bağımsızlığı,
özgürlüğü ve refahı için feda edenlerin anısına şeklinde değiştirilmiş temsil ettiği
düşünce.
Gellert tepesine özellikle hava karardıktan sonra çıkmak
gerekli. Şehrin ışıklarıyla gece manzarası harikaydı. Tuna karanlık bir su
yılanı gibi ortada, aydınlatılmış köprüler de üzerine taktığı kolyeler sanki.
|
Buda-Tuna-Peşte |
Tepeden aşağı iniş çok daha kolay ve hızlı oldu. Baktık
herkes akın akın bir merdivenden doğru buraya varıyor, biz de oraya yöneldik.
Galiba yukarı çıkarken merdivenlerin başından geri dönmemeliydik. =)
Akşam yemeği için Tal derin araştırmalar yapmıştı
gelmeden. Sonunda Sir Lancelot’da karar kılmış ve rezervasyon yaptırmıştı. İyı
ki de yaptırmış yoksa yer bulamayacaktık bu Orta Çağ restoranında! Şövalyelerin
uğrak yeri olan bir handaydık. Kapıda da şövalyeler karşıladı zaten bizi ve alt
kata doğru buyur etti. Büyük ahşap masalardan birine kuruluverdik. Loş ışıklar,
masaların üstünde mumlar. Taş duvarlarda kılıçlar, flamalar, şövalye zırhları,
tablolar. Atmosfer tastamamdı.
|
Sir Lancelot |
|
buradayken cam bardakta bira ikramı beklemek olmazdı! |
Diğer masalardaki müşteriler de çoktan atmosfere
girmişti. Herkes beyaz önlüğünü boynuna dolamış, elleriyle yemeklere dalmıştı.
Menüde de yazdıkları gibi burada her şey elle yeniyordu çünkü. Çatal/bıçak/kaşık
gibi medeniyete ait alet edavat kullanmak yasaktı. Garson kızlar da ortama uyum
sağlamıştı. Göbeğini açıkta bırakan gömleği, uzun eteği ve önlüğüyle içlerinden
biri siparişimizi almaya geldi. Hindi/tavuk ve bira siparişi verdik. Biralar
eski usülde topraktan yapılma kulplu bardaklarda servis edildi. Yemekleri
beklerken bir anda ortam daha başka bir boyuta geçti, eğlenceler başlamıştı.
Önce bir dansöz(ümsü) kız çıktı, masaların arasında göbek attı. Bu arada bizim
yemekler geldi. Porsiyonlar sanki bir insan için değildi! Benim tavuk çok ahım
şahım değildi ama fırında nar gibi kızarmış hindiler lezizdi.
Tal aynen Kara
Murat filmlerindeki Bizanslı askerler gibi hiç acımadan mideye indiriverdi
hindileri. =) Yemek esnasında gösteriler devam etti. Hokkabazlar kılıçlarla ve
kadehlerle numaralar yaptı. Keyifli müzik de eşlik edince tüm bu gösterilere,
insan naralar atıp iyice o zamanlara dönmek istiyor. =) Biz ayrılırken
gösteriler daha devam ediyordu.
|
hokkabazlar işbaşında! |
Pazar sabahı erkenden kalktık yine ve düştük yollara.
Hava son gün bozmuştu. İlk iki günün nispeten ılık havası gitmiş, yerine kar
soğuğu gelmişti. Buda tarafındaki Kis Rokus Utca’da yer alan Mucizeler
Sarayı’na gitmek için trama bindik. Burası aslında daha çok çocuklara yönelik
bir oyun eviymiş. Bilmecelerin, oyunların parçası olup bilimi eğlenceli şekilde
öğrenmek için. Büyüklerin de burada çok eğleneceğini duymuştum. =) Ama maalesef
gittiğimizde öğrendik ki burası başka bi yere taşınmış. Görevliler yardımcı
oldu, yeni yerini harita üzerinde anlattı. Ne var ki biraz şehrin dışındaydı,
biz de kısıtlı zaman nedeniyle vazgeçtik.
|
bizim otobüsleri de artık troleybüse mi çevirsek? =) |
Tekrar trama atlayıp Tuna’nın ortasında “Margit Sziget”
durağında indik. Yemyeşil adaya ayak basmıştık, rengarenk ağaçların arasında,
patikalarda yürüyüşe başladık. Renkler o kadar harikaydı.
Yeşilin tonları,
turuncular, pembeler, kırmızılar. Sonbaharda parklar, bahçeler bir başka güzel
oluyor. Nilgün anne de dökülen o güzel yapraklardan topladı biraz yürürken. Favorim
kırmızıya çalan yapraklarıyla dev bir çınar ağacı oldu. Adada içinde daha çok kuşların
olduğu bir mini hayvanat bahçesi de vardı. Burası aynı zamanda spor
aktivitelerinin de yapıldığı bir yer. Bir ufak stadyum ve yüzme havuzu inşa
edilmiş. Bir de her sene Sziget Müzik Festivali düzenleniyor.
|
ulu çınarlar... |
İki saate yakın yürüdükten sonra adanın kenarından geçen
otobüse bindik, sonra da trama atlayıp tekrar Peşte tarafına geçtik. Üşümüştük,
karnımız acıkmıştı. Kalvin Ter’deki Raday Utca yani restoranlar sokağına
gittik. İki tarafı restoranlarla dolu sokak pazar günü olduğu için biraz
ıssızdı. Tal’ın burada bir süre yaşamış arkadaşı Cansu’dan öğrendiğimize göre
özellikle haftaiçi öğlen saatlerinde bayağı kalabalık oluyormuş. Burada
geleneksel Macar yemeklerinden dönere kadar birçok çeşit bir aradaydı. Meşhur
“Gulyas” yani gulaştan tatmak için Soul isimli bir restorana girdik.
|
Gulyas denilen her seferde Gulyabani kelimesi aklıma geliyor! ve ardından Tosun Paşa! =) |
Gulaşın
içinde parça et olduğu için ben hakkımı soğan çorbasından yana kullandım ama
keşke Gulaş içseymişim. Biraz ucundan tattığım kadarıyla hiç de fena değildi.
Kırmızı biber, dana eti, patates, havuçtan oluşan yemek tas kebabına benziyor.
Macarlar için bir ana yemek ama daha çok çorba denilebilir bence.
Ayrılmadan bir de New York Café’ye uğrayacaktık. Ama
ondan da önce son kez leziz Kürtoskalacs'dan yemek istiyorduk. Deak Ferenc
Ter’de kurulu sokak tezgahlarına yöneldik. Sıcacık tarçınlı “baca keklerini”
yuttuk resmen. Bu kek Kont Drakula’nın memleketi Transilvanya’dan geliyormuş ve
aslen evlilik ya da vaftiz törenleri gibi kutlamalar sırasında pişirilirmiş. Bu
sokak tezgahlarında yiyecek-içecek, hediyelik eşyalar, “boğa kanı” şaraplar ve
Palinka da satılıyordu.
|
Macar salamı?!? sucuğu?!? |
Palinka meyvelerden yapılan geleneksel ve ağır bir
likör türü. Palinka’dan ziyade daha da ağır olan bir başka likör de Unicum. (Yaptığımız
ayıp ama ikisinden de Duty free’den almamıza rağmen dönerken, haaaala daha
tatmadık. =) )
|
Çeşit çeşit meyveli Palianka'lar |
Baca kekinin üzerine sıcak şarap içtik ama çok da güzel değildi.
Bardağı bitiremeyip çöp kutusunun üzerine bıraktığımız an bir evsiz gelip
kaptı, lıkır lıkır içti. Afiyet şeker olsun! =)
Doymamış olacağız ki New York Café’ye uğramaktan
vazgeçmedik. Aslında uğramasak da pek şey kaybetmezmişiz. En azından ukala
garsonlarla uğraşmak zorunda kalmazdık. Biz sadece bir çifti bekledik oturmak
için ama bizden sonra kuyruk uzadı gitti. Burası çook turistik olmuş ve
garsonlar da belli ki sıkılmış. Bir zamanlar burası dünyanın en güzel kafesi
sayılırmış. Gerçekten de içi bir sarayı andırıyordu.
|
NY Café |
Neler yediğimize gelecek
olursak, en başta “Somloi Galuska”. Gerbeaud’da deneyememiştik. Rom sosu,
vanilya kreması ve çikolata şurubuyla bu kekten sadece küçük bir porsiyon
yenmeli. Bomba etkisi yaratıyor. Biz de üç kişi için sadece bir tane söyledik
zaten. Bir de geleneksel tatlılardan oluşan bir karışık tabak aldık. Sunum
burada belki daha güzeldi ama Gerbeaud’un lezzetleri daha iyiydi kesinlikle.
|
solda karışık tabak, sağda Somloi Galuska |
Caféde planladığımızdan daha uzun süre geçirmiştik ama
enerji depolamıştık. Hızla otele geri dönüp bavullarımızı aldık ve kendimizi yine
bir dönüş yolunda bulduk. Budapeşte’nin kaderi hep güzellik açısından Prag ile
kıyaslanmak olmuş sanırım. Savaşlar sırasında Prag kadar iyi korunmamış ve
yıkıma uğramış olmasına rağmen Budapeşte de oldukça estetik bir şehir ve sanki
biraz daha canlı! =)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder