13 Mart 2013 Çarşamba

BU SEFER RODOS, YUNANİSTAN'A...

RODOS
 
Rodos... Bu koskocaman adanın hakkını vermek için günübirlik bir gezintinin ve birkaç saatin yeterli olmayacağını önceden düşünmeliydik. Eylül’ün ilk günü Datça’ya gitmek için yola çıkmıştık. Beş gün boyunca bir plajda boylu boyunca uzanıp sadece güneşlenmek ve denize girmek bize ters, en azından bu zamanlarımızda. =) İlla ki başka yerlere de gitmeli, başka insanları da görmeliyiz. İşte bu yüzden Datça’ya gelmeden önce Rodos için katamaran biletlerimizi satın aldık.
Rodos Turist limanı



Vizemiz de olduğu için bununla ilgili ekstra bir masrafa girmek zorunda kalmadık. Yoksa gümrük kapısında da vize alabiliyorsunuz ama fiyatı normal vizeyle aynı, üstelik sadece adalarda geçerli. Pek de mantıklı gelmiyor. Ama ne olursa olsun günübirlik vize alanlar da vardı.
uyarı!
 
Datça’dan Rodos’a ulaşım olmadığından, sabah bayağı erken saatte kalkıp önce Datça’dan Marmaris’e geldik. Yine havaalanına gider gibi en az 1 saat önceden Marmaris limanına gelmek gerekli. Pasaport kontrolü ve mini duty free’de gezindikten sonra (ki mini dediğime bakmayın, Berlin’dekine beş basar!) 1 saati biraz aşan bir deniz yolculuğuyla Rodos’a vardık. Bu kadar kısa sürede ve uçak yolculuğuna göre daha kolaylıkla başka bir ülkeye geçmiş olmak ilginç geldi tabi bize. =) Ama tepede dalgalanan bayrak başka olmasa ve tabelalara da pek itibar etmesek, insan başka ülkeye geldiğini anlamaz. Üstelik İtalyanlar gibi Yunanlılar da aslen Türk galiba... =)



Yunanlılar Türk olduğumuzu anladıklarında amma da ilgi gösterdiler. Hemen Türkçe konuşmaya başlamalar, hal hatır sormalar. İnsan iki arada bir derede kalıyor. Bizi seviyorlar mı? Sevmiyorlar mı? Nötrler mi? Sadece turist=kazanç kapısı gibi gördükleri için mi bu davranışlar? O kadar çok doldurulmuşuz ki hep düşmanlık hikayeleriyle, ilk başta yadırgadık.. biraz zaman geçince alıştık ve kabullendik.
sokak arası...
Limandan ayrıldıktan sonra tam olarak ne yapacağımıza karar verene kadar biraz zaman geçti. Aslında Lindos’a da gitmek istiyorduk ama zaman en büyük düşmanımızdı. O yüzden bir gezi otobüsüne binip güzergahındaki yerleri görmeye, sonra da merkezde dolaşmaya karar verdik.
Hemen liman kapısının önündeki bir dükkanda, sıcaktan bunalmış bir abla otobüs biletleri satıyordu. Tüm gün geçerli indi-bindi yapabileceğiniz otobüs bileti yanlış hatırlamıyorsam, kişibaşı 8 Euro idi. Kalabalık otobüse Turist Limanı durağından binip üst kısmına oturduk, püfür püfür rüzgarda yolculuk başladı. Kulaklıklardan geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgiler de yayınlanıyordu, anlaması biraz zor olsa da.. Sahilden marinayı geçip, şehrin sokakları arasına daldık. Tırmanışa geçip düzlüğe vardıktan sonra artık Akropolis’teydik. Eski Yunan şehirlerinde, şehrin yanıbaşındaki yüksekliklere Akropolis denirmiş. Rodos Akropolis’inde şehre göz kulak olan Apollo Tapınağı, stadyum ve ufak bir tiyatro bulunuyor.

 
Akropolis
 
Tekrar eski şehre doğru direksiyonu çevirdi otobüs, keşke adanın arka taraflarına da gitseydi! Uzaktan şöyle bir bakış attık sadece adanın geri kalanına tam tepedeyken. Otobüsten Yeni Çarşı-Mandraki durağında indik.

Marina kapısı


Şehrin surları
Eski şehir surlarla çevrili. Ana giriş kapısı da bu durakta. Kapı ortadaki minik çeşmesiyle Hipokrat Meydanı’na açıldı. Eski şehir UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeymiş. Haçlılar dönemine ait binalar mimari açıdan Bizans, Fransız ve İspanyol akımlarının harmanlanmasıyla oluşmuş. Tabi ki ada eskiden Osmanlı himayesinde olduğundan etrafta Osmanlı’dan kalma eserler de bol. En başta da camiler. Şehrin silüetine minareler karışıveriyor.
Hipokrat Meydanı
 
Sokrates caddesi’nde bir tur atarsanız alışverişinizi tamamlarsınız. Caddede yürüyüşe başladık. Sanki bizim güney ya da Ege sahillerinde, Alanya’da ya da Bodrum’da alışverişe çıkmış gibi hissettik kendimizi. Zaten satılanlar da hemen hemen aynı. El işleri, taşlar, içkiler, deri eşyalar, vs. Bize pek değil ama diğer turistlere daha ilginç geliyor.

Sokrates caddesi ve cami



Greek Coffee Pots ?? bir ihtilaf konusu!

Şövalyeler sokağı ilginç yerlerden biri. Adı karizmatik, dar bir koridor gibi. Eskiden şövalyelerin takıldığı hanlar burada diziliymiş yanyana. Şimdilerde bu binalar genellikle işyerine çevrilmiş. Sokağın bir ucu Grand Master’s (Büyük Ustalar) Sarayı’na çıkıyor.

Şövalyeler Sokağı





Biz sarayın içine girmedik, sadece avlusunda biraz yürüdük, gölgesinden faydalandık. Saray, 1309-1522 yılları arasında adada yaşamış şövalyeler tarafından inşa edilmiş. Osmanlılar adayı ele geçirince burayı kaleye çevirmişler. Sokağın diğer ucu da Bacardi Breezer satılan minicik bir bakkala çıkıyordu ki bu bizi daha mutlu etti.. O sıcağın alnında tropik limonlu breezer gitmez de ne gider ki? =)




Bacardi’ler elimizde yürürken, Yeni Çarşı’ya uğradık. Dış duvarları güzel dekore edilmiş ama içeride eski günlerinden pek eser kalmamış sanırım ki. Her yerinden restoranlar, dönerciler fışkırıyordu.
Yeni Çarşı'nın giriş kapısı

Yeni Çarşı’dan çıkıp tekrar eski şehre girdik. Hangi restorana gireceğimizi seçmek zor oldu. Aslında aklımızda bir yer vardı ama orayı arayıp dururken, aslında oranın çoktan kapandığını öğrendik, işimizi şansa bıraktık. Neyse ki Odyssey restorana girmekle şanslıydık, hem yiyecekler hem çalışanlar konusunda. İlk defa yurtdışında bir restoranda yaprak sarma, börek falan görünce menüde, insan tabi afallıyor, bunu bilerek gitmesine rağmen. Tabi ki kalite kontrol yapmak için tanıdık lezzetlerin de dahil olduğu bir sipariş verdik.
güzel sofra!
 
Musakka da vardı ama bildiğimiz musakkadan değil. Tamam içinde patlıcan var ama daha çok fırında makarnayı andırıyordu sunum ve lezzet açısından. Yaprak sarma zeytinyağlıydı ama soğuk değildi. Zeytinyağı gezdirilmiş beyaz peynir ve çok leziz bir zeytin ezmesi. Hepsine tabi ki uzo eşlik etti.
Musakka

Yemeğimizi yemiş mutlu mesut otururken artık dönüş saati yaklaştığından kıpırdattık bacaklarımızı ağır ağır, doğrulduk yürüyüş için. Yol üstünde rastladığımız sokak kedileriyle oynayıp (daha çok Tal yaptı tabi bunu) şimdilerde geyik heykellerinin bekçilik ettiği Mandraki limanının ağzına doğru yürüdük.
 
Geyikler yerine bir zamanlar burada dünyanın yedi harikasından sayılan Rodos Heykeli varmış. Gemiler 32 m uzunluğundaki Yunan Tanrısı Helios’un heykelinin bacaklarının altından geçerek limana giriyormuş. Heykelin sadece bir efsane olduğuna dair görüş ve inanışlar da mevcut ama kimbilir...
bir zamanlar burada yükseliyormuş meşhur heykel!
 
Bu arada denize girip girmeme konusunda epey tereddüt yaşadık. Elli plajına vardığımızda maalesef zamanımızın yetmeyeceğine karar kılıp sadece ayaklarımızı biraz serinlettik. Keşke gece de kalıyor olsaydık diye iç geçirmedik değil.

Mutlu ayaklar... =)



Pasaport kontrolü ve salaş Duty Free’de gezindikten sonra tekrar katamarandaydık. Bütün gün güneşi yemiş bünyem dayanamadı ve vatana geri dönüş yolculuğu boyunca baygın halde uyudum.
Sonuç; Rodos’ta bir araba ya da motorsikletle takılmalı ve en az 3-4 gün kalmalı. O zaman buranın tadı daha iyi çıkar! ;)





Hiç yorum yok: