23 Aralık 2012 Pazar

BU SEFER VARŞOVA, POLONYA'YA...

VARŞOVA
Daha sabahın 9’uydu Varşova’ya vardığımızda. Trenden indik. İstasyondan çıkmaya çalışırken nasıl becerdiysek kendimizi bir alışveriş merkezinin içinde bulduk. Dışarı adım atar atmaz bizi karşılayan yapı yerellerin hiç sevmediği ve çirkin bulduğu “Kültür ve Bilim Sarayı” oldu. Neden çirkin bulduklarına sonra geleceğim.

Kültür ve Bilim Sarayı ve çevrede devam eden inşaatlar...




Onun dışında şehirle ilgili ilk izlenim çok hareketli olduğu. Araçlar, insanlar. Sanki herkes bir telaş içinde, bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Güneş yüzünü göstermişti. Ana tren istasyonunun önünden geçen kalabalık trama binip Smolna sokağındaki otelimize daha doğrusu “bed & breakfast” ımıza ulaştık. 1910 yılından kalma eski bir bina restore edilerek otele dönüştürülmüş. Detaylar eski haliyle korunmaya uğraşılmış. Smolna tarihi açıdan de öneme sahipmiş. Örneğin Varşova İsyanıkomutanlarından birisi olan Romuald Traugutt bu sokakta oturuyormuş, 2. Dünya Savaşı sonrasında komünistler Merkezi Komite binası olarak tam otelin karşısındaki binayı kullanmışlar.

B&B

Polonyalılar çok sıcakkanlı insanlar. Soru sorduğumuz herkes çok içten bir şekilde bize yardım etmeye çalıştı. Sabah kahvaltı masasında tüm misafirlere eşlik eden otelin sahibi de bunu kanıtladı.

Polonya diğer Avrupa ülkleri kadar ilgi çeken yerlerin başında gelmiyor belki ama ben burayı merak ediyordum hep. Bune ne sebep olmuş olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen iki şey var sadece. İlki yıllar önce Kapadokya’ya gittiğimde tanıştığım şeker mi şeker Polonyalı yaşlı çift ve diğeri de “Piyanist” filmi. Ülke II. Dünya Savaşı’nda en çok zarar gören ülkelerden biri olmuş. Hele ki Varşova. Şehir gerçek anlamda yerle bir olmuş, taş taş üstünde kalmamış. Hayatta kalan sakinler ve devlet işbirliği içinde sağlam tuğla, kiremit, vs. ne varsa toplamış ve Varşova eskisine sadık kalınmaya çalışılarak resimlerden, fotoğraflarda, anılardan arta kalanlarla sıfırdan yaratılmış. Özveri ve çabalar sonuç vermiş. 1980 yılından beri bu bölge UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde.

Bunu kendi gözlerimizle görmek için gidilecek yer tabi ki “Stare Miasto” yani “Eski Şehir” idi. Otelden çıkıp“Nowy Swiat”ı takip etmeye başladık. Geniş cadde üzerinde birçok restoran, café ve dükkan var. En popüler cafelerden biri de tarihi “Bristol Café”. Kaldırımlar da bir o kadar geniş. Yürümek için çok rahat. Dümdüz yürüdüğümüzde “Yeni Dünya”nın sonu eski şehire çıktı.
Nowy Swiat

Önümüzde Zamek Królewski-Kraliyet Sarayı, meydan ve eski surlar. Eskisine benzeyecek şekilde tekrar inşa edilen ve yapımı ancak 1980’e doğru biten kalenin duvarının yanından manzarayı seyrettik. Vistula nehrinin öbür tarafındaki büyük stadyum hemen göze çarpıyordu. Burası 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası açılış töreninin ve maçların yapıldığı stadyum. Zaten şehirde her yerde şampiyonayla ilgili bir şeyler var.


Vistula ve uzakta stadyum

Kraliyet Sarayı
Tarihi surların dibinde bir açıkhava fotoğraf sergisi vardı. Aslında sadece fotoğraflar değil, yazıyla da desteklenmiş Varşova tarihi. Savaş öncesi şehirdeki eğlence hayatını anlatıyor. Her satır, her fotoğraf savaşın ne kadar acı verici olduğunu tekrar tekrar beynine kazıyor insanın. Balolar, dans partileri, kabareler, tiyatrolar, sinema salonları, kafeler insanlarla dolup taşıyormuş. Her bütçeye uygun eğlence bulunuyormuş. İnsanlar hayatın keyfini çıkarıyormuş kısacası. Sonra her şey…güm!.. yok oluvermiş…


fotoğraf sergisinden kareler
 
Eski şehrin ana meydanına doğru dar sokak aralarına girdik çıktık. Sonunda “Rynek Strona Zakrzewskiego”ya yani çarşıya, eski şehrin en eski kısmına vardık. Meydan geometric şekli nedeniyle bana İtalya’daki Piazza Navano’yu hatırlattı. Meydanın ortasında şehrin simgesi olan denizkızı heykeli duruyor. Elinde kılıcı ve kalkanı. Meydanın etrafınıçevreleyen rengarenk binaların alt katları restoran/cafe. Bazı binaların üzerleri değişik motiflerle süslenmişti. Evlerin aralarından geçerek teras gibi bir yere indik.
Çarşı ve denizkızı heykeli

 
Biraz nehir ve şehir manzarasını bir de bu açıdan izledikten sonra Tal’ın sözünü tutma zamanı gelmişti. Sözü TRT’nin 2012 Avrupa Kupası yayınlarısırasında önünden yayın yaptığı kafede bana kahve ısmarlamaktı. =) Başardı da.“Coffee Heaven” şehrin Starbucks’ı gibi. Sıklıkla şubesini gördük. En yakınımızdaki şubesi de hemen kalenin önündeki meydanda olandı. Yağmurun da geçmesini bekleriz diye düşünüp bir mola verdik. Sıcak kahveler iyi gitti.
TRT'nin yayını ve fonda "coffeeheaven" =)
 
 
 
Sırada Polonya tarihindeki en acı olaylardan birinin izlerini sürmek vardı. Bir direniş, 1944 Varşova İsyanı Alman işgaline karşı yaklaşık 23bin askerle 1 Ağustos 1944’te başlayan, yeraltı örgütlerinin ve halkın da katılımıyla gitgide büyüyen bir ayaklanma. Ancak direnişçiler nehirdeki köprüleri ele geçirememeleri, zayıf silah/cephane, yiyecek yetersizliği ve Kızıl Ordu’nun yardım etmemesi de eklenince 63 gün dayanabilmişler. 5 Ekim 1944’te teslim olmuşlar. 40bin direnişçi ve 180bin sivil öldürülmüş ya da yaralanmış. Alman tarafında ise bu sayı 25binmiş. İsyan abidesi, çatışmaların en şiddetli yaşandığı yer olan Krasinski Meydanı’na konulmuş.
Varşova İsyanı Anıtı
 
 
Bu Varşova’da çıkan ikinci ayaklanmaymış. İlki 1943’de daha küçük çaplı olarak sadece gettoda başlamış ve daha kısa sürede bastırılmış. Zamenhofa caddesi üzerinde ilk isyanın anısına Getto Kahramanları Anıtı” dikilmiş. Bu anıtın hemen arkasına Yahudi Kültür Merkezi ve Müzesi işlevi görmesi planlanan bir bina inşa ediliyor.
Getto Kahramanları Anıtı ve arkada inşaası devam eden kültür merkezi

İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi ülke üzerindeki baskının sona erdiği anlamına gelmemiş. Bu sefer de Sovyetler Birliği’nin dayatmasıyla komünist döneme girilmiş. Şehrin bazı bölgelerindeki mimari bunun kantlarından biri. Bu tip mimari örnekler içinde kuşkusuz en iyisi“Pałac Kultury i Nauki - Kültür ve Bilim Sarayı”. Varşovalıların bu binayı hiç sevmediğini söylemiştim. Sebebine gelecek olursak… Josef Stalin’den (binanın içindeki tablette yazana göre Sovyetler Birliği halkından) Polonya halkına bir “hediye” olarak inşa edilmiş ve 21 Ağustos 1955’de açılmış. Bu devasa hediyeyi reddetmek tabi ki olanaksızmış o zamanlarda. Polonyalılar komünizm altında geçen günleri pek de iyi anımsamıyor. Biz binaya daha nötr bir gözle yaklaşabildik doğal olarak, en azından duygusallığı bir kenara bırakabildik. Çok da çirkin gelmedi gözümüze galiba o yüzden. 231 metre uzunluktaki bina halen Polonya’nın en uzun binası. İçinde tiyatro, sinema, konferans, sergi salonları, 100 farklı ensitütü ve Gençlik Sarayı gibi bölümler bulunuyor. Saniyede 6 metre yükselebilen hızlı asansörle 30. kattaki seyir terasına çıktık ve karşılaştığımız manzara tek bir yönüyle İstanbul’u anımsattı. Şehrin her yerinde göze çarpan gökdelen/rezidans inşası çalışmaları! Nereye kafayı çevirsek bir vinç. Ciddi ciddi hızlı bir yapılaşma mevcut.

Kültür ve Bilim Sarayı'nın tepesinden Eski Şehir böyle görünüyor


müzik şehri olduğu yaya geçidinden belli! =)

Kültür ve Bilim Sarayı'nın önünde futbol şampiyonasından kalan heykeller

Su almak için hemen sarayın ve ana tren istasyonunun yanındaki alışveriş merkezi “Zlote Tarasy”ye girdik. Girmişken biraz da içeride dolaştık. Elektronik eşya satan bir dükkanda bir Türk ile karşılaştık. Acaba burada bile bir Türk’e rastlar mıyız kuşkumuz yerlebir olmuş oldu böylelikle. Türkler her yerde olduklarını bir kez daha kanıtladı! =)

buz gibi Arbuz!

Marszalkowska caddesi savaş öncesinde şehrin en gözde caddelerindenmiş. Varşova İsyanı sırasında Almanlar tarafından tamamen yok edilmiş ve 1950’lerde Stalinist şekilde tekrar inşa edilmiş. Binaların şeklinden şemalinden hemen anlaşılıyor. Cadde genişletilmiş ve iki tarafında kutu gibi yanyana büyük evler dizilmiş.

Marszalkowska caddesinde bakım çalışmaları

Biraz enerji kazanmak için cadde üzerindekiİtalyan café’si İlly’ye girip birer tiramisuyu indirdik mideye. Şekli şemali ve lezzeti pek iyiydi. Yürüyüşümüzün sonunda “Zbawiciela” meydanına vardık. Buradan tam bir U dönüşle “Mokotowska” caddesine döndük. Methedilene göre burası üzerindeki butikler ve cafelerle en canlı caddelerden birisi ama biz yanlış zamanda oradaydık herhalde. Cadde gayet sakindi. Uzunca bir yürüyüşün ardından “Trzech Krzyzy - Üç Haç Meydanı”na ulaştık. Buradaki en önemli yapımeydanın tam ortasındaki St. Alexander Kilisesi. Ayrıca birçok lüks mağazanın da şubesi burada, kıyafet için olsun araba için olsun…

Üç Haç meydanı
Otele uğradıktan sonra akşam yemeğinde hayalini kurduğumuz “pierogi”yi yemek için yola çıktık yine. Adres Nowy Swiat üzerindeki “Zapiecek” idi. Burası şehrin birçok yerinde şubesi olan yerel bir lokanta. Sıcak bir atmosferi, yerel kıyafetler içinde canayakın garsonları var. Üstüne bir de menüyü açtığımızda ucuza karın doyurabileceğimizi anlayınca sevinmedik desek yalan olur.

Nine ve dededen mantı...

“Pierogi”ye mantı ya da ravioli de diyebiliriz. Her yemek kültüründe yeri var galiba hamur içine doldurulmuşmalzemelerle bir yemek yapmak. Mantıya çok benzediği için de çook hoşumuza gitti bu yemek. Içini doldurabileceğiniz seçenekler gırla. Rus tipi pierogide peynir, patates ve soğan var. Etli isterseniz dana/domuz eti karışık, hindi etli, somonlu. Sebzeli isterseniz, mantarlı, ıspanaklı, lahanalı. Hatta mercimekli! Tatlı isterseniz, içi çilekli, üzümlü de yapılabiliyor. Haşlanmış ya da kızartılmış şekilde üzerine de tereyağı ya da ekşi kremayla servis ediliyor. Mantı parçaları büyük olduğu için taneyle alınıyor. Nine porsiyonu 9 parça, dede porsiyonu 11 parça. =) Pierogi’nin yanına en iyi ayran gider ama menüdeki fiyatı görünce biz sangria siparişi verdik. Dev bardakta 700 ml sangria 14,99 zloty yani yaklaşık 7,5 tl! =) Sanmayın ki alkolü az, gayet kıvamındaydı.

Dev boy sangria

pierogilerrrrrr

Alkolsüz bir şeyler isterseniz kompostoya benzediğini varsaydığımız içecek “kompot”mevcut. Bunu içen güçlenir ve uzun yaşarmış.

Açlığımızı ve susuzluğumuzu gidermiş vaziyette asayiş yoklaması için tekrar çıktık sokaklara. Her yerdeki kazı çalışmaları ve haftaiçi olmasının etkisiyle de sokaklar ıssızdı. Gece ışıklandırmasını merak ettiğimizden rotayı Kültür ve Bilim Sarayı’na çevirdik. Daha güzel ışıklandırılabilirdi. Binayı sevmediklerinden dolayı sanki çok da özensiz bir ışıklandırma uygulamışlar. Gece hayatı nasıl diye sorarsanız yolunuz “Mazowiecka” caddesine düşmeli. Çoğu klüp ve bar bu civarda.

gece gece Kültür ve Bilim Sarayı
Bir oteldeki en uzun kahvaltıyı herhalde burada ettik. Bozcaada’daki Rengigül Konukevi’ne gittiyseniz otelin kahvaltı sistemi garibinize gitmeyebilir. Ortada kocaman tek bir masa ve tüm otel konukları o masada kahvaltı ediyor. Masada genellikle organik yiyecek içecekler sunuluyor. Konukların içinde otelin sahibi Jarek de var. Herkesle sohbet ediyor. Işte bizim de dahil olduğumuz bu sohbet uzadıkça uzadı. Türkler, Türkiye ve Polonya-Türkiye ilişkileri hakkında bizi şaşırtacak derecede bilgili olan bu bey, Polonezköy’ü de tabi ki ziyaret etmiş. İstanbul’a ve başkaşehirlere de gitmiş. Yemeklerimizin adını bile biliyor. Mesela pieroginin ne kadar çok mantıya benzediğini söylediğimizde aynı fikirde olduğunu, ülkelerine muhtemelen Rusya’dan, Rusya’ya da Çin’den gelmiş olabileceğini söyledi. Sohbeti zor da olsa sona erdirdik.
Muzeum Powstania Warszawskiego” 2. Dünya Savaşı ve Varşovaİsyanı ile ilgili bir müze. Kasvetli, tüyler ürpertici ve insanın içini oyuyor. Görüntüler rahatsızlık verici. Bu olanlardan ve yaşananlardan kaçış yok maalesef. Hepsi gerçek.

sağda içinden sesler gelen duvar

Ülkenin 1939’da Alman ordusu tarafından işgal edilmesiyle başlayıp 1945’de savaş bitene kadarki süreç görüntüler, sesler, röportajlarla belgeli… Savaş sadece fiziki yıkımı değil, bilimsel ve kültürel yıkımı da getirmiş beraberinde. Sistematik olarak yok edilen tarihi binaların yanında sanat eserleri, kütüphaneler, arşivler de yok edilmiş. Müzenin ortasında ilk başta tam olarak ne olduğunu kestiremediğimiz bir duvar gördük. Burası müzenin kalbi olarak adlandırılmış anıt idi. Anıta kulağımızıyaklaştırdığımızda isyanın seslerini duyduk. Savaş sırasında Varşova’da Avrupa’nın en büyük yeraltı matbaası kurulmuş. Müzenin bir odasında o eski aletlerle, eski usülde bildiriler, dergiler, vs. basılıyordu.

sokak adları değiştirilmiş, Almanca'ya çevrilmiş

“Piyanist” Wladyslaw Szpilman Varşova Robinson’larından biri olarak kabul ediliyormuş. Çoğu Yahudi olmak üzere Polonyalılar ve Ruslar’dan da oluşan aileler ya da tek başına kimseler savaş boyunca evlerin bodrumlarında ya da harabeler arasında saklanarak bu zamanı atlatmaya çalışmış. Müzeden ayrılmadan şehrin yeniden inşa sürecini anlatan 3 boyutlu filmi (ayrı bir bilet alarak) izleyebilirsiniz. Yaklaşık 2 saatinizi burada geçirebilirsiniz.

İsyancıların üniforması

sokak tabelasındaki kurşun delikleri
Peki gelelim asıl soruya Avrupa onca acıdan ders almışmı? Yakın zamandaki Bosna Savaşı göstermiş oldu ki almamış. Nedense hiç de almayacak gibi…

Polonya'nın bölüşülmesi...
Öğle yemeği için Zapiecek’in Jerozolimskie caddesi üzerindeki şubesine giriverdik. Pierogileri mideye indirip, zamanımız gitgide azaldığından son sürat “Lazienki Park”a doğru yürüyüşe geçtik. Parktan çok gizemli ve mistik bir ormana benzediğini söylemek daha doğru sanki. Hemen girişinde Polonya’nın en ünlü müzisyeni Frederic Chopin’in şaşalı heykeli var.

Chopin heykeli ve önündeki havuz
 
Lazienki Parkı'nda yürüyüş yolu
 

Park 17. Yy’da oluşturulmaya başlanmış. Parkın içinde bir göl ve kanallar da bulunuyor ve tam ortasında bir ada üzerinde Lazienki Sarayı. Kayıkla gölde gezinti yapılabiliyor. Keşke parkta geçirecek daha çok zamanımız olsaydı. Daha çok zamanı hak eden bir yer kesinlikle. Fenerbahçe Parkı’nda görmeye alıştığımız fotoğraf çektiren gelin-damat manzarasıyla burada da karşılaştık, tavuskuşu besledik. Neyseki ucundan kıyısından da olsa orada bulunabildik.

Lazienki Sarayı

tavuskuşu, güvercin ve sincap bir arada
17:55’deki Berlin trenine yetişmeden önce yapılacak birkaç iş kalmıştı. Varşova’da Krakow’dakinin aksine hiçbir yerde hediyelik eşya dükkanıyla karşılaşmamıştık. Işte bu yüzden kalan son saatimizde Nowy Swiat’da tırım tırım dükkan arayışına koyulduk. (ne var ki tren istasyonunda da bir hediyelik eşya dükkanı varmış =) ) Ama nafile, doğru düzgün bir dükkan bulamadık gitti. En sonunda sokakta tezgah açmış bir teyzeden pek de seçenek olmadığından kötünün iyisi diyebileceğimiz bir–iki magnet vs. aldık. İkinci işimiz trende yemek için sandviç almaktı. Bu kolaydı, Subway’de hallediverdik. Üçüncü iş otelden bavulları almaktı, sorunsuz yapıldı. Dördüncü ve en önemli iş de “Zlote Tarasy”deki Carrefour’a girip bavula Bacardi Breezer doldurmaktı! Ki bu da yerine getirildi!

Acı bir geçmişe sahip ama geleceğe dair umutlu bu toprakları arkamızda bırakarak serüvenimizin son üç gününü geçirmek üzere Varşova-Berlin Ekspresi’ndeki yerlerimizi aldık ve Berlin’e doğru çufçufladık…=)

 

Hiç yorum yok: