14 Eylül 2012 Cuma

BU SEFER İSVİÇRE'YE...

ZÜRİH

Uçaktan iner inmez bizi sanal Heidi karşıladı. Nasıl oldu diyecek olursanız, anlatabilecek miyim bilemiyorum ama keşke fotoğrafını çekebilseydik. Şaşkınlıkla ve olay kısa sürdüğü için hiç aklımıza gelmedi. Havaalanının ana binasına gitmek için bir aktarma trenine binmek gerekti. Trenin penceresinden dışarı bakarken bir anda duvardaki ekranlarda Heidi beliriverdi, el sallıyor, öpücükler yolluyordu dağların kızı! Gecenin köründe Zürih’e, keyifli bir tram yolculuğuyla da şehir merkezine vardık. Kasım ayının başıydı ve gitmeden evvel baktığımızda hava hep yağmurlu gözüküyordu ama neyseki tersi çıktı. Ara sıra bulutlu ama güneşli 2 gün bizimleydi. Sevindirici. Yağmurun yağması iyi bir şey tabi ki ama kısıtlı gününüz varken pek de çekilmiyor.
 
 









Cumartesi sabahı gölde bir tekne turu yaparak güne erken başladık. Normalde tam nehrin göle döküldüğü yer olan Buerkliplatz’dan kalkıyormuş gezi tekneleri. Ancak o rıhtım bir etkinlik nedeniyle kapalı olduğu için uyarı tabelaları bizi gölün biraz daha aşağı kıyısına doğru yönlendirdi. Kuğuları seyrede seyrede ağaçların altından yavaş yavaş yürüdük.

 
Pek az kişi bizim gibi tekneyi bekliyordu. Biz yaklaşık 1,5 saat süren tura katıldık. İsterseniz tüm gün geçerli bir bilet alıp (40 CHF 1. Sınıf - 24 CHF 2.sınıf) gölün daha uzak yerlerinde kurulu kasabalara da gidebilirsiniz. Tekne göldeki birkaç noktaya uğradı ve Zurichhorn Casino noktasından başladığımız kıyıya geçip buradan devam etti. Göl kenarındaki evler öyle güzeldi ki. Hepsi sanki yazlık ev gibi. Hiç öyle çok fazla katlı bina yok zaten. En fazla 3-4 katlı evler. Türlü ağaçta sonbahar renkleri sarı, kızıl, turuncu hakim. Bazı ağaçlar böyle şanslı sanki. Doğanın ve ağacın kıymetinin bilindiği yerlerde dünyaya gelmişler. Eğer Lindt – Sprüngli çikolata fabrikasını gezmek isterseniz Kilchberg Bendlikon’da inebilirsiniz.
 
Göl kenarında çikolata fabrikası..

 

Anlaşılan o ki, İsviçre’deki tüm şehirler iri ya da ufak bir gölün kenarında kurulu. Ayrıca su sporlarına ilgi bizdekinden daha gelişmiş durumda sanki. Gölde birçok kürekçi, kendi teknesiyle gezintiye çıkmış insan ya da kıyıda bağlı duran yelkenliler görmek mümkün.

Tekne gezintisinden sonra tren istasyonundan başlayıp Quaibrücke’ye kadar (ya da tam tersi =) ) uzanan ünlü alışveriş caddesi “Bahnhof Strasse”ye çıktık. Birçok köşebaşında “Schweizer Heimatwerk” isimli İsviçre tasarımlarının ve el işlerinin satıldığı dükkanlar var. Fiyatları pahalı biraz. Biz de sadece mağazayı gezmekle yetindik. Daha çok ahşap ağırlıklı eşyalar satılıyor.
 
Bir sonraki durağımız merakla beklediğimiz “Sprüngli” dükkanıydı. Ana baba günü gibi kalabalık olan mağazadan içeri adım attığımızda çikolata kokusu aklımızı başımızdan aldı. Bütün çikolataları yemek ister mi insan... Noel zamanının da yaklaşıyor olması çeşitliliğin artmasını sağlamış sanırım. “Biber” isimli bademden yapılan tatlıdan bir tane aldık, deneme maksatlı. Fena değildi. Çöpten adam ve Noel Baba figürleri şeklinde yapılmışları da vardı.
çeşit çeşit biberler!

 
Mağazanın bir kısmı da cafe şeklinde hizmet veriyor. Zar zor kendimize bir yer bulduk ve sımsıcak çikolata ile elmalı strudel siparişimizi verebildik. Enfes tatları konusunda fazla bir şey söylemeye gerek yok. Strudelin yanında ikram edilen koskoca bir top krema bile öyle güzel gitti ki. Sıcak çikolatanın içindeki has be has çikolata tadı akıllara zarar. Kahveler de mutlaka başarılıdır ama hakkımızı sıcak çikolatadan yana kullandığımız için hiç pişmanlık duymadık. Şimdiye kadar içtiğimiz en “gerçek” sıcak çikolata olduğu kesin!
şapırt şupurt.. enfes!!


Sprüngli’den ayrılmak zor oldu. Hem ısınmıştık, hem ağzımız tatlanmıştı. Ama daha görülecek çok şey vardı. Ayağımızın dibinde sakince oturan minyatür köpekle vedalaşarak harekete geçtik. Avrupa’da birçok şehirde gördük ki hayvanların restoran, dükkan gibi birçok kapalı mekana girmesi yasak değil. O yüzden yürürken üstlerine basmamak ya da takılıp düşmemek için dikkatli olmak lazım.
Bahnhof caddesindeki yürüyüşümüze devam ederken bir kalabalığın izlediği müzik sesine kulak verdik. Üç tonton amca geleneksel müzik aleti “Alphorn – Alp borusunu” çalıyordu. Üzeri genellikle geleneksel motiflerle süslü bu üflemeli çalgı bayağı da büyük. Hemen çalgıcı amcaların yanında sergi kurmuş yine geleneksel kıyafetler içindeki teyzeler ve amcalar da soğan-sarımsak satıyordu!
 
Alp borularını çalmak zahmetli olsa gerek.

 

Bahnhof’dan çıktıktan sonra daha çok antikacıların, mobilyacıların ve el işleriyle uğraşan kimselerin konuşlandığı Schipfe bölgesine doğru yürüdük. Boş bir bank bulup Limmat’ın kenarında biraz dinlendik. Karşı kıyıda insanlar, mavi tram, nehirde kuğuları seyrederek.
Schipfe'de otururken görünenler..

 
Dar sokakların arasından geçerken bir yandan insan kalabalığı da artıyordu. Demek ki doğru yol üstündeydik. Lindenhof’a gidiyorduk. Lindenhof Romalılara ait kalıntıların bulunduğu eskilerden kalma bir yerleşim yeri. Bir tepe üzerinde kurulu. Harika bir nehir ve göl manzarası var.  
Limmat ve solda Grossmünster Kilisesi

 
Gerçi biz oradayken dünya bankacılık sistemine ve ekonomik durumdaki haksızlıklara karşı başlatılan “Occupy” hareketi buraya da sıçramıştı. Lindenhof çadırlarını kurmuş ve ortak bir hayat sürdürüp isyan edenlerin “işgali” altındaydı.
Başkaldırı... her zaman!

 
Meydandaki çeşmenin ortasından bulunan heykel 1291 yılında Almanlara karşı şehri koruyan kadınların anısına dikilmiş. Bugün de yine düzene karşı çıkanların faydasına çalışıyordu, onların bulaşık ve çamaşıranesi olarak. Yerde kurulu büyük ebatlı satranç tahtalarında satranç ve bir de bocce oynayanlar da meydandaydı.
bol oksijen zihni ekstra çalıştırıyor heralde!

 
Tepeden yavaş yavaş aşağı doğru inerken, üzerleri kırmızı motiflerle süslü evler dikkatimizi çekti. Bu evlerin başka bir özelliği de evin ana yapısından tamamen farklı bir bölüm gibi göze çarpan cumba şeklindeki kısım. Genellikle ahşaptan yapılmış ve evin genelinden farklı bir renkte boyanmış .




Kulesinde Avrupa’nın en büyük saatinin olduğu St. Peter kilisesinin içine girmedik. Sadece saate göz attık. Epey büyüktü ama en büyük mü gerçekten orasını bilemiyorum. =)

Solda St. Peter Kilisesi
 
Rathausbrücke’den Limmatquai tarafına geçtik tekrar. Tam köprünün ortasındayken güneş açtı ve pırıltısıyla göz kamaştırdı. Manzara daha da bir göz alıcı hal almıştı. Şehri yukarıdan izlemek için iki kuleli “Grossmünster” kilisesine yürüdük. Kuleye çıkmak için biraz beklemek durumunda kaldık. Dar merdivenlerde inenlerin ve çıkanların karşılaşması biraz sıkıntı yaratıyor. Alplerin eteğinde göz alabildiğince bir göl uzanıyordu.

Grossmünster'den şehir manzarası

 

Ve hemen kulenin dibinde “Old Town - eski şehir merkezi”ndeki kutu kutu, koyu renk çatılı, yanyana dizili evler ayaklar altındaydı. Eskiden muhtemelen konut olan bu evlerin bazıları şimdilerde dükkana çevrilmiş. O kadar şeker el işleri satan dükkanlar vardı ki bu galiba Kirchgasse caddesi üzerindeydi.

ortadaki dar sokağın adı Kirchgasse idi sanırım


İsviçre peynir fondüsü yani eritme peyniriyle meşhur. Sokaklarda da birçok peynir fondüsü restoranı gördük. Ama araştırmalarımız göstermişti ki sadece peynir fondüsü değil “raclette” isimli başka bir tür peynir yemeği de daha vardı meşhur. Raclette de yine eritilmiş peynir ama patates ve soğan ile birlikte. Peyniri İsviçre Alpleri’ndeki alp köylerinde yapılıyor. En iyi raclette’cinin peşine düştük tabi ki böylelikle. “Raclette Stube” idi adresimiz. Ama fondü ya da raclette hakkında yorum yapamayız ikimizde. Çünkü tatmadık, çünkü restorana girmemizle çıkmamız bir oldu. Üstelik iki kere denedik ama hayır. İçeride ağır bir koku, aşırı sıcak bir ortam. Ne damak tadımıza ne koku duyumuza hitap etti. İçerideki insanların nasıl rahat rahat oturup da yemek yiyebildiğine şaşırdık. Fondüseverler tarafından aforoz edilmek de var işin ucunda ama durum buydu bizim açımızdan. =) Belki de büyük bir lezzetten mahrum olduk kimbilir..
 
Fondü ve raclette belki başka bir bahara görüşmek üzere...


Açlık tavan yapmaya başladığından fondü/raclette sevdasından vazgeçip “Zeughauskeller”e çevirdik yönümüzü. Sosis denemek isteyerek yine hata yapmıştım aslına bakarsanız. Yine üzeri plastik bir maddeyle kaplıydı. Tal’ın seçtiği geleneksel mantarlı et yemeği ve yanındaki fırın patates çok daha lezzetliydi. Tabi bira da! Zeughauskeller’in ortamına gelecek olursa, burasının da tarihi çok eskilere dayanıyor gibi. Yemek kokusu ve insanların gürültüsü içeriyi doldurmuş. Birçok da turist vardı. Çok da sempatik bir garsona denk gelmiştik. Bu arada eğer restoranda bahşiş bırakmak isterseniz bunu kredi kartınızla da yapabiliyorsunuz. Bırakmak istediğiniz miktarı yazıyorsunuz, ondan sonra ödemeniz gereken hesap gözüküyor ve sonunda ödeme yapıyorsunuz. Karnımız tok sırtımız pekti. Ortamın sıcaklığı üzerimize bir mayhoşluk getirmiş olsa da kendimizi sokaklara attık tekrar.

Keşke bende bu yemekten sipariş etseydim! =)
Yine bilmediğimiz bölgeleri keşfetmek için atladık bir trama ve başladı tram tırmanmaya. Son durak “Uetliberg” idi. Aslında gündüz vakti bu bölgeye gelmeyi planlamıştık ama madem buradaydık, yürüyüşe başladık. Tepedeki kuleye gitmek için biraz daha tırmanmak gerekiyordu. Biz onun yerine hemen sağ taraftaki park yolu mu desem orman yolu mu desem öyle bir yere saptık. Loş ışıkların aydınlattığı ağaçlıklı bir yol, ortalıkta kimse yok. 
Aslında bakarsanız bu ıssızlık beni biraz tedirgin etmişti ama Tal’ın hiç umrunda değildi. Sanki orada ikimizden başka kimse yoktu derken karşıdan gelen bir çift gözüktü, yanımızdan yürüyerek geçtiler. Başka insan gördüğüme sevineyim mi sevinmeyeyim mi bilemedim. Işıklar içindeki şehrin manzarası bu noktadan çok iyi seyrediliyordu. Bu patikanın bitiminde bir at parkı ya da at bakımevi gibi bir bina vardı. Kişneyen atlar sessizliği bozuyordu. Bir yokuştaydık. Karşıda artık ışığın yetmediği karanlık bir orman, sola dönersek yine yukarı karanlıklara çıkacağız. En azından benim kalbimden geçen yokuş aşağı inivermekti. Tedirginliğim devam ediyordu ve bu da yetmezmiş gibi bir anda karanlık ormandan bir kedi çıkıverdi karşımıza. Biraz yabani gibiydi, tabi ki pisi pisiden anlamıyordu. Tal kedi sevgisi sebebiyle bu garip kediyle oynamak istiyordu. 

Endişelenmeyin, resme bu kırmızılık efektini ben verdim =)
 
Derken bir de siyah kedi bitiverdi yanımızda. Bu ormanın ortasında bu kedilerin ne işi vardı ki? Ne yerler ne içerlerdi ?  Bir yandan bunları düşünüyorduk, bir yandan Tal gayet mutlu mutlu kedilerle oynuyordu. Normalde Avrupa'da sokaklarda gezinen başıboş kediler görmek neredeyse imkansız, böyle ormanın orta yerinde kediyle karşılaşınca insan hepten şaşırıyor. Neyse kedileri orada bırakıp yokuş aşağı inişe geçtik, ışığa doğru. Uetliberg’in eteklerindeki evlerin arasında, şehrin bu huzurlu köşesinde insan yaşlanmaz. İşte bu evlerde yaşayanların kedileriydi belki de yukarıda gördüklerimiz. Akşam yürüyüşüne çıkmışlardı kimbilir.


Uzun süren bir yürüyüş sonunda şehir merkezine doğru geldik ama yolu epeyce uzatmıştık. Limmat’ın kolu olan Sihl nehrini geçtik. Şehir merkezine geldiğimizde saat de 23:00’e yaklaşıyordu. Limmatquai ve Bahnhof arasında çalışan teleferik “Seilbahn” a binemedik. Bunu yapabilseydik şehri değişik bir açıdan daha görmüş olacaktık. Yürüyüşümüz devam ederken kendimizi bir anda üniversite kampüsünün içinde bulduk. Üniversite binasının önündeki meydanda toplanmış çok kalabalık olmayan Zürih gençliğinin mobil hoparlörleri ve DJ masasıyla yaptığı müzik yayınına denk geldik. Işıklı şehir manzarasını fonda rap müzikler eşliğinde seyrettik. E tabi biraz da dans ederek..  =)

Ertesi gün Luzern’e gitmeye karar vermiştik. Sabah erkenden kalktık. Bayram sabahında gurbet ellerdeydik. Birbirimizle bayramlaştık. =) Zürih’e geldiğimizde Luzern’e gitmek aklımızda yoktu. Bu yüzden önceden tren bileti ayarlamamıştık. Eğer önceden alınırsa belki daha ucuza gelebilir. Bu arada her köşe başında bir minik Migros, “Migrolino” var. Tren istasyonunun içindeki epey iş gördü örneğin. Kahvaltımızı buradan aldık ve Luzern treninde afiyetle yedik.

 
LUZERN

Luzern’de sadece 2-3 saat geçirdik. Düzenli sakin bir şehir olduğu ilk izlenimdi. Zürih gibi Luzern de bir göl kenarında kurulu. Hemen tren garının çıkışında karşınıza çıkan nehrin içindeki kuğuları besleyebilirsiniz. Bu kadar arsız ya da kibar deyimiyle insan canlısı kuğularla hiç karşılaşmamıştık. Yanımızda “pizza” şekline ve aromasına sahip minik krakerler vardı. Kuğular her bir parçayı ele geçirmek için boyunlarını türlü şekillere soktu, birbirlerine çemkirmekten de geri kalmadılar. Bir ara yolunu bulsalar bizi bile didikleyeceklerdi galiba. Ayakta dik bir halde dururken kuğunun gözleriyle gözlerim buluştu. Sert gözüken tüyleri yumuşaktı.
Kapellbrücke ve su kulesi

Luzern’in en meşhur simgesi 14. yy’dan kalma “Chapel Köprüsü” – “Kapellbrücke” . Hatta dünyanın en güzel köprülerinden sayılıyor ve aynı zamanda Avrupa’nın en eski üstü kapalı tahta köprüsü. Reuss nehri üzerindeki bu ahşap köprünün neredeyse yarısı 1993’de çıkan bir yangın sonucu harap olmuş. Diyagonal köprünün tavanında 17. Yy’dan kalma birçok resim var. Yangından sonra restore edilmişler ve günümüzde daha özenli bir şekilde korunuyor. Yanan resimlerin bazıları olduğu gibi kapkara bir halde eski yerinde duruyor.


Köprünün ortasında yaklaşık 43 m yükseklikte bir su kulesi var. Ama bu isim gerçekten bir su kulesi olduğundan dolayı değil, suyun üstünde durduğundan dolayı verilmiş. Hapisane, işkence odası ve belediye arşivi olarak kullanılmış. Eskiden 200 m olan köprünün uzunluğu bugün 170 m. Köprüden geçmek normalde herhalde birkaç saniye sürecektir ama tabi her tarafında durup fotoğraflar çekip, resimlere bakınca bu süre uzayabiliyor. En iyi ihtimalle 15-20 dakikada köprüden geçmiş olursunuz.

Nehrin öbür yakasına geçtiğimizde, eski şehir merkezine gelmiş olduk. Eski evler ve hediyelik eşya dükkanlarının arasında yürüşümüz devam etti. İsviçre’nin ünlü ordu çakısının bayağı büyük boyutlu ve çok işlevli olanına da burada bir dükkanda rastladık!






Çakının boyu neredeyse yarım metreydi!
Etrafta Pazar gününün sakinliği hakimdi. Nehir kenarındaki yolu takip ede ede göle vardık. Göl kenarında ağaçların altında bir bankta oturduk. Tabiri caizse insanın ruhu böylesi güzellikler seyrederken yahutta bunların bizzat içindeyken dinleniyor. İnsan dertleri bir süreliğine unutup sadece gördüklerinin tadını çıkarıyor. Burada saatlerce oturmak, kitap okumak, belki biraz şekerleme yapmak istiyor. Ne var ki zaman hızla geçmişti ve artık Zürih’e dönmenin, oradan da Venedik trenine yetişmenin zamanıydı.
Luzern Gölü'nde sakin bir hayat



Zürih-Luzern ve Milano aktarmalı Zürih-Venedik seferlerinde kullandığımız trenler ve yol hakkında birkaç bilgi;
 
ZÜRİH-LUZERN : “SBB” treniyle yol yaklaşık 45 dk sürüyor. Bu yolculuk aynı gün içindeki bir sonraki tren yolculuğumuz Zürih – Milano’ya hazırlık şeklindeymiş meğerse. Manzaralar harikaydı. Yine büyük bir şehir olan Zug’dan da geçtik.


ZÜRİH-MİLANO : “SBB” treniyle yol yaklaşık 4 saat sürüyor. Yolculuğun İtalyan sınırına kadar olan kesiminde dağların içinden ve arasından geçen yolda ağzımız açık kaldı. Öylesi etkileyici manzaralar gördük ki. Mutlu İsviçre inekleri, küçük köyler, kasabalar, uzun tüneller, nehirler, küçük şelaleler… hepsi bize göz banyosu yaptırdı.




İtalya’ya geçtiğimizde sınır polisi köpekleriyle trene bindi. Köpekler koridorlarda gezdirildi, herşeyi kokladılar. Daha önceki trenle sınır geçişlerimizde böyle birşeyle karşılaşmamıştık. Milano’da Venedik trenine aktarma yaptık.

MİLANO-VENEDİK: Yol yaklaşık 2 saat sürüyor. Bugüne kadar yaptıklarımız içinde tek sıkıcı olan sanırım ki bu tren yolculuğuydu. Tren aşırı sıcak ve kalabalıktı. Bir de hava karanlık olduğu için dışarıdaki hiçbir şeyi göremedik. Gündüz gözüyle gerçekleşseydi bu yolculuk daha farklı hisler içinde olabilirdik muhtemelen.

 Şanslıysanız...

++ Lindenhof’ta neşe içinde “bocce” oynayan orta yaşlı 4 kişilik gruba rastlarsınız. Grubun lideri edasındaki amcayla en iyi bocce takımının nereden satın alınacağına dair muhabbet eder, “ben biraz Türkçe konuşabiliyorum” dediğinde de şaşırırsınız. “Eyvallah - eyvallah” diyerek sizi uğurlar. =)

Hiç yorum yok: