13 Temmuz 2012 Cuma

BU SEFER PARİS, FRANSA'YA..

PARİS

Romantizm şehri Paris.. Belki mevsimden dolayıdır bilemiyorum ama bize pek öyleymiş gibi gelmedi aslına bakarsanız. Gayet dinamik, hızlı ve büyük bir şehir Paris. Seine nehrinin kenarına kurulmuş olan şehre gittiğimizde tam yılbaşı zamanıydı. 31 Aralık akşamı Charles De Gaulle havaalanına indik. Çivi gibi bir soğuk. Üstüne Tal’ın gelmemizden 1 gün önce üst solunum yolu enfeksiyonu olması tuz biber ekti. Kaldığımız 2 gün boyunca ateşi genelde 38-38.5 civarında ama hiç gıkını çıkarmadan sokaklarda yürüdük beraber.

 
Sisin içinde gizemli bir kule...







Yılbaşı akşamında kutlamalar için istikametimiz “Tour de Eiffel”in Eyfel Kulesi’nin altıydı. Ama gitmeden evvel karnımızı doyurmalıydık. Gare du Nord semtindeki otelimizin yakınındaki bir restorana giriverdik. Tal içini ısıtsın diye soğan çorbası, tadını merak ettiği için de “ördek - duk” siparişi verdi. Fiyatlar biraz yüksek. Çorba 10 Euro idi mesela! Allah’tan kazanla geldi. 2 kişiye rahat yeter. Biraz fazla suluydu. Duk fena değildi ama biraz yağlıydı. Üzerine bir de “cremé brule” istedik ama çok da bayılmadık, yumurta kokusu biraz fazlaydı sanki.



creme brule

Eyfel’e ulaşmak için en kısa yol meşhur Paris metrosunu kullanmaktı. Bu arada 31 Aralık saat 17:00’den 1 Ocak saat 12:00’ye kadar tüm ulaşım araçlarını kullanmak bedava idi. Metro için basamakları indik ve tren bekleyen çoşkulu kalabalıkla ilk yüzleşme böylelikle gerçekleşti. Biz soğuktan donarken, bu çoşkulu kalabalıktaki siyahi kızlar mini etekleri, çorapsız bacakları ve kırmızı ojelerini görmemizi sağlayan burnu açık topuklu ayakkabılarıyla bizi hayretlere düşürdü. Kanları kaynıyordu, orası kesin. Millet ellerinde içki şişeleri şarkılar söylüyor, atışıyordu. Herkes yeni yıl havasına çoktan girmişti. Ama asıl yeni yıl havasını metronun çıkışındaki merdivenleri tırmanıp karşımızda Eyfel’i, etrafında da insan selini görünce soluduk. Eyfel göz kamaştırıyordu. Aslında sadece demirden bir kule ama bu kadar yakınında olunca ve üzerindeki ışıklarla heybetli duruyor. Bir de tepesindeki sis onu daha mistik bir havaya sokmuştu.

Gerçek değil gibi..
 

Öğrendiğimize göre, ışıklandırma için çok az enerji harcayan 20,000 ampul kullanılıyor.  Yavaş yavaş kuleye yakınlaşmaya başladık. Saat 12’ye yaklaşıyordu. Etrafımızda eline şampanyasını ve kadehini kapmış birçok Parisien yani Parisli ve turistle geri sayıma başladık. 10-9-8-7-6-5-4-3-2-1 ve 2011.... aslına bakarsanız Tal’la sükut-u hayale uğramadık değil. Hayalimiz, aynı bizim Boğaz köprülerinde yapıldığı gibi havai fişek gösterileri falan olacağı yönündeydi ama fos çıktı bu hayal. Hiç öyle bir atraksiyon olmadı. İnsanlar hep bir ağızdan geri sayım yaptı, alkışlar ve bağırış koptu, şampanyalar patlatıldı. Herhalde kendimizi biraz fazla düşler alemine sokmuşuz. Çünkü ertesi gün bir rehberden zaten Eyfel’de yılbaşında genellikle böyle gösteriler yapılmadığını öğrendik. =)
Kutlama sonrasında otelimize ulaşmak için büyük bir mücadele içine gireceğimizi bilmiyorduk tabi. Metroyla geri dönecektik hesapta ama ne mümkün! Metronun merdivenlerindeki yığılma yüzünden içeri bile girmek olanaksızdı. Eyfel’in etrafını da trafiğe kapatmış olduklarını söyleyeyim. Biz de biraz yürüyelim o zaman dedik. Ama bu sırada Tal’ın hasta olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. Yürüdük yürüdük, tüm Paris sokaklardaydı. Tal yorulmaya başlıyordu ve yürüyecek hali pek de kalmamıştı artık. Zaten hava da eksi bilmemkaç derece. Etrafta otobüs yok, metro aşırı kalabalık. En sonunda taksiye binmek durumunda kaldık. Bulduğumuz tek boş taksi nereye gideceğimiz sordu, cevabını aldı ve yaklaşık 3 kilometrelik yol için tam 20 Euro istedi. Taksimetrenin neden geçerli olmadığını ve neden bu kadar pahalı olduğunu sorduğumuzda da “bu gece yılbaşı” cevabını aldık. İçimizin yağları eriye eriye bindik taksiye. Otele vardığımızda taksimetrede 7 küsur Euro yazıyordu!

Ertesi sabah Tal’ı o yataktan çıkmaya hazır olmadıkça dürtmemeye karar verdim. O hazır hissettiğinde sırt çantamızda ateş düşürücü, ağrı kesici, derece vs gibi ekipmanla düştük yine yollara. Ateşi bir çıkıyordu, bir iniyordu. Aslında havanın soğuk olması onun işine geliyordu, bu sayede gidip gelen ateşini hissetmiyordu. Kapalı bir yerlere girdiğimiz zamanların dışında tabi..

Tal’ın hasta olması planlarımızı biraz değiştirmemize sebep oldu. Aslında aklımızda “Paris card” alıp oradan oraya sürüklenmek vardı. Ama bunun yerine 1 günlük geçerli “Sightseeing otobüsü” bileti aldık. Otobüs epey kalabalıktı. Bazen ayakta kaldık. Kulaklıklardan geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgileri dinledik. Paris’in en meşhur katedrali Notre-Dame de Paris’in orada durduk.

Notre Dame de Paris

Önündeki kuyruk alabildiğince uzundu. Tal’ın durumu, utanarak söylemek durumundayım ki, bizi kuyruğa kaynak yapmaya itti... Sonunda içerideydik. Fransız gotik mimarisinin en önemli eserlerinden olan katedralin içerisi de dışı kadar heybetli. Göze çarpan detayları, rengarenk vitrayları ve büyük orgu sanırım ki. Ve tabi Victor Hugo’nun ünlü eseri Notre Dame’ın Kamburu... Çeşitli zamanlarda savaşlar, vandalistlerin saldırıları, isyanlar, vs sonucu zarar görmüş ama bugün hala ayakta ve güzelliğini koruyor.

Quasimodo çıkar mı bir yerlerden?



Gezi otobüsüne tekrar bindik. Yavaş yavaş akşam olmaya, hava daha da soğumaya başlamıştı. Yönümüz St. Germain idi. Paris’e tekrar gelsek Gare Du Nord yakınında değil de, paraya kıyıp bu civarda kalmayı tercih edeceğimizde hemfikir olduk. Filmlerdeki Paris’te olduğunuz hissiyatını uyandıran semt buralar aslına bakarsınız. Gare de Nord taraflarında göçmenlerin de daha çoğunlukta olmasının etkisiyle daha kozmopolit bir hayat olduğunu gözledik.
Amacımız St. Germain’deki meşhur “Cafe de Flore”de bir şeyler yiyip içmekti. Cafe de Flore’ün şöhreti entellektüel müşteri portföyünden geliyor. Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus gibi birçok yazar ve düşünce adamı bu şirin kafeye uğramış. Zaten kendinizi dekorasyon, ortam itibariyle 1920’lerde falan zannedebilirsiniz içeride otururken. Dışarıda da içeride de iğne atsanız yere düşmez haldeydi. Neşeli Fransızlar ve Uzakdoğulu turistler mis gibi kruvasanlar, çörekler yiyor, sıcacık çay ve kahvelerini yudumluyordu, biz de ayak uydurduk.
cıvıl cıvıl Cafe de Flore..



Kafeden çıktıktan sonra biraz etrafı dolanalım dedik. Sokakta kurulmuş sergilerde çeşitli el işleri, takılar, atkı/bere/eldiven, kuruyemiş, vs satılıyordu. Ve tabi ki sıcak şarap. Aslında o soğukta içilecek en güzel şey buydu ama Tal ilaç aldığı için hiç yanaşmadık. Ufak gezintiden sonra artık akşam yemeği vakti gelmişti. Önceden aldığımız tavsiyeye göre “Leon de Bruxelles”e girmeye karar verdik. Burası deniz ürünleriyle özellikle de midyeleriyle ünlü bir restoran ve şehirde birçok noktada şubesini görebilirsiniz. Pek de fazla midye havamızda değildik. Onun yerine balık-kızarmış patates yemekle yetindik. 



St Germain’den dönmedolabın olduğu “Place de la Concorde” - Concorde meydanına kadar yürümeye karar verdik. Muhtemelen 1 Ocak ve Cumartesi olduğundan, yol boyu ıssızdı ve dükkanlar kapalıydı. Ama yine de St. Germain bulvarında avare avare vitrinlere bakarak yürümek çok hoşumuza gitti. Bir mobilya dükkanının vitrinindeki tasarım harikası(!) rengarenk koltuk 9134 Euro fiyat etiketiyle alıcı bekliyordu. Mutlaka çıkacaktır alıcısı ama biz sadece fotoğrafını çekip, bir de “abbovv, nasılll” diye çeşitli şekillerde şaşırmakla yetindik.

9134 Euro!!!! ve faltaşı gözler!




Bir oyuncakçı ve bebek kıyafetleri satan bir başka dükkan sıradaydı. La Concorde Köprüsü’nden biraz Eyfel fotoğrafı çekip, köprünün altından geçen yemekli gezinti teknelerini izledikten sonra, işte sıra dönmedolaba gelmişti.


Seine nehrinde bir gezinti teknesi tam altımızdan geçiyordu..
Roue De Paris.. bembeyaz ve asil!




Dönmedolap, bembeyaz ışıklarını yakmış bizi çağırıyordu. Sırada bekleyenler çocuklu aileler ya da bizim gibi çiftlerdi. Dört kişilik kabinde bize eşlik edecekler Alman bir çift çıktı. Diğer kabinlerden gelen çocukların neşeli çığlıkları içinde döne döne yükselmeye başladık. Bir ara meydandaki dikilitaşla aynı hizadaydık ,sonra daha yüksek mesafeye çıktık. Champs Elysee de ışıl ışıl gözüküyordu. Alman çiftle fotoğraf makinelerimizi değiş tokuş ederek sırayla manzaraya karşı fotoğraf çektirdik. Dönüp durabilirdik üstünde galiba sabaha kadar. İnince de illaki ikimizin de kafasının ve dönmedolabın aynı karede olmasını sağlayacak fotoğrafı çekmeliydik. Epey uğraştık ama sonuç verdi. Tal’ın pili bitmeye başlıyordu ve artık otele dönüş vaktiydi.
Pazar sabahı ilk hedef Eyfel Kulesi’ne çıkmaktı. Tren garındaki “Paul”de ayaküstü kruvasanlı bir kahvaltı yaptık. Kule ziyareti için gelmeden önce internetten rezervasyon yaptırmış, giriş bileti satın almıştık. Kulenin kuzey bacağından büyükçe bir asansöre bindik ve 2. kata yani 115 metreye yolculuk başladı.

Eyfel'in kuzey bacağı!


Asansörün etrafı camdan, o yüzden hızlı hareket eden bu asansör içinizi bir hoş edebilir. Bu asansörden indikten sonra en üst kata yani 276 metreye çıkmak için başka bir asansöre binmek gerekli. Ellerinde bebek arabasıyla taa oralara kadar çıkmış çifti görünce tebrik etmek istedik. Hava soğuk, rüzgar keskindi, ama işte Paris buradan izlenir. Kuleyi, Gustave Eiffel 1889 yılında inşa etmiş. En üst katta orijinali gibi restore edilmiş olan ofisi bulunuyor. Eiffel’in yanında ayrıca Edison’un da balmumundan heykeli var. Eğer asansöre binmek yerine yürümek isterseniz 704 basamak çıkmanız gerekliymiş. Kule 1930’da New York’daki Chrysler Binası’nın inşasına kadar dünyanın en yüksek binası ünvanına sahipmiş. Yarım saat kadar kulenin tepesinde döne döne, fotoğraf çekip, poz verip, Paris’i seyrederek dolandık. Kıvrıla kıvrıla akan Seine nehrini ve tüm tarihi yapıları izlerken aklımıza Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi isimli romanı gelmedi değil. Sadece bir verici olma işleviyle yapılmış olan kulenin bugün yılda milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen Paris’in en önemli simgesi olması ilginç değil mi sizce de? =)

Eyfel'in en tepesinden kuşbakışı..


İstanbul - Ankara
 

Hediyelik eşya almak iserseniz içeride bir dükkan bulunuyor ve orijinal parçalar var. Ama çook daha ucuza kulenin dibindeki seyyar satıcılardan da bir şeyler alabilirsiniz. Hepsinin elinde kulenin metalden maketi mevcut. Kulenin ayaklarının tam ortasında durup aşağıdan yukarıya baktığınızda heybeti daha da çok sizi şaşırtıyor. Fotoğraflarda gördüğümden daha değişik bir etki bıraktığını söyleyebilirim üstümde. Hiç o kadar devasa olduğunu hayal etmemişiz.

Kule maceramızın ardından Louvre Müzesi’nde şansımızı denemek istedik. Ama içeriye girebilmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Kuyruk almış başını gitmişti ve kaynak yapmanın imkanı yoktu. Mona Lisa da başka bahara kalsın diyerek sadece, yine Dan Brown’un Da Vinci Şifresi’nde geçen, cam piramitle fotoğraflar çektik. Piramidin cam duvarlarına yapışıp eserleri olmasa da, biraz da müzenin içini gördük aslında.

Louvre - Cam Piramit

Büyük Tuileries Bahçesi..


Bu arada Tal’ın hastalığı muhtemelen bana da geçmişti. Bir boğaz kaşıntısı ve hafiften bir yorgunluk başlıyordu. Louvre’den çıkıp dümdüz yürümeye başladık. Tuileries bahçesinin içinden geçersiniz karşınıza Champs Elysee çıkıyor. Bu arada o soğukta yine parkta şort ve tişörtle haldur huldur koşarak spor yapan birçok insan evladı gördük ve paltolarımıza daha bir sıkı sıkı sarıldık. Ünlü alışveriş caddesi üzerindeki dükkanlara baka baka “Arc De Triomphe”a – Zafer Takı’na kadar yürüdük.

Zafer Takı..

Louis Vitton mağazasının önünde kuyrukta bekleyenleri ve elleri kolları LV paketleriyle dolu fotoğraf çektiren Uzakdoğuluları hayretler içinde izledik. Sonuçta tanesi bilmemkaç Euro olan bu çantalardan satın almak yürek ister =) Eğer lüks tutkunu ve yüksek meblağlı alışveriş delisi iseniz, burası tam size göre. Normal ve prototip modellerin sergilendiği, ayrıca hediyelik eşyaların satıldığı büyük bir Citroen mağazası da vardı.



Bu caddeye yürürken gördüğümüz kenarlarda kurulu olan klübe şeklindeki tezgahlar daha ilgi çekiciydi aslında. Ayaküstü sandviçler, tatlılar, vs yiyip içebileceğiniz, hediyelik eşya ya da kıyafet satın alabileceğiniz birçok tezgah yanyana dizilmiş. Kaldırım taşlarıyla kaplı bölümün yanında bir de toprak zemin var. Böyle zeminde yürüyüş yapmak ya da koşmak daha yararlı ve etkiliymiş. Son bir not eklemek isterim ki, eğer çok sıkışırsanız, bu anlattığım klübelerin oradaki kapısında rapçi bir abinin beklediği tuvalete girme gafletinde bulunmayın. Hijyen sıfır! Sonuç sizi Champs Elysee’den soğutur.
Yavaş yavaş otele geri dönüş yoluna çıktık ve oradan da havaalanına. Geçirdiğim en fena uçak yolculuğu Paris – İstanbul idi. Uçuş sırasında ateşim 39’a yükseldi, yanıyordum. Bir de inince bavulumu kaybettiklerini öğrenmek üzerine tuz biber ekti. Bavulum 1 hafta sonra geri geldi. Taa Sinagapur’dan! =) O gün bugündür Air France ile ilişkimizi mümkün olduğunca az düzeyde tutmaya çalışıyoruz.

Ayrıca Woody Allen’ın Paris’te Geceyarısı filminin çok hoşumuza gittiğini söylemenin gereği yoktur herhalde. Özellikle de Paris manzarasıyla dolu ilk 5 dakikalık bölümün... =)




Şanslıysanız..
++ Aksiyonu bol olacak bir yılbaşında Paris’te ve Eyfel Kulesi’nin altında olursunuz.
Şanssızsanız..
++ Yılbaşı akşamı taksiye binmek zorunda kalırsınız.

++ Notre Dame katedralinin orada oturduğunuz köşedeki kafede “kıl” garsona denk gelirsiniz. Çantanızı yandaki sandalyeye koyduğunuz için “bag, bag, bag” diye Fransız aksanıyla sizi uyarır. Çantanızı kaldırırsınız. Yanlız bu kafede içtiğim çayın tadı hala damağımda. İşin kötüsü, adını sanını içinde neler olduğunu hiç hatırlamıyorum.

Sıcacık krep ve çay.. muhteşem ikili!

Hiç yorum yok: