28 Mayıs 2013 Salı

BU SEFER BRÜKSEL, BELÇİKA'YA...

BRÜKSEL

Şubat ayının sonlarına doğru Şengen vizelerimizin süresinin dolmasına iki hafta kalmıştı. İçimiz kıpır kıpır. Bir yerlere gitmek istiyorduk ama sırf gitmiş olmak için de gidilir mi, ucuza bilet ve otel ayarlamak için geç mi kaldık, vs. vs. kafada binlerce soru... Derin araştırmalara girip en ucuz biletlerin Belçika’ya olduğunu görünce alıverdik. Sezon dışı olduğundan otel fiyatları da cazipti. Brüksel belki o kadar değil ama Brüj görmek istediğimiz yerlerdendi. Ortaokul yıllarındayken mektup yazıp, imzalı fotoğrafını istediğim (ve kaptığım) Jean Claude Van Damme da Belçikalı'ydı üstelik! =) 
Tenten şehrin sokaklarında ummadık yerlerde karşınıza çıkabilir!
 

Tüm bu kararsızlıkları ardımızda bırakmış olarak Cumartesi sabahı uçaktaydık. =) İstanbul’da havalar bu ay için ılıkken Brüksel’de durum tam tersiydi. Merkez gardan çıkar çıkmaz keskin soğuk yüzümüze çarptı. Atkı, bere ve eldivenlerimizi kuşandık. Şehirde iki dil hakim, Fransızca ve Felemenkçe, kimine göre Bruxelles, kimine göre Brussel burası.
"I feel lonely" diyen bu ağacın yanına bir ağaç daha mı dikmeli acaba? =)
 
Dondurucu soğuk otele doğru yürürken iyiden iyiye kendini hissettirdi. Zaten arnavut kaldırımlı des Bouchers caddesinden yürürken yerlerde buz parçaları gözümüze çarptı. Keşke istasyona biraz daha yakın bir yerde kalıyor olsaydık diye düşündük. Bu uzun yürüyüşün tek güzel yanı şehre bir göz atabilme imkanı sağlamış olmasıydı. En azından yerimizi, yönümüzü kavradık. Vardığımızda odamız daha hazır olmadığı için sadece bavulları bırakabildik ve sokaktaydık yine.

İlk sırada Grand Place - Grote Markt vardı, Brüksel’in en meşhur tarihi meydanı. Meydan bir dikdörtgen şeklinde. En görkemli ama aynı zamanda en orantısız bina Belediye binası. Farklı zamanlarda farklı bölümleri yapılan binanın tam karşıdan bakıldığında sağ tarafı sol tarafına göre daha kısa.
 
orantısız Belediye Binası Grote Markt'ın simgesi
Tam biz oradayken yeni evlenmiş bir çift merdivenlerin tepesinden el sallıyordu aşağıda onları bekleyenlere. Gelin arabası da beyaz dantellerle süslenmiş bir bisikletti! =)

yeni evli çift ve (aradan gözüken) süslü gelin bisikletleri

Belediye binasının karşısında şimdi şehir müzesi olan Kral’ın Evi, diğer taraflarda da şimdiler de dükkana/restorana çevrilmiş esnaf birliklerinin binaları var. Herbir bina o kadar süslü ve parlak ki... havanın griliğinin içinde üstlerindeki varaklar daha çok göze çarpıyor. Biz denk gelemedik ama iki senede bir bu meydana yaklaşık 750bin begonyadan oluşan bir çiçek halısı döşeniyormuş.

 
Açlık baş gösterdiği için bir Subway’e girip sandviçlerimizi mideye indiriverdik. Andalouse soslu patates kızartmasına yer kalmadığını düşünüyorsanız yanılırsınız. Taa en başta otele yürürken gözümüze kestirdiğimiz bir külahta patatesçi vardı. İçerisi epey kalabalıktı ve çalışan amcalar Türk çıktı. =) Patateslerimize kavuştuk. Andalouse sos hafif acılı, benim pek hoşuma gitmedi ama Tal beğendi.
 
Parmak kalınlığında patatesleri yiye yiye MOOF – Museum of Original Figurines – (Orijinal Heykelcikler Müzesi) yürüdük. Yanlız burayı iyi saklamışlar. Des Bouchers caddesinin sonundaki Galerie Horta isimli alışveriş merkezinin içinde. Turist bürosunda bize yardım eden kız binanın önünde kocaman bir “Şirin” göreceğimizi söylemişti ama meğer mavi yerine beyaz bir “Şirin” arıyor olmalıymışız.
mini mini Şirinler
İnsan çocukluğuna geri dönüyor MOOF’dayken. En azından bizim jenerasyon. Tanıdık simalarla kaplı dört bir yanımız. Tenten, Şirinler, Asterix, Red-Kit... ve daha  birçok bildiğimiz bilmediğimiz karikatür karakteri canlanmış, irili ufaklı binlerce “figurine” (heykelcik kelimesi tam karşılamıyor sanki bu sözcüğü) olmuş.


Asterix - Obelix

yanlız kovboy, şanslı Luke, Red-Kit


Kalabalık olmadığı için içeriyi gezmek de çok rahattı. Sadece karakterler değil sergilenenler, Red Kit’in Vahşi Batı kasabası, Asterix ve Şirinler’in köylerinin maketleri var. En büyük bölüm Tenten’e ayrılmış. İlk kez 1946’da yayınlanan Tenten, Herge dahil beş Belçikalı’dan oluşan bir ekip tarafından yaratılmış.


Tenten ve maceraları

Belçika’daki gelişmiş karikatür geleneği gerçeği yadsınamaz. Karikatür ve çizgi roman delileri için burası bir cennet açıkçası. Hemen merkez garın yanındaki “House of Comic Strip”e de göz atabilirsiniz. Biz girmedik.


MOOF gezintisinden sonra etrafta çokça görebileceğiniz Leonidas’lardan birinden waffle aldık, üzeri çilek, muz ve nutellayla kaplı. E Belçika waffle’ını yerinde denemeden olmaz. Bizim burdakilerden pek de faklı değildi tadı. Havanın soğukluğu nutellayı bile katılaştırdı bu arada. Epey doyurucu olduğu kesin. Sokakta vosvos minibüslerde satılan sade versiyonundan da yiyelim diye diye yiyemeden döndük maalesef.

waffle'lar dizi dizi 

 
waffle ayağınıza da geliyor

Isınmak için St. Michael & St. Gudula Katedrali’ne çevirdik yönümüzü. =) Havanın ısınmaya niyeti yoktu. 9. Yy’da St. Michael’e ithafen inşa edilen şapel, St. Gudula’nın kutsal emanetlerinin 11. Yy’de buraya taşınmasıyla iki isimli olmuş. 13. Yy’da gotik stilde bugünkü kilise haline dönüştürülmeye başlanmış ve bu süreç yaklaşık 300 yıl sürmüş!

St. Michael & St. Gudula

İçeriyi kolaçan ettikten sonra parklara, ağaçlara, yeşilliğe olan zaafımızdan Brüksel Parkı’na gitmeye karar verdik. Bir dikdörtgen şeklindeki parkın tasarımı da geometrik. Şehirdeki en büyük park burasıymış. Kış sebebiyle yerlerde ve ağaçlarda pek bir yeşillik yoktu. Bizim için hayal kırıklığı oldu. Sadece bir bankta oturup biraz daha üşümeye başlayana kadar dinlendik. Diğer mevsimlerde burası herhalde daha cıvıl cıvıl ve caziptir.

koşmak yassah!?!?  niye ki?

Parkın bir ucundan çıktığımızda Kraliyet Sarayı’nın yanından geçtiğimizin farkına vardık. Bir sonraki durak “Louise” bulvarıydı. Yürümek yerine metroyu kullanmak daha akıllıcaydı. Hem yol uzundu hem de hava soğuk! (Şu ana kadar kaç kez havanın soğukluğundan bahsettim? Soğuk içimize işlemiş galiba. =) ) Biz de Troon durağından metroya girdik. Metronun girişinde bir anne ve küçük çocuğu oturuyordu. Şu anda tam olarak hatırlamıyorum bir şeyler satıp satıyorlar mıydı yoksa dilenciler miydi.. Otomatik makineden bilet alacaktık. Makineye yaklaştığımızda yanımızda bu ufaklık beliriverdi. Hiç konuşmadı bizimle ama sadece parmaklarıyla işaret ede ede yol gösterdi. Biletlerimizi satın aldıktan sonra tam gidiyordu ki, durdurup birkaç bozukluk verdik ona, öyle sevindi ki. Gururla annesine gösterdi kazandığı parayı. =)
Metroyu kullanınca kısa sürede Louise durağında buluverdik kendimizi. Gelmeden önce okuduklarımıza göre burası ünlü ve lüks alışveriş caddelerindendi. Açıkçası pek o kadar ahım şahım bir cadde değil. Tamam önemli markaların dükkanları burada toplanmış ama o kadar. Çok da ekstra bir durum yok. Şehirde genel olarak fiyatlar yüksekti. Örneğin Belçika’nın önemli el işlerinden sayılan goblen ürünler. Bir tane goblen yastık kılıfının fiyatı 40 euro civarıydı! Alacağınız hatıralık eşyalarla ilgili buna göre plan yapmanızda fayda var. =)

pahalı goblen çantalar
 
Ama biraya gelince işler değişiyor, fiyatlar sudan ucuz bir hal alıyor. Dünyada birayı Belçikalılar kadar çeşitlendiren başka ülke yoktur herhalde. Girdiğimiz bir alkol dükkanının rafları binbir türde birayla doluydu. Sadece tatları, alkol oranları, renkleri değil, sunuldukları bardakları bile farklı biraların. Bira konusuna Brüj’de gezdiğimiz bira fabrikasında devam etsem daha iyi olacak.  
Bira cenneti
Brüksel’in her köşebaşında bir işeyen velet figürüyle karşılaştık. Hediyelik eşya formunda, kitapların kapaklarında, restoranların tabelalarında... Bir şehrin simgesi olmak için biraz alakasız bir figür gibi gelebilir kimine ama adamlar benimsemiş. Asıl heykeli bulmak için Grote Markt’ın arkalarına, Rue du chene’ye doğru gittik. İki sokağın kesiştiği yerde bir kalabalığın içinde flaşlar patlayınca doğru yerde olduğumuzu anladık.

İşeyen çocuk

çikolatadan işeyen çocuk
Alt tarafı bir metre boyundaki bu ufaklık resmen ilgi odağı. Efsaneye göre, 1619’da beş yaşındayken şehirde kaybolan bu oğlan iki gün sonra babası tarafından tam bu noktada işerken bulunmuş. Varlıklı olan aile çocuğun işer halde heykelini yaptırmış ve buraya yerleştirtmiş. “Manneken Pis” böyle doğmuş. Bir de “Jeanneke Pis”-İşeyen kız heykeli var şehirde. Bu günümüze daha yakın bir zamanda daha ulvi bir amaçla yapılmış. Heykelin önündeki ufak çanağa para atıp kanser hastalarına yardım edebiliyorsunuz.


İşeyen kız

Akşam yemeği zamanı… midye zamanı! Şehrin ünlü midyecisi Chez Leon’a gittik. İçerisi bir kalabalık ki. Acaba bunda bizim bile haberdar olup gelmeden websitelerinden aldığımız %50 indirim kuponlarının etkisi de var mıydı? Neyse üst katta iki kişilik küçük bir masaya kıvrıldık. İçeride sıcak bir ortam. Bir de dışarıdan belli etmese de enine genişleyen bir yer. Büyük aileler, hemen yan masamızdaki gibi yaşlı çiftler, herkes yumulmuş midyelerine. Yanında fiks patates kızartması servis ediliyor.


 
Bira, patates ve midye.. ne enfes bir üçlü. Midyelerin içinde piştiği tereyağlı/otlu sos ve tenceredeki orijinal sunum iyice iştahımızı açtı. Sonuçta Tal’ın bile inanamadığı bir şekilde ondan fazla midye yediğim ortaya çıktı. Üşenmedik yemeğin sonunda tüm kabukları saydık. Ben 39, Tal 29 midye yemiş. Bir tencere de 70 midye olsa, günde 500 kişi yese (ki daha çoktur) günde 3500 midye eder!
Midyelerden sonra sıra menüsünde ikibin çeşit bira olduğunu iddia eden cafe-pub’lardan birine gitmekteydi. “Delirium”a… burası tam da Jeanneke-Pis’in olduğu sokakta. 

Delirium menüsü, seçim yapmak zor

Mekan bir Cumartesi gecesini aratmayacak şekilde turistlerin yanında, yerel halkın da akınına uğramıştı. Oturacak yer bulmakta zorlandık, bara tünedik. Ne seçeceğiz diye karalar bağlamışken , en sonunda bir Chimay-Blue ve bir de Westmalle-Tripel almaya karar verebildik. Chimay yüzde 9 alkollü ve rengi daha koyu. Westmalle yüzde 9,5 alkollü ve rengi daha açıktı. Bira tadımcısı değiliz ama ikisinin de katmanlı lezzetini aldık. Belçika’da bira ayrı bir kültür. Alkol ve dinin bir araya gelmesi belki biraz ilginç ama Abbey biraları olarak sınıflandırılan biralar vakti zamanında keşişlerin manastırlarının bakım-tutum masraflarını karşılamak için ürettikleri biralarmış. Günümüzde bu işle ilgilenmiyorlar tabi. Tariflerini çoktan bira fabrikalarına satmışlar.
 
 
Pazar günü Brüj'deydik... Ayrı olarak burada. =)
Pazartesi sabahı erkenden kalktık. İlk sabah kahvaltı masasında çatal yoktu. Sadece kaşık ve bıçak konulmuştu. Ortalıkta gördüğümüz tek çalışana çatal istediğimizi anlatana kadar akla karayı seçtik. İkinci sabah çatal olup olmayacağını merak ediyorduk. Kahvaltı salonuna girer girmez gözlerimizi masaya odakladık, çatal yoktu! =) Bir önceki sabah tekrar yaşandı bu yüzden.
İşeyen çocuk gibi Brüksel’in bir diğer sembolü “Atomium”u görmeye metroyla gittik. Atomium ve MiniaTurk benzeri bir yer olan MiniEurope aynı yerde, şehrin kuzeyinde kalan Bruparck denen bölgede. Sinema salonu, fuar merkezi, gözlemevi ve bir park var. Ziyaret etme niyetimizin olmadığı MiniEurope zaten kış sezonu olduğu için kapalıydı. Merkezde erimiş olan kar burada halen yerleri ve ağaçları kaplıyordu.

Atomium ve Bruparck

Atomium bir atomun 165 milyar kez büyütülmüş halinden oluşan dev bir heykel mi demeli, bina mı demeli, öyle bir şey. 1958’de Expo 58 için tamamen çelikten yapılmış ve 102 metre yükseklikte. Kılpayı da olsa kalabalık öğrenci grubunun önünde içeri girmeyi ve küreler arasında gezintimize başlamayı başardık.
tüpün penceresinden manzara
Öncelikle asansörü kullanıp direkt en yüksekteki küreye çıktık. Burası bir nevi seyir terası. Denilene göre hava açık olduğunda teleskopla buradan bakınca Eyfel Kulesi görünüyormuş! Ayrıca bir de restoran var. Panoramik manzara teftişinden sonra yine asansörle aşağı indik. Bu defa en aşağıdaki küreden başladı gezinti.  
biraz dar ve dik sayılır yürüyen merdivenler

Dokuz küre birbirine yirmi tüple bağlı. Bazılarının içinde sergiler, birinde çocuk merkezi var. Küreler arasındaki geçiş yürüyen merdivenlerle yapılıyor. Küreden küreye sergilere göz ata ata geçiş yaptık. Tüplerden birinin içinden yukarı küreye çıkarken biraz korktuğumu itiraf edeceğim. Muhtemelen eriyen karlardan bir kısım güüümmm diye tam biz geçerken tüpün üstüne düşüverdi. Ses çok fazlaydı! Tüp koptu ve aşağı uçuşa geçtik sandım ne yalan söyleyeyim. =) Favori tüpümüz kendimizi Star Wars film setinde hissettiren oldu! Karanlıkta ama sürekli değişen mavi ve kırmızı ışıkların içinden yürüyen merdivenle aşağı indik.



Atomium’dan merkeze dönüş için metro yerine tramı kullandık. Tramla yolculuk daha keyifli, en azından yer üstündesiniz ve etrafı görebiliyorsunuz.


graffitiler her yeri süslemiş
Aslında tam olarak merkeze değil Leopold ve Schuman bölgesine gidiyorduk. Brüksel aynı zamanda Avrupa’nın başkenti. Dolayısıyla çoğu Avrupa Birliği binası da burada. Siyasi bir merkez olduğu etrafta hızlı adımlarla yürüyen, takım elbiseli tipler sayesinde de belli.
Parlamento binası

Avrupa Parlamentosu binası turla gezilebiliyormuş ama bireysel gezilere kapalıydı biz oradayken. Sadece önden rezervasyon yaptırmış gruplar için açıktı. Binalar arasında yürüyüp durduktan sonra aslında buraya boşuna gelmiş olduğumuza karar verip, dönüşe geçtik. Hem AB’ye üye değiliz. Zaten üyeleri de AB’den kaçmaya çalışıyor!
 
 
Öğle yemeğine zaman yarattık. Menüde yine midye vardı ama bu kez kızartılmış olarak. Chez Leon’da hızlıca yiyiverdik. Bu versiyona sulu, tencere midyeleri kadar bayılmadık.


midye kızartması, sos lezzetliydi
Az zamanımız kalmıştı. Yiyecek-içecek alışverişi yapmadan gidemezdik. Otele yakın köşebaşındaki bir mini Carrefour’a girdik. Tal tadamadığımız ama aklımızın kaldığı biraların, ben de çaya/kahveye eşlik eden tarçınlı Belçika bisküvisi “Speculoos”un peşindeydim. Dandoy ve Lotus iki büyük bisküvi markası. Lotus’lardan birkaç paket kaptım. Bir de efsanevi bir lezzet olarak duyduğumuz Nutella gibi sürülebilir Speculoos'un varlığından haberdardık. Rafta görünce ondan da alıverdik. =) Maredsous diye bir krem peynire takılmıştım sabah kahvaltılarında. Bir kutu da ondan attım sepete. Aldıklarımızı bavullara sığdırabileceğimizi umarak çıktık dükkandan.

Zaman hızla akıyordu. Otele uğradık, bavulları aldık ama elimizdeki poşetleri bavula tıkıştırma işini havaalanına bıraktık. Trenlerdeki şanssızlığımızın devam etme olasılığından korkuyorduk. Uçağı kılpayı kaçırmak pek hoş olmazdı. Şansımız yaver gitti ve kaçırmadık uçağı. Karlı Belçika’dan bahar günleri yaşayan İstanbul’a dönebildik. =)
 
 

Hiç yorum yok: