O kadar çok istemişiz ki demek ki, dünya gözüyle bir kez
daha görmek varmış Hollanda’yı... Haziran ayı başında, ilkinden yaklaşık iki
sene sonra tekrar buradaydık. Ama bu sefer sadece Tal ve ben değil, yanımızda
annelerimizle! Aynur ve Nilgün ikilisi heyecanlı, biz onlardan daha heyecanlı
çıktık yola. =)
Henüz uçaktayken sanki daha kalabalık bir Amsterdam’ın bizi beklediğini anlamalıydık aslında. Tek sırada 6 yerine 8 koltuğun olduğu büyük bir uçakta olmamıza rağmen hiç boş yer yoktu. Ki bu durum Amsterdam’a vardığımızda kendini belli etti. Mevsimden dolayı mı yoksa nüfusu mu arttı bilmiyorum ama Amsterdam daha kalabalıktı! Sokaklar daha kalabalık, Dam meydanı bir curcuna içinde... Bu durumda Cumartesi olmasının, ayrıca güneşli ve sıcak havanın da etkisi vardı muhtemelen.
Geçen gelişimizde Amsterdam Card satın almıştık. Bu sefer
değişikliğe gittik ve amaçlarımıza daha uygun ve hesaplı olacağını düşündüğümüz
yeni bir kart satın aldık havaalanından çıkmadan, Holland Pass. Sadece
Amsterdam’da değil, Utrecht, Lahey, ve Rotterdam dahil diğer Hollanda
şehirlerinde de geçiyor. 2 gün içinde Amsterdam kartın sunduğu olanaklardan
gerektiğince faydalanamayacaktık nasıl olsa. Bu kartın işleyişi Amsterdam
karttan daha değişik. 2, 5 ya da 7 bilet ve bir indirim kartı içeren paket
satın alıyorsunuz. Her bir bilet bir müzeye ya da bir atraksiyona katılım için
kullanılabiliyor. Bizim aklımızda mutlaka “Kanal Turu” yapmak ve resim sanatına
düşkün iki anneyle “Rijksmuseum” ziyareti gerçekleştirmek vardı.
NEMO |
Amstel üzerindeki en dar
köprü “Magere Brug”u bu seferde gördük. Rivayete göre nehrin iki ayrı yakasında
yaşayan ve birbirlerini her gün görmek isteyen iki kızkardeş yaptırmış bu
köprüyü. Sağlıkları elvermediğinden daha uzaktaki köprülere yürüyemiyorlarmış.
Üzerinden artık sadece yayaların ve bisikletlilerin geçişine izin veriliyormuş.
Magere Brug |
Güneşi fırsat bilenler de kanallarda ve nehirde kendi tekneleriyle gezintiye
çıkmıştı. Bu durum zaman zaman trafik sıkışıklıklarına neden oldu. Kanal turu
bittiğinde acıkmıştık. Cezbedici patates kızartması kokusuna dayanamadık ve
Damrak caddesinden Dam meydanına yürürken aldığımız patatesleri indirdik
mideye. Bu arada Avrupa Futbol Şampiyonası nedeniyle her yer turuncu
bayraklarla ve futbol toplarıyla süslüydü.
Futbol = Eğlence! |
Geçen sefer “Kraliyet Sarayı” restorasyondaydı. O yüzden
dış cephesini görememiştik. Sarayın restorasyonu bitmiş haliyle Dam meydanı
artık olması gerektiği gibiydi. Meydanda sportif bir etkinlik düzenleniyordu, plaj
futbolu turnuvası! Halı saha yerine kum saha. Bu arada pek çok yerde göze çarpan şehrin armasındaki XXX
işareti aslen St. Andrews haçlarını temsil ediyormuş. Denilene göre Aziz
Andrews isimli bir balıkçı 1.yy’da X şeklinde bir çarmıha gerilmiş. Baştan bir
balıkçı kasabası olan Amsterdam da kendisine bu armayı benimsemiş.
Saray ve plaj futbolu kalabalığı bir arada... |
Otelimiz Muntplein’da hemen meşhur çiçek pazarının
yanındaydı. Dam meydanından ayrılıp Rokin caddesi üzerinden otele doğru yol
aldık. Artık eşyaları bırakıp “De Pijp” bölgesindeki “Albert Cuypmarkt”a doğru
gitme zamanıydı. Bu açıkhava pazarında ne ararsanız var. Hediyelik eşyalar,
meyve-sebze, peynir, et, deniz ürünleri, kıyafetler, kumaş, bisiklet parçaları,
çiçek, vs. Türk pazarcılar da vardı tabi ki.
Albert Cuypmarkt |
Ha İstanbul olmuş ha Amsterdam olmuş, annelerle pazar gezmek her zaman aynı. =) Sürekli en iyi ürünü bulmak için her şeyi didik didik ettiler ve tabi elimiz boş çıkmadık pazardan. Birkaç tane Hollanda geleneksel ayakkabısı “clog” şeklinde pofidik terlik, magnetler, ve Nilgün anne tarafından yastık kılıfı şeklinde dikilmek üzere Amsterdam haritası baskılı kumaşlar.
Bisiklet malzemeleri tezgahı |
Sol üst köşede Amsterdam haritalı kumaş |
De Jordaan'da bir sokak |
Kancalar yük indirmek kaldırmak için... |
Bu aile tahıl işi yapıyormuş herhalde, belki değimenleri vardı... |
Luna'da et ziyafeti çektik galiba... =) |
Midemiz şenlenmişti ama kulaklarımızın pasının silindiğini söyleyemeyiz. Pek de iyi çalıp söylemiyordu bizim histerik müzisyen. Bir de restorandan dışarı adım attığımızda onu bir sandalyede oturmuş kendi kendine boşluğa doğru gitar çalıp şarkı söyler görünce bizde film koptu! =)
Saat 10’a yaklaşıyordu. Annelere bir de şehrin gece
hayatını gösterelim dedik. Önce De Wallen, nam-ı diğer Red Light District, daha
sonra da bir kumarhane. Red Light biraz muhafazakarlaşmıştı sanki, ana cadde
yerine ara sokaklara kaymıştı kızların boy gösterdiği o evler. Kumarhanede de
klasik olarak en ufak miktarla bir kollu makinenin başına geçtik. Dördümüz
sırayla şansımızı denedik ama kaptırdık iki Euro’yu. Bu sefer geçen sefer kadar
şanslı değildik. Zaten kumardan kim zengin olmuş ki acaba, merak ediyorum.. =)
Venedik gibi... |
Anneleri otele bıraktıktan sonra ertesi sabah kahvaltı
için otel yakınlarında bir yer bakalım dedik Tal’la. Hemen otelin yan sokağında
bir yer varmış ama biz oraya tabi ki en son baktık. Önce uzaklarda aramaya
giriştik. Hep öyle olmaz mı. Elektrik faturası gelir, fatura yığını içinde arar
durursunuz ama en son elinize aldığınızdır şansınıza size ait olan fatura! =) 1
saatlik aramamızın da boşuna olduğunu ve sonunda dönüp dolaşıp otelde kahvaltı
ettiğimizi de söylemem lazım. Çünkü kapısında belirttiği saatte açılmış değildi
henüz dükkan. Biz de otelde biraz tuzlu bir fiyata kahvaltı etmek zorunda
kaldık maalesef. Ama tabi anneler açık büfenin hakkını verdi. Gün içinde yeriz
diye kuruyemiş, ekmek arası peynir, hamur işleri, vs çantalara zula edilmişti.
Pazar günü havadan yana şansımız hiç yoktu. Bütün gün
yağmurlu ve serin geçecekti. Yarım günlük Zaanse Schans ve Edam gezisi
ayarlamıştık. Anneler şehirden çıkıp biraz da Hollanda’nın geleneksel ve
ruhlara şenlik kır hayatını görsün istedik. Gezinin sonunda da anladık ki
gerçekten bu isteğimiz yerindeymiş. İkisi de hem Zaanse Schans’a hem de özellikle
Edam’a hayran kaldı. Tabi ki alışverişin de dibine vuruldu. Peynirler,
çantalar, magnetler, Nilgün anne bir şemsiye bile aldı! Biz de hazır yine merkezindeyken pestolu
peynir almadan etmedik. Peynir ve tahta ayakkabı “clog” yapımını anlatanlar değişikti
geçen seferkine göre. Tal artık ahşap, tahta oymacılığı vs işlerine merak
saldığından bir tek ayakkabı aldık ama ham halde. Onu istediği gibi oyacak,
biçecek. Bakalım ne çıkacak ortaya. Edam’a giderken yemyeşil, bir tabak kadar dümdüz ve uçsuz bucaksız çayırların ortasındaki yollardan geçtik. Yol kenarında iri iri koyunlar ve inekler otluyordu. “Ne derin bir huzur, genişlik, büyük sükunet var bu kırlarda!” Vincent Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı 1883 tarihli mektubunda böyle tasvir etmiş Hollanda kırlarını. (Bu mektupların kitaplaştırılmış hali: “Theo’ya Mektuplar”)
“Beemster” isimli bölgeden geçerken yüksek üçgen çatılı, rengarenk evleri takip etik. Burası Hollandalılar’ın oluşturduğu ilk “polder” olduğu için epey önemliymiş. Eskiden bu bölge bir gölmüş, değirmenlerin yardımıyla gölün suyu boşaltılmış ve böylelikle toprak kazanılmış. 1609 ve 1612 yılları arasında süren bu çalışma sonucu insanlar kazanılan toprak üzerinde çalışmaya ve yaşamaya başlamış. Bereketli topraklarda yapılan tarım ve hayvancılık en önemli gelir kaynaklarından. 2012 yılı buranın kuruluşunun 400. yılı olduğundan bu çerçevede çeşitli aktiviteler ve kutlamalar düzenleniyormuş. Yenilikçi yapısı, tarihi ve sosyal önemi yüzünden bölge 1999 yılında da UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Beemster'de evler... |
Edam sessiz ve sakin karşıladı bizi, yine bir ağırbaşlılık hakim. Sokak aralarında, kanal kenarlarında yürüdük. Meydana gittik. Edam’ın en eski tuğla evini (1540’da inşa edilmiş) müzeye çevirmişler. Efsaneye göre, bu evin inşa görevi emekli bir kaptana verilmiş ve evin bodrumunu denize olan özlemini gidermek için hareketli yapmış. Aslına bakacak olursanız ise yenilikçi bir mimari çözüm getirmiş: evin bodrumu değişen su seviyesine göre hareket ediyormuş. Biz içeri girmedik ama bu müze kasabadaki eski evlere, mobilyalarına ve kasaba tarihine dair fikir verebilir. Çoğu dükkan kapalıydı ama geleneksel peynir marketi açıktı.
Ortadaki hafif eğreti duran bina Edam Müzesi |
Şehre dönüşte istikamet “Rijksmuseum” oldu. Holland Pass
sayesinde uzun kuyruğu beklemek zorunda kalmadık. 1795 yılında kurulmuş bu müze
dünyanın ve Hollanda’nın en önemli sanat müzeleri arasında yer alıyor. Çatısı
altında sadece tablolar sergilenmiyor.
Heykeller, oyuncaklar, maketler, Asya sanatları, fotoğraflar…
Dikkatimizi çeken başka bir olay da ziyarete gelmiş küçük çocuklardan oluşan
öğrenci grubuydu. Her birinin elinde birer kağıt kalem öğretmenlerinin
liderliğinde tabloları kendi bakış açılarından çiziyorlardı. Değişik bir eğitim
yöntemi ve hiçbir çocuk da sıkılmışa benzemiyordu.
Rijks'deki öğrenciler harıl harıl çalışıyor... |
"Gece Nöbeti"nin önü kalabalıktı |
"Delft" işleri |
Evet durmadan yağmur yağıyordu ama bizim durmaya niyetimiz var mıydı? Tabi ki hayır. Müzeden çıktıktan sonra Singel kenarındaki “Bloemenmarkt-Çiçek pazarı”na gittik. Pazar binbir çeşitte ve renkte lale soğanıyla dolu tahmin edeceğiniz üzere. Tabi başka çiçek ve ot(!) tohumları da mevcut. Denilene göre istenilen yere kuryeyle gönderiyorlar, hani yanınızda ağırlık yapmak istemezseniz. Süs eşyaları da satılıyor. Tahtadan laleler mesela.
Mısır çarşısı'nın yanı sanki, çeşit çeşit tohumlar.. |
Sağda "Çiçek Pazarı" |
Akşam yemeği için Rembrandtplein yakınlarındaki önceden ismini duyduğumuz “Ponte Arcari” isimli bir restorana gittik. Bu ufacıcık İtalyan restoranı bir sokak köşesindeydi. Girdik içeri ama lakayt garsonlar ilgilenmedi bizimle. Zaten menüde de pek güzel bir şeyler görmedik. E öyleyse yakınlardaki tanıdık bir İtalyan’a gitmek farz olmuştu. 2 sene önce bir gece vakti artık açlıktan bayılmak üzereyken girip karnımızı doyurduğumuz neşeli İtalyanlar’ın dolu olduğu “Isola Bella”! Yine bizi tüm sevecenliğiyle, neşesiyle ve tabi ki lezzetli yemekleriyle kucakladı. Margarita pizza, tadı damağımda kalan lazanya! Heineken’siz de olamaz! Ya o tuğla kadar tiramisulara ne demeli! Doldurduk midelerimizi tıka basa ve önce otel, sonra da havaalanına doğru yola çıktık. Havaalanına vardığımızda hepimiz birer yorgun savaşçıydık artık.
Tiramisu!! |
Geçen sefer yağmurlu yüzünü bize hiç göstermeyen
Amsterdam bu sefer acımasız davranmıştı gerçekten. Pazar günü sabahtan akşama
kadar sadece çok kısa aralıklarla yağmur durdu, hiç güneş çıkmadı. Olsun! Biz bir
kez daha sevdik Amsterdam’ı, Edam’ı... Eski bir dostu görmüş gibi de mutlu
ayrıldık. Üçüncü kere kısmet olacak mı bakalım?! =)
Güneşli havanın tadını kanalda tekneleriyle gezerek çıkaranlar... |
*** Bir önceki sefer için buraya. ***
1 yorum:
Çok güzel anlatmışsın canım. Tekrar yaşadım sanki.Sayenizde çok güzel 2 gün geçirdik. Yorgunluğuma değdi.
Sevgilerimle.
Nilgün
Yorum Gönder