1 Mart 2012 Perşembe

BU SEFER HOLLANDA'YA...

Amsterdam, Lısse-keukenhof, Edam, Volendam, Marken

Sulu ve rengarenk Hollanda.. Dedemin deyimiyle çiçek gibi bir ülke.. =) Hollanda’yı ziyaret ettiğimizde Mayıs ayının ortalarıydı. Hava yağmursuz ama nispeten bulutlu ve İstanbul’a göre serin sayılabilecek durumdaydı. Schiphol Havaalanı’ndan Amsterdam’a ulaşım çok kolay. Metroya biniyorsunuz ve yaklaşık 20 dakikada şehir merkezindesiniz. Hollandalılar’ın deyimiyle “the Dam” yani Dam Meydanı’na doğru yürüdükçe havada hakim keskin patates kızartması kokusunu içinize çekmek durumunda kalacaksınız.


Dam Meydanı
Amsterdam Card edinmeniz tavsiye olunur, hesaplı oluyor. Bu kartı "Tourist Information" - Turist Bilgilendirme ofisinde bulabilirsiniz. Kartımızı ilk olarak Kanal turuyapmak için kullandık. Turlar hemen ana tren istasyonunun önündeki köprüden geçtikten sonraki rıhtımdan başlıyordu.
Hemen hemen bütün gittiğimiz Avrupa şehirleri suyla içiçe bir hayat yaşıyor. Hepsi ya bir nehir, ya bir kanal, ya bir deniz ya da göl kıyısında kurulmuş...



Kanal turundaki rehberimiz şehrin mimarisi, tarihi hakkında birçok bilgi verdi. Amsterdam tarih boyunca önemli bir limanı şehri olmuş. Halen de öyle. Kanal kenarlarındaki evlerin fiyatları oldukça uçuk, bu evleri bizim İstanbul Boğazı kenarındaki yalılar gibi değerlendirebilirsiniz.

Kanalların ve suyun bol olduğu bu şehirde evlerin içinde farelere de rastlanıyormuş. Allah’tan sokakta hiç fareye denk gelmedik. Tal için hiiiç sorun teşkil etmeyen bu durum benim değişik reaksiyonlar göstermeme sebep oluyor.

Kanal turu sonrasında açlığımızın artık tavan yapmasıyla, Tal'ın titizlikle yaptığı online araştırmalar sonucu gitmeye karar verdiğimiz restoran “Café Loetze”yi bulmaya çalışırken "Museumplein" – “Müzeler bölgesi”nde kaybolduk.
Ama iyiki de kaybolduk. Şehrin aksiyonundan uzak bu sakin ve geniş sokakları adımlamak hoşumuza gitti. 


Merak ediyorsanız eğer, aradığımız restoranı bulduk ama kapalıydı. Meğer akşamüstü 17:00’ye kadar açıkmış.
Biz de şansımızı hemen yakındaki “Vondelpark”ın içindeki “Vertigo”da değerlendirdik. Gelen domates çorbasının tek kişilik porsiyon olduğunu söylemek zor, biz ikimizde tek çorbayla doyarmışız! 



Cuma sabahı kalkar kalkmaz Museumplein'daki Van Gogh Müzesi’ne gittik. Giriş değil ama içerisi  çok kalabalıktı. Amsterdam kartımız olduğu için girişte biraz iltimas geçildik tabi. Müzede Vincent Van Gogh’un görmeyi en çok beklediğimiz tablosu “The Starry Night – Yıldızlı Gece” sergilenmiyor. Güvenlik görevlisi teyzeden öğrendiğimize göre bu eser New York’daki “Museum of  Modern Art” – “Modern Sanatlar Müzesi” nin koleksiyonunda imiş. Yeterince fazla tablo gördüğümüzü düşündüğümüzden ve daha çok da önündeki uzuuun kuyruk nedeniyle “Rijksmuseum”a girmedik.
Öğle yemeği için "Cafe Loetze"de şansımızı tekrar deneyelim dedik ve bu sefer başarılı olduk! =)


Loetze etiyle meşhurdu!

Dünyanın birçok şehrinde şubesi bulunan Madame Tussauds Müzesi’nin Amsterdam şubesindeki balmumundan heykeller arasında eğlenceli vakit geçireceğiniz garanti. Müzeyi kuran Madame Marie Tussauds’un da heykeli var burada. Rahmetli Michael Jackson’la “kankito” pozu verebilir, Robbie Williams’ın yanında yatağın üzerine uzanabilirsiniz. Manken heykellerinin yanında pek durmamanız tavsiye olur. Insan boy kompleksine giriyor! Brangelina çifti, Bob Marley, Benny Hill ve dahası bir arada! 


Bob Marley
Brangelina



Benny Hill


Heykellerin oldukça gerçekçi ve epey ayrıntılı olduğunu söylemeye gerek yok. Müzenin zemin katında Amsterdam halkının eski zamanlardaki hayatı balmumu heykellerle canlandırılmış. Ortam karanlık ve heykeller hareket bile ediyor. Kayıkçıya dikkat!






Kayıkçı!
 


Cuma günü öğleden sonra Tal’ın çalıştığı şirketin Amsterdam ofisinden çalışma arkadaşı ve eşinin evine davetliydik. Arkadaşı Hollanda’da doğmuş bir Türk ve ailesi de burada yaşıyor. Mercimek çorbası, ve eşinin yaptığı fıstıktan yaptığı tavuk sosu ve Türk  tatlarıyla karnımızı doyurdular sağolsunlar. Bir günde amma da çok özlemişiz yemeklerimizi.. =) Ailesine de bizim gelişimizden bahsetmiş. Çay içmek için de onların evine davetliydik. İşte Türk misafirperverliği! Evlerinin arka bahçesine inşa edilmiş “gizli” Türk evinde ağırlandık. Içeride Türkiye’den gelmiş bir kuzine, üzerinde çaydanlık, bir tepsi baklava, ahşap duvarlarda Türkiye’den posterler, kilimler.. ve tadına doyulmaz, çoğunlukla Türkçe, zaman zaman bizim anlayamadığımız Hollandaca sohbet aldı başını gitti. Artık gitmemiz gerektiğine karar verdiğimizde saat sabaha karşı 2 idi. 


Keukenhof
Siyah laleler

Cumartesi günümüzü Lisse'deki Keukenhof’a ayırmıştık. Eğer bizim yaptığımız gibi, bir tura katılmak yerine, kendi imkanlarınızla gidecekseniz, trenle şehir merkezinden havaalanına gitmeniz, ordan da otobüse binmeniz gerekli. Yeryüzünde bir cennet aranıyorsa, belki de Keukenhof işte tam orasıdır. Biz kapanışından sadece 1 gün önce gitmiş olmamıza rağmen buranın halen koruduğu canlılık görülmeye değerdi. Burası genellikle mart ayının ortasından – mayıs ayının ortasına kadar açık koskocaman bir bahçe! Kafanızı nereye çevirseniz çoğunlukla lalelerle, ve binbir çeşit farklı bitkiyle, çiçekle bezenmiş. Türlü şekilde budanmış ağaçlar, romantik yürüyüş yolları ve tabiki kanallar..






Keukenhof'un ünlüleri arasında SüngerBob'da vardı







Lalenin Hollanda’daki tarihinin anlatıldığı müzemsi yerde Kanuni Sultan Süleyman’ın resimlerini görmek bizi şaşırtmadı ama hayıflandırdı.. ne de olsa kendi ellerimizle ilk lale soğanlarını hediye ettiğimiz bu ülke bugün dünyanın en büyük lale üreticilerinden. 


Muhteşem Süleyman


Ya o kırılgan ve narin orkidelerin toplandığı seraya ne demeli! Devasa saksılardaki ya da tavandan aşağıya sarkan ters çeşitleriyle bu güzelim orkidelerin hepsini eve götürmek istedim. 





Içerideki lokantadan külahta patateslerimizi ve biralarımızı alıp biraz soluklandık ve yürüyüşe devam ettik.


Hollanda klasikleri. Patates ve bira!


Etrafta onlarca da heykel vardı. Değişik temalı bu heykelleri isterseniz satın alabilirsiniz de. Fiyatlar biraz yüksek! Bu arada söylemeliyim ki, hiçkimse çiçeklerden koparmıyordu ve çiçekler hiç yağmalanmamıştı! =) 


Keukenhof'daki favori heykelimiz


Erkeklerin çiçeklerle arası, sadece kutlama gerektiren günlerde “kurtarıcı” olarak sarılmalarıyla sınırlı değilmiş bir de bunu anladım burada. Çünkü burayı gezen erkekler de en az kadınlar kadar hayranlıkla etraflarının tadını çıkarıyordu.
Keukenhof’un girişinde ilginç bir müzik aleti duruyordu. Delikli nota kartonlarını okuyarak kendine kendine çalan bu aletin adı “De Adriaen Orgu”. Üzerinde hareketli birçok enstrüman var. Aletin çaldığı parçalar 5-6 farklı CD’de toplanmış. Bu ilginç müzikleri evde de dinlemek isterseniz CD’lerden satın alabilirsiniz. Biz içinde Tarkan’ın Şıkıdım şarkısının olduğu CD’yi aldık. ve Kalbimiz Keukonhof’da kalarak ayrıldık.

De Adriaen
De Adriaen'in delikli nota kartları


Nazi dehşetinin mağduru olan simge isimlerden biri de Anne Frank. O, ailesi ve başka 4 kişi, yaklaşık 2 sene boyunca daha önce babasının işyeri olan binanın gizli bir bölümünde saklanmış. Kütüphanenin arkasında bulunan açıklıktan binanın “öteki yüzü”ne geçiliyor. Bu gizli bölümü gezmek insanı tuhaf bir esaret duygusu ve ürperti içine sokuyor. Sonuç itibariyle hapisanede değilsiniz. Burası yaşadığınız kendi eviniz sayılabilir ama bir hapis hayatı yaşıyorsunuz. Bir düşünün ki bu küçük bölümde 8 kişi bir arada yaşıyor, mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışıyorsunuz, doğru düzgün gün ışığı bile görmüyorsunuz ve her an yakalanma korkusu içindesiniz. Nitekim 1944’te kaldıkları yer, bir ihbar sonucu basılıyor ve herkes toplama kamplarına gönderiliyor. Burada saklanan 8 kişiden sadece Anne’nin babası hayatta kalabiliyor. Ve Anne’nin 2 sene süresince tuttuğu günlüğü insanlarla buluşturuyor. Hediyelik eşya bölümünde günlüğün Türkçe dahil hemen hemen her dilde çevirisini bulabilirsiniz. Hatırlatalım ki, içeride fotoğraf çekimi yasak. Biz burayı Cumartesi akşamı saat 20:00’ye doğru gezmeye gittik (müze o gün saat 22:00’ye kadar açıktı) ama geç saate rağmen kapıda kuyruk vardı ve içerisi epeyce kalabalıktı.



Gece hayatının kalbi Rembrandt Platz - Rembrandt Meydanı. Birçok restoran, gece klübü, bar bu meydanda ve tabi eğlenmek isteyen herkes. “Coffee shop”ların ününü duymuşsunuzdur. Bildiğimiz kahvehanelerden değil. Kahve de var tabi ama esas “Space kek” ve türlü otlardan temin ediliyor. İnsanlar kendi otlarını da getirip, büyük bir profesyonellikle sarıp içiyorlar. Kimse kimseye karışmıyor. Bu serbestliğin içinde hiçbir taşkınlığa tanık olmadık. Merak kediyi öldürürmüş, ama bizi öldürmedi neyseki. =)  


Bulldog meşhur coffee shop'lardan
Bir ülkenin en büyük düşmanının "su" olması biz Türkler'e garip gelebilir. Ne de olsa en büyük düşman(lar)ımızı saymaya kalksak sayfalara sığmaz..
Ama, günübirlik gezimizde rehberliğimizi yapan Jackie'nin söylediğine göre Hollanda'nın en büyük düşmanı suyun ta kendisi. Hollandalılar sürekli ülkelerine toprak eklemeye çalışıyorlar ve bunu başardıkça da yaptıkları işi gerine gerine anlatmaktan çekinmiyorlar. Olaya vurdumduymazlıkla yaklaşsalardı muhtemelen toprakları seneler içinde çoktan denize karışmış olurdu. Tuzlu “Waddenzee” ile tatlı “Usselmeer”i birbirinden ayırdıkları “Afsluitdijk” ile resmen gurur duyuyorlar. 


“Afsluitdijk" kısaca "dı dayk"
Gezinin diğer durakları, Hollanda’ya ait geleneksel şeylerin tanıtıldığı bir kültür kasabası “Zaanse Schans”, Amsterdam yakınlarında peyniriyle de ünlü “Edam”, balıkçı kasabası “Volendam” ve “Marken adası” idi.
Zaanse Schans’da bir değirmenin içine girdik, tepesine tırmandık. Balkonunda değirmenin kanadının dibinde sessizce durup, kanadın sesini dinleseniz sizi alıp uzaklara fırlatacakmış gibi gelebilir. 
Zaanse Schans'daki değirmenler


Değirmenin ilginç penceresi ve çatısı!


Tal dünya peynirlerini tatmayı sever. Ben halis muhlis beyaz peyniri tek geçerim. Cesaretimi toplayıp burada ziyaret ettiğimiz "Henri Willig"in fabrikasındaki peynirlerden tattım ve de pestolu yeşil renkli peynir çok hoşuma gitti. Her tezgahtan resmen peynir “otlandık” desek yeridir. Sonunda da 4’lü bir set peynir aldık. 




Peynirler!


Burada bir de tahta ayakkabı atölyesi vardı. Bir odun parçası ustasının elinde dakikalar içinde bir ayakkabıya dönüştü. 


 




Edam kasabası Amsterdam’dan otobüs ile yaklaşık 1 saatlik mesafede.  Yol boyunca bir tepe görmek olanaksız. Her yer alabildiğine düzlük, çayır, çimen..
Yeşillikler ve kanallar içinde küçük bir kasaba Edam. Peynir marketini ve eskiden aristokratların evlerinin bahçesinde “çay evi” olarak kullandıkları minik klübeleri de gördük. 


Edam'daki huzurlu sessizlik bu fotoğrafla hissedilmiyor mu?


Edam'da bir peynirci dükkanı


Küçük çay evi hemen büyük evin önünde.

Volendam’a gittiğimizde Pazar günüydü ve bu sayfiye yerini andıran kasaba epey kalabalıktı. Öğle yemeğinde oturacak boş yeri olan bir lokanta bulmak için epey dolandık. Ama dolanmaya değdi. “De Lunch”da değişik sosların eşlik ettiği lezzetli bir “Fish and chips” menüsüyle karnımızı doyurduk, güzel biralarla sususluğumuzu giderdik. 
Volendam
Volendam'da yerel kıyafetleriyle dans eden kasabalılar.


Marken’e gitmek için Volendam’dan tekneye biniyorsunuz. Küçücük Marken adası da artık bir ada sayılmayabilir aslında çünkü ulaşımı kolaylaştırmak için anakarayla adayı bir “Dijk” ile birleştirmişler. 
Marken - Büyük evin solda duran küçük maketini fark ettiniz mi? =)
5 boyutlu “Heineken Deneyimi”ni es geçmeyin deriz. Hem eğlenceli hem de sonunda 2 bardak bedava bira ikram ediyorlar. Üstelik içeriyi gezerken tadım yaptırdıkları dışında. =) Biranın hammaddesi arpayı anlatan görevli çocuk İstanbul aşığı idi. 3 kere gelmiş ve bizimle beraber gezen diğer turistlere de mutlaka İstanbul’a gidin diye propaganda yapıyordu. 
Heineken Brewery



Red Light District”, yani Kırmızı Fener Mahallesi, Amsterdam’da en çok adı duyulmuş yerlerden birisi herhalde. Bizim öğrendiğimize göre, bu bölgenin tarihi çok eskilere dayanıyor. Denizciler bu limana uğradıklarında tabiki burayı ziyaret etmeden dönmezlermiş. Burada çalışan kızlar çoğunlukla başka ülkelerden, aşk sarhoşu olup bu ülkeye gelirmiş. Aslına bakarsanız işin özü, kazanova erkekler tarafından kandırılmış genç ve güzel kızlar buradaki evlere “düşüyormuş”. Günümüzde durum muhtemelen bu şekilde işlemiyor. Mahallede sadece bu evler değil, seks müzesi, erotik şovların yapıldığı bar/publar, erotik dükkanlar, coffee shop’lar, vs. birçok başka yer de var.

Amsterdam’a gelip de bisiklet üstünde takılmamak olmaz. Kontra pedal (o başlı başına kafa karıştırıcı birşey zaten), vitessiz, yüksek gidonlu bisikletlere biniyor Amsterdamlılar. 7’den 70’e herkes bisiklet üstünde. Zaten bisikletin mi var kralsın. Şehir içinde ve dışında tüm araba yollarının kenarlarında bir de bisiklet yolu var. Özellikle kanallara paralel olan yollarda bisiklete binmek inanılmaz zevkli. Ancak, kanalları diklemesine kesen yollardan geçerken dikkatli olunmalı, lakin burada iki unsur var unutulmaması gereken: Birincisi, dörtyol ağzı gibi bir ortam olduğundan dolayı diğer bisikletçilerle çarpışmamaya özen gösterilmeli, ikincisi de kanalların üstünden geçen köprülere yaklaşırken yokuş oluyor, ve bu yokuşlarda durmanız gerekirse o tuhaf sarı demir yığını bisikletlerle yeniden yokuş yukarı harekete geçmek oldukça zor.  

Biz de tam otelimizin karşısındaki bisikletçi “Yellow Bike”dan kiraladık birer bisiklet. Kimlik rehin bırakılıyor, ödeme dönüşte. Hedefimiz daha önceden kafaya koyduğumuz bir restorana gitmekti kahvaltı için. Bisiklet tepesinde elimdeki haritayı evire çevire, Tal da sürekli kamerayla çekip yapmaya çalışarak, neyseki hiç bisikletten düşmeden hedefe ulaştık. Kahvaltı mekanı pazartesileri kapalıymış. Ve tabi şansımıza günlerden de pazartesiydi. =) Bir ara alışkanlıkla yanyana pedal basıyorduk ki, karşıdan gelen bir bisikletli teyze tarafından nazikçe uyarıldık ve arka arkaya dizildik yine. Bisikletleri geri teslim ettiğimizde bacaklarımızda hafif bir yorgunluk vardı ve karnımız zil çalıyordu.


Aile boyu bisiklet!
Sağınız solunuz her yer bisiklet!
Sarı bisiklet!
Ama artık dönüş günü gelip çatmıştı. Tal’la beraber gerçekleştirdimiz bu ilk yurtdışı gezimizin sonunun gelmesi bizi tabi ki hüzünlendirdi. İzlanda’daki Eyjafjallajökull yanardağı tekrar faaliyete geçmişti ve havaalanında fazladan 3 saat beklemek zorunda kaldık. Keşke önceden haber verselerdi, şehirde biraz daha fazla vakit geçirebilirdik. İkimiz içinde Amsterdam’ın kalbimizdeki yeri hala ayrı. =)



Şanslıysanız...

-Keukenhof’un açık oldugu 2 aylık döneme denk gelirsiniz ve bu muhteşem çiçek bahçesini gezerken içiniz açılır, açılır, açılır.. Her çiçekle ve her ağaçla ve her heykelle bir fotografınız olsun istersiniz.


Şanssızsanız...

-Çöpçülerin grev yaptığı zamana denk gelirsiniz ve böylelikle sokaklardaki devasa çöp yığınlarıyla karşılaşırsınız. (Orada doğup büyümüş ve yaşayan Türkler de hayatlarında böyle bir manzara görmediklerini söylerlerse şanssızlığınız tescillenmiş olur!)

-Red Light District de yürürken kameranızı ya da fotoğraf makinenizi (kullanmasanız bile) fark ederler. Ama üstünüze alınmaz, yolunuza devam edersiniz. Çekim yapmak hatta makinenizi elinizde taşımak kesinlikle hoş karşılanmıyor. Mutlaka çantanıza/cebinize geri koyun.



Hiç yorum yok: