24 Nisan 2018 Salı

BU SEFER KUZEY İZLANDA’YA...


Blönduos, Akureyri
İzlanda’nın batısındaki heyecanlı yolculuğumuz geride kalmış, Pazartesi sabahı gözlerimizi Blönduos yakınındaki Hotel Huni’de açmıştık. Huni hem ismi, hem de binanın diğer yarısının bir okul olması nedeniyle ilginç bi yerdi. Hemen karşımızda da anaokulu vardı. Teker teker öğrenciler gelmeye başlamışken biz de kahvaltıya indik. Kahvaltı salonunda çalışan görevli aslen Slovenyalı’ymış. Geçici işler edinerek dünyayı geziyormuş, bir yandan da yanlış anlamadıysam müzikle ilgileniyormuş.  Burada daha canlı bir sanat ortamı bulmayı hayal etmiş ama belli ki yanlış yere gelmiş! Ortalıkta canlılığı yaratacak pek insan yok! J Sağolsun Ozi’ye lezzetli bir waffle pişirdi ve sütünü ısıttı, sohbet ettik. Otelden ayrılıp, arabaya binip yola çıktığımızda saat 10.00 civarıydı.




İstikamet kuzey bölgesinin başkenti olarak anılan “Akureyri”ydi. Dağların ve şelalerin arasından geçerek, yaklaşık iki saatlik bir araba yolculuğu yaptık. Yolculuk esnasında Ozi’nin uyuyakaldığını söylememe gerek yok sanırım. Bir kez trafik işaretçileri tarafından uyarıldığımızı söylememde fayda var ama. Kulağınıza küpe olsun. J Yolun tam olarak neresiydi hatırlamıyorum. Karşımıza elindeki bayrakları sallayan bir görevli çıktı, biz yavaşlamamızı istediğini sanarak yavaşlayıp yanından geçip giderken baktık ki “Stooop, stooop!” diye arkamızdan bağırıyor. Anında durup, geri bastık. Meğerse yolun ilerisinde çalışma olduğu için bizi durdurmaya çalışıyormuş. Keşke daha okunur bir şekilde STOP işareti olsaydı da anlasaydık gayesini. Orada 15 dk kadar bekledikten sonra arkamızda biriken arabalarla birlikte, kontrollü bir şekilde önümüzdeki güvenlik aracını takip ederek çalışma yapılan kısmı geçtik. Yolculuğumuzun geri kalan kısmında başka hiçbir görevliyi kızdırmadık. J


Blönduos -Akureyri yolu...
İzlanda’nın ikinci büyük şehri Akureyri’ye vardığımızda saat 12.00 olmuştu. Seyahat öncesi Akureyri’de oldukça popüler olan “balina izleme turları”ndan online bir tur satın almıştım. Saat 14.00’te başlayacaktı. Aşağı yukarı üç saat süren tur sırasında, %99 olasılıkla bir balina göreceğinizi iddia ediyorlar, özellikle de kambur balina. Ancak ne yazık ki, dükkanlarına gidip konuştuğumuzda biraz hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü o saat dilimi için henüz yeterli sayıya ulaşılmamıştı ve iptal edilme durumu olabilirdi. Saati yaklaşınca tekrar gelip yoklamamızı istediler. Biz de o zamana kadar biraz şehri gezelim istedik. 


Akureyri
Akureyri önemli bir liman, balıkçılık ve turizm şehri.  Ayrıca uygun iklimi nedeniyle İzlanda ikliminde yetişebilecek tüm bitkiler “Akureyri Public and Botanic Park”da incelenip, tohumlandırılıyormuş. Şehrin sembol yapılarından biri Akureyrarkirkja – Akureyri Kilisesi şehir merkezinde bulunuyor. Deniz kenarındaki eski şehir merkezinde alçak katlı, rengarenk ve şirin mi şirin evler var.


Akureyri Kilisesi

Şu evin güzelliği...
Dolana dolana saati 14.00 etmiştik neredeyse, dükkana geri döndük. Maalesef, sempatik görevli bize kötü haberi verdi. Yeterli sayıya ulaşılamamıştı, ama bir sonraki tur için istersek yer vardı ve kesin yapılacaktı. Zamanımız olsaydı kabul ederdik ama bekleyemezdik. Para iadesi için gerekli işlemleri yaparken, hiç olmazsa bizi tura çıkaracak tekneyi gezip gezemeyeceğimizi sorduk. Çünkü Ozi “gemiye” bineceğiz diye çok heveslenmişti. “Tabi ki!” diyerek, kabul ettiler. Balina göremedik ama en azından Ozi merak ve sevinç içinde tur teknesini gezdi. J
Şehirden ayrılmadan bir N1’e uğrayıp benzin almak ve sonra da yine benzin istasyonunun içinde yer alan ücretsiz musluklarla foşur foşur arabayı yıkamak kaçınılmazdı. Uzun uğraşlar sonucu Ozi’nin elinden fırçayı ve hortumu alabildik de Eyjafjördur-fiyord manzarasına karşı arabayı bir kenara çekip öğlen atıştırmamızı yaptık.
Goðafoss
Akureyri’den ayrılıp sıradaki noktamız “Godafoss”a, yani Tanrıların Şelalesi’ne doğru yola çıktık. Yol yaklaşık 45 dk sürdü. Arabadan iner inmez şelalenin gümbür gümbür sesini duyduk. 30 metre genişlikteki şelale, 12 metre yükseklikten dökülüyor. Halk, 1000 yılında paganlıktan Hristiyanlığa geçiş sırasında Pagan sembollerini bu şelaleden aşağı atmış.


Godafoss
Kirkjufell şelalesine kıyasla daha heybetli olduğundan olsa gerek (ve sanırım hava nispeten daha sıcak olduğu için!) oldukça etkilendik ve uzunca bir süre bu bölgeden ayrılamadık. Uzaktan, yakından, sağından, solundan her yerinden fotoğraflarını çektik, özçekimler yaptık. Yürüdük, kayaların üstüne tırmandık. Bir ara Ozi selfie sopasını ele geçirip, kah balık tuttu, kah toprağı eşeledi. J Etrafta piknik yapanlar, uçurtma uçuranlar da vardı. Tepemizden Cessna tipi bir uçak geçti. Sanıyoruz ki bu uçak günlük tur yaptıran uçaklardan biriydi. Evet, yaklaşık 1500 ila 6000 TL karşılığında iki kişilik bir uçak turuna katılıp, sadece bu bölgeyi ya da diğer bölgeleri de kuşbakışı görebilirsiniz. J
Mývatn ve çevresi
Akşam konaklayacağımız otel, Myvatn gölü kenarındaki Reykjahlid kasabasındaydı. Tanrıların Şelalesi’nden ayrılıp otelin önüne geldiğimizde saat 18:00’di. Yol yine 45 dk kadar sürdü. Erkenden check-in yapabildiğimiz için mutlu ve gururluyduk. Otele yerleştikten sonra akşam yemeği için restorana indik. Menüdeki fiyatları görünce, hiç utanmadan Ozi’yi öne sürerek (menüde oğlumuza uygun yiyecek bir şey seçemedik diyerek J) oradan ayrıldık. Otelin yanındaki nispeten daha ucuz ve salaş Gamlı bistroya adım attık ve birer hamburger yedik. Ozi de bol bol patates kızartması ve hamburger ekmeği!
Saat 21:00 civarı göl kenarında gezinmek için tekrar arabaya atladık. Myvatn gölünün kendisi ve civarı ülkenin geri kalanı gibi jeolojik açıdan oldukça ilginç. Göl, 2300 yıl kadar önce gerçekleşen büyük bir volkanik patlama sonucunda dökülen bazalt lavlar sayesinde oluşmuş. Mineraller açısından çok zengin olan göl, ayrıca birçok kuş çeşidi için de önemli bir yaşam alanıymış.
Göl etrafındaki ilginç oluşumlardan bir diğerini görmek için, göl yolundan içeriye sapıp bir nebze Kapadokya’ya benzettiğimiz “Dimmuborgir”e gittik. Dimmu karanlık, Borgir şehir, kale demekmiş. Ama biz gittiğimizde hiiiiç karanlık bir şehirle alakası yoktu. Düşünün ki, etrafınız taştan kulelerle çevrili, güneş ışığı tatlı tatlı bu taş kulelere vuruyor, gerçek bir sessizlik ve dinginlik hakim.


Dimmuborgir'in girişi
Nasıl oluştuğuna gelecek olursak, tabi ki yine işin içinde volkanlar var. Burası da göl gibi yaklaşık 2300 sene önceki bir volkanik patlama sayesinde meydana gelmiş.  Çıkan lavlar küçük bir göl oluşturmuş. Lavlar ıslak toprak üstünde aktıkça, bataklığın suyu kaynamaya başlamış ve lavlar içinden yükselen buhar lav sütunlarını oluşturmuş. (Zaten Kapadokya’ya benzeme sebebi de bu sütunlar işte, aynı peri bacalarına benziyorlar.) Lav aşağılara doğru akıp, üst katman çökünce ortaya katılaşmış lavdan oluşan içi boş sütunlar çıkmış. 


Muhabbetteler sanki...
Halen ayakta olan en uzun sütuna göre düşününce, lav gölünün yaklaşık 10 metre derinlikte olduğu tahmin ediliyormuş. Ayrıca halen daha bazı yerlerinde mağaralar da var. Yeryüzü gerçekten de çok inanılmaz ve sihirli bir yer değil mi? Şahsen bana her zaman şaşıracak ve saygı duyulacak bir şey sunuyor!
Dimmuborgir bize ne kadar huzurlu bir yer gibi hissettirdiyse de, İzlanda folklöründe dünya ve cehennemi birbirine bağlayan bir nokta olduğuna inanılıyormuş. Ayrıca Cermen/İskandinav Hristiyan düşüncesine göre de Şeytan’ın Cennet’ten kovulduğunda indiği yermiş. Girişindeki tabelada yazana göreyse “Yule Lads” isimli troller buradaki mağaralarda yaşarmış. Genelde kış aylarında özellikle de Aralık ayında ortaya çıkarlar, yazları ise mağaralarında uyurlarmış.
Bölgede sigara içmek ve bölgeye köpeklerin girmesi yasak. Ama lav sütunlarının arasında yürürken bir keçi sürüsüyle karşılaştık. Ozi onların peşinde koşmaya başlayınca onlar da korkup kaçtılar ve labirenti andıran bu yerde gözden kayboldular. 


Dimmuborgir'in özgür keçileri
O arada gözümüzü yükseklere diktik. Tal Ozi’yi omzuna aldı, biraz yukarılara doğru tırmandık ve işte o zaman onu gördük, 2500 yaşındaki “Hverfjall” kraterini. 1 km çapındaki bu krater çok heybetli ve simetrik gözüküyordu. Yüksekliği 420 metre ve yaklaşık 20 dk’da tepesine tırmanılabiliyormuş. Bizim tırmanmayı gözümüz yemedi açıkçası, uzaktan izlemekle yetindik. J


Uzaklarda Hverfjall 
“Skútustadagígar” yalancı kraterleri daha tırmanılır yükseklikteydi. Oraya doğru yol aldık. Yalancı kraterler yanan lavların göl ya da bataklık gibi ıslak zeminlerle karşılaştığında meydana gelen buhar patlamaları sonucu oluşmuş. Göl kenarında irili ufaklı birçok krater var. Hemen hemen hepsini kapsayan bir yürüyüş rotası mevcut. Bize göre en uzak noktadaki ve en büyük olana kadar yürüdük ve tepesine tırmandık. 


Skutustadagigar
Kraterin içinde tabi öyle delik falan yok, sadece bir oyuktu. Gecenin saat 11’i olmuş,  etrafta hala koyunlar otluyordu. J Birisi de drone uçuruyordu. Muhtemelen çok güzel görüntüler yakalamıştır. Bu arada bazı yerlerde, özellikle de şelalelerin çevresinde drone uçurmanın yasak olduğu belirtiliyor tabelalarla. Bu nedenle tabelalara dikkat etmenizi öneririm. İzlanda kronuyla ödenecek bir ceza yemek hiç hoş olmaz tahminimce.


Yalancı kraterin içi
Salı sabahı, otelde mükellef bir kahvaltı yapıp, Ozi’nin yüzünde soğuk ve rüzgar sebebiyle olduğunu düşündüğümüz kızarıklığı gidermesi için merhem almak üzere bir klinik/eczaneye uğrayıp, marketten de alışveriş yaptıktan sonra düştük yollara. “Namafjall/Hverir”e giderken Myvatn’daki kaplıcanın yanından geçtik. Burası da Blue Lagoon benzeri bir jeotermal bölge ancak ona göre daha az turistik ve daha sakin olduğunu okuduk.


Namafjall - Hverir
“Hverir”e geldiğinizi gözünüzü kapasanız bile burnunuza dolan keskin kükürt/sülfür kokusundan anlarsınız. Rengi nedeniyle Mars’la özdeşleştirilen bu bölge Namafjall dağının hemen eteğinde. Oraya buraya serpiştirilmiş gibi duran irili ufaklı kükürt ve çamur gölleri var. Göller fokur fokur kaynıyor. Yürüme patikalarını takip etmek gerekli. Çünkü bastığınız yerlerin güvenli olmadığına ve ısının yüksek olduğuna dair uyarılar var. Bölgede yürürken dev karınca yuvalarına benzeyen deliklerden mütemadiyen fışkıran sıcak buhara ve gaza maruz kaldık zaman zaman. Lakin bu buhar ve gazın zararlı olduğuna ve kaçınmamız gerektiğine dair bir uyarı bulunmuyor, ancak çok da hoş kokmadığını tahmin ediyorsunuzdur.  J
Krafla
İlginç bir doğa olayına daha tanık olduktan sonra bölgedeki tüm bu oluşumların sebebi olan “Krafla” kalderasına da uğramayı ihmal etmedik. (Dipnot: Kaldera, volkanik patlama sonucu toprağın çökmesiyle oluşmuş volkanik yerşekli.) Krafla bölgesinde “İzlanda Derin Sondaj Projesi”nin ilk kuyusu açıldığında, yalnızca 2.1 km derinlikte magma bulunmuş! Gerçekten o kadar yakında...


Krafla santrali
813 metre yüksekliğindeki kalderaya tırmanmak epey zamanımızı aldı. Hem kendi güvenliğiniz hem de doğanın korunması açısından, yürüyüş parkurunu takip etmek gerekli kesinlikle. Günler sonra ilk defa burada Ozi’nin arabasını bagajdan çıkarıp yanımıza aldık. Kah yürüdü bizimle, kah arabasına bindi. Yoruldu, arabaya binmeyi reddedip kucak istedi, reddedilince ağladı. Böyle böyle yürüdük durduk. Etrafımız göz alabildiğine lav düzlüğüydü. Bir noktadan sonra arabayı bırakmak durumunda kaldık çünkü artık tırmanışa geçmiştik ve zaman zaman basamaklar vardı.
Krafla’da ülkenin en iyi bilenen iki Viti kraterinden biri bulunuyor aynı zamanda. (Viti İzlandaca Cehennem demekmiş. Diğeri Vatnajökull’daki Askja’daymış. ) Biz de önce “Viti” kraterinin yanından geçtik. İçinde bir göl oluşmuş ve kendisi yeşil-turkuaz rengi sebebiyle Blue Lagoon’u andırıyor. 


Viti
Keskin sülfür kokusu da cabası. Gölü arkamızda bıraktıktan sonra tırmanışımız devam etti. Eğim gitgide artıyor, yol daralıyordu. En sonundaysa simsiyah, engebeli ve yer yer tüten yüksekteki bir çukurun içindeydik. Çukur dediysem, aklınıza çok da derin olduğu gelmesin. Etrafınızı rahatlıkla görebiliyorsunuz. Ama isterseniz biraz daha çukurun kenarına tırmanıp gözalıcı manzarayı izleyebilirsiniz. Lav düzlükleri, dağlar, buzullar, hepsi bir arada!


Krafla tütüyor
Belki de Ozi’ye oynattığımız yanımızdan geçen turistlere ‘Hello’ deme oyunu sayesinde dönüş yolu daha kısa sürdü gibimize geldi. Şaka maka arabadan inip tekrar arabaya geri dönmemiz arası nereden baksanız iki saati geçmişti. Epey yorulmuştuk, bir şeyler yiyip içtikten sonra yola çıktık. Ozi tabi ki hemen uykuya daldı. İstikamet “Dettifoss” şelalesiydi. Burası coğrafi olarak Kuzey İzlanda’da sayılır aslında ama ben oraya Doğu İzlanda yazılarında değineceğim. Hoşçakal Kuzey İzlanda!


Krafla'nın tepesinden bakınca lav düzlükleri, dağlar, buzullar...

Hiç yorum yok: